İnsanların geçim sıkıntısıyla boğuştuğu bu günlerde farklı bir konuyu incelemeye almak istemem ne kadar doğru aslında ben de bilmiyor. Buna rağmen okuyucunun karar vermesi ve sorgulaması açısından yazmam gerektiğini düşündüm.
Tarihte Moğolların büyük bir istila hareketine giriştiğini biliyoruz. Bu istila hareketi toprak kazanmak amacıyla değil o topaklar üzerindeki tüm zenginlikleri yağmalamak içindi. Bilim ile hiç ilgisi olmayan bu güç girdiği her coğrafyayı yerle bir etti, kütüphaneler ve bilimsel çalışmaların yapıldığı yerler yakılıp yıkıldı…
Moğol istilası işgale dönüşmedi.
Peki istila ile işgal arasındaki ilişki ya da fark nedir?
İstilâ bir askeri harekattır. Karşısında bir ordu bulunsun veya bulunmasın yağma amacıyla yapılır. Bundan sonraki adımı atarsanız iş işgale dönüşür.
1907 La Haye yönetmenliğine 42. Maddesine göre İşgal şöyle tanımlanır:”: Ülke, fiili olarak düşman ordusunun otoritesi altına geçtiğinde işgal edilmiş sayılır” Bunun anlamı elde edilen topraklar üzerinde var olan hukuk sistemini savaş hukukunu da ekleyerek yönetme işine girişmesidir. Bunu için kurduğu işbirlikçi yönetimle istediğini yaptırır. Artık istila tamamlanmış ve işgal aşamasına geçilmiştir.
Bu konuda Cenevre Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk Profesörü olan Marco Sassòli işgalin varlığını 3 temele bağlar:
- Bir devletin, başka bir devletin toprağı üzerinde etkin kontrolü sağlaması.
- İstila edilen devletin söz konusu toprak üzerinde etkin kontrolünü yitirmesi
- 3) Bu durumun istila edilen devletin rızası dışında olması.
Örnek vermek gerekirse Suriye’deki Rus askeri kuvvetleri Suriye yönetiminin çağrısı üzerine o topraklarda görev yapmaktadır. Bu nedenle Rusya işgal kuvveti olarak görülmez. Profesör Macro Sosolli’nin kriterlerine göre ABD ve TC askeri kuvvetleri ise işgalci pozisyondadırlar. Zaten bunu Suriye’nin Türkiye ile görüşmeler başlaması şartı olarak Türk silahlı kuvvetlerinin Suriye topraklarından geri çekilme şartına bağlaması açıkça göstermektedir.
Benzer bir durum 1974’te Kıbrıs’ta da yaşandı. Garantör ülke olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik ve toprak bütünlüğünü koruma görevi verilen Türkiye bu amaçla askeri harekât başlatmış olsaydı işgalden söz edilmezdi. Yani Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yapılan askeri darbe girişimini önleyip Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yeniden iki toplumlu bir cumhuriyet olarak kalmasını Türklerin de cumhuriyetteki haklarını geri almaları sağlanmış olsaydı işgalden söz edilemezdi. Sonra da görevini tamamlayıp askeri kuvvetlerini geri çekmeliydi.
Gelinen aşamada Kıbrıs Cumhuriyeti’nin %36 toprağı şu anda Türkiye silahlı gücünün kontrolü altındadır. Kıbrıs Cumhuriyeti istila edilip işgal edilen toprakları üzerinde etkin kontrolünü sağlayamamaktadır. Bu topraklara “occupation zone” denilmektedir.
Görüleceği gibi Türkiye Garanti ve İttifak anlaşmalarından doğan yükümlülüğünü yerine getirmekten uzaklaşmıştır.
İşgalin bir sonraki aşaması (ki bu yine uluslararası hukuka göre savaş suçudur) nüfus taşıyarak kolonizasyondur. Türkiye bunu da gerçekleştirmiş ve nüfus yapısını kendi lehine olacak şekilde değiştirmiştir.
Savaş sırasındaki insancıl hukuk ve insan hakları dikkate alınmamış yaşam hakkı olarak insanlar savaştan kaçıp güvenli bölgelere geçmek zorunda bırakılmıştır. Tamamen geçici olması gereken bu durum kalıcılaştırılmıştır. Türkiye’den taşınan nüfus terk edilen Rum evlerine yerleştirilmiş ve Rum mallarının tapuları keyfi şekilde kuzeyde yaşayanlara dağıtılmıştır… Bu durum bugünkü çözüm arayışlarını her zaman berhava etmektedir.
Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye’nin kontrolünde oluşturulan yapı tamamen Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda siyaset gütmektedir. Bu artık o kadar açık hale getirilmiştir ki görmemek için ölü olmak gerekir.
Türkiye Kuzeyde oluşturduğu bu yapı ile kolonizasyon aşamasından sömürge aşamasına da geçmiştir. Artık yeni sömürgecilik modeli ile burası Türkiye kapitalistlerinin paylaşımına açılmıştır. Doğal güzellikleri inşaat alanına çevrilmiştir. Rumların bırakmak zorunda olduğu mallar ve parsel parsel dağıtılmaktadır.
Bütün bu olanlar karşısında tepkiler yetersiz kalmaktadır. Ne Cumhurbaşkanlığı Külliyesi inşaatında ne de doğal güzelliklerin yağmalanması karşısında çıkarılan sesler sonuç alıcıdır.
Uluslararası hukuksuzluğun bu kadar açıkça ortaya çıktığı bu coğrafyada gerçek şudur ki adalet sadece güçlü olanın yanındadır. Haklı olmak adaletin sizden yana olacağı anlamına gelmiyor. Tüm hukuksuzluk içinde askeri, ekonomik anlamda çıkar sağlayan başta ABD emperyalizmi ve NATO olmak üzere olup bitenlere seyirci kalmaktadır. Uluslararası hukuk artık haklının değil güçlünün hukuku oldu. Bunu bilmeli ve kendi gücümüzün farkında olarak mücadele etmeliyiz.