Avrupa, Orta Asya ve Amerika’dan sorumlu BM Genel Sekreter Yardımcısı Miroslav Jenca dün akşam adaya geldi. Bugün ve yarın her iki tarafın lideriyle ve temsilcileriyle görüşmelerde bulunacak. BM Güvenlik Konseyi’nin geçtiğimiz hafta meydana gelen Pile yolu olayları sonrası Kıbrıs Türk tarafını kınayan açıklamada yaptığı çağrılardan bir tanesi de Kıbrıs sorununa yönelik bir BM temsilcisinin atanması meselesiydi, şimdi gözler buraya çevrilmiş durumda.
Ama bu konuya geçmeden bu geçen Ağustos ayında yaşanan bir takım provokasyonlara dair iki kelam etmek isterim.
Apostolos Andreas’la başlayan, ardından Pile yoluyla devam eden provokasyon süreci, Cuma akşamı da daha önce defalarca saldırıya uğrayan Limasol’daki Cedit Camii olayıyla devam etti. Limasol saldırısı çok bariz bir şekilde Güney’de artan yabancı düşmanlığıyla bağlantılı bir şey ama fark etmez. Adanın her iki tarafında da çözümsüzlükten beslenen, siyasi, kültürel, ekonomik, akılınıza ne gelirse kurdukları statükolarını korumak isteyenler için bu türden olaylar bulunmaz bir fırsat dolayısıyla kendi gözlerindeki mertekleri görmeyip, karşılıklı olarak verip veriştiriyorlar. Çözümsüzlük yoldaşları böyle çalışıyor, olan da en başta biz Kıbrıslı Türklere oluyor. Fakat kimin umurunda?
Tasvip etmesek de olan biten gerginlik, düşmanlık ve boş kahramanlık türküleri dışında, peş peşe yaşanan provokasyonlar iyi bir şeye de sebep olmuş durumda. O da Kıbrıs sorununun dünya sahnesine hızlı bir şekilde geri dönmüş olduğu gerçeğidir.
Pile’de yaşanan rezalet sonrası tüm dünya, ama istisnasız tüm dünya, Kıbrıs Türk tarafını kınadı, Türkiye’yi ayrı tuttu. Bir ara Rusya’nın kendi meseleleri dolayısıyla Güvenlik Konseyi’nin açıklamasını ‘erteletmesi’ adanın kuzeyindeki bir takım “çok ileri görüşlü” kişiler arasında heyecan yaratsa da, komplo teorileriyle ancak bu kadar olabilir diye düşünüyorum. Yani işler İsmet İnönü’nün o meşhur lafında dediği gibi ‘yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır’ şeklinde değildir çünkü Türkiye o dünyadaki yerini çoktan almıştır. Bu dünyanın tarafı da batıdır.
Bugün AB, ABD başta olmak üzere batı ile olan ekonomik, kültürel ve siyasi bağımlılık, hayatını komplo teorisi, çarpıtma, din-ırk ayrıştırma, ‘dış ve iç mihrak’ gibi kavramlar ortaya atarak ‘bizi yıkmaya çalışıyorlar’ diye paranoya teorileri ortaya koyanların algısından çok daha derindir, değişmezdir.
Yine de bunları bir kenara bırakarak konuşacak olursak, Jenca’nın ziyareti, BM Güvenlik Konseyi’nin Genel Sekreter Guterres’e yaptığı ‘Kıbrıs sorununa bir BM temsilcisi ata’ şeklindeki çağrıyla birlikte daha da önem kazanmıştır.
Kuşku yok ki BM’nin atayacağı temsilcinin, BM kriterleri dışında herhangi başka bir çözüm modelini görüşmesi mümkün değildir. Bunun tek çaresi konseyin Kıbrıs sorunuyla ilgili kararlarını çöpe atması, yeni bir çerçeve belirlemesidir. Şu an için böyle bir durum yoktur ve Güvenlik Konseyi’nin son açıklamasında da ortaya koyduğu irade, iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayanan bir federal çözümdür.
Türk tarafı ise 2020 sonrası bu modele alternatif, çözümsüzlük çözümdür şeklindeki modeli benimsemiştir. Elbette çözümsüzlük çözüm olmadığı için, ortaya konulan utangaç ‘KKTC’yi tanıyın-eşit egemenlik’ teorisi hiçbir destek almadan çökmüştür.
BM GK, Pile rezaleti sonrası açıklamasında dediğim gibi Türkiye’yi ayrı tutmuş, bir de temsilci atanması çağrısı yapmıştır. Jenca’nın ziyareti tam da bu konuyla ilgilidir çünkü cebinde bu temsilcinin kim olacağıyla ilgili bir liste vardır. Bu listeyi elbette Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ile tartışacak, isimleri konuşacaktır. Ama aynısını Ersin Tatar ile yapmayacaktır çünkü onun bu konuda herhangi bir yetkisi ya da seçme şansı yoktur. Kararı Türkiye hariciyesi verecek, Tatar da buna onay veriyormuş gibi yapacaktır.
Daha önceki makalemde belirttiği gibi Hristoduludis’in AB atağı ve temsilci atanması ısrarı, Türkiye’yi “hem AB hem de BM temsilcisi” atanmasına karşı olma noktasına getirmiş, böylece BM temsilcisinin atanmasının yolunu açmıştır diye düşünüyorum. Türkiye elbette bu konudaki görüşmeleri yapmış ve yapmaktadır.
Nihayetinde bu bizi esas soruya getirmektedir: Guterres, bu topa yani yeni bir sürece girecek midir? Ya da ‘özel temsilci’ yerine yeni icat edilen terminolojiyle ‘BM temsilcisi’ neyi görüşecektir?
Kuşku yok ki Kıbrıs sorunu, her ne olursa olsun yeni bir sürecin eşiğindedir ancak bu sürecin sonucunda nasıl bir noktaya geleceğimiz henüz belirsizdir.
Öte yandan soruna dair son dönemde artan Amerikan ilgisini de düşününce, akıllara bir çeşit ‘ara anlaşma’ ihtimali de gelmektedir. Bu ilgiyi elbette adanın komple NATO üyesi yapılması konusuyla da bir düşünebiliriz. Çözümün anahtarı olan Guterres kriterlerinin ilk maddesi olan garantiler konusunun çözülmesinin yegâne yolu da bu gibi görülmektedir. Yani çok uluslu ve dönüşümlü olarak Türk-Yunan komutanların görev yapacağı bir NATO gücü… Bu konudaki tartışmalar uzun süredir devam etmektedir ve kuşku yok ki adanın çözüm isteyen ilericilerinin yaşayacağı çelişki de budur.
Velhasıl kelam, en son yazdığım makalede ‘Eylül’de gel’ diye başlık atmıştım ya, ona istinaden diyeceğim, işte o da geldi, her şey hazır.
Peki çözüm ilahları da geldi mi dersiniz?
Onu da bu hafta ve Eylül ayında yaşanacak gelişmelerle anlayacağız…