“Şahsi görüşüm, babam bunu her türlü Türk karşıtı propagandaya son vermek vazifesi olduğu için yaptı. Kuşkusuz hükümetten, bu filmi durdurmak için elinden ne geliyorsa yapması talimatını almıştı. Ama bundan Osmanlı hükümetinin eylemlerini tasvip ettiği anlamı çıkmaz… Amerika Birleşik Devletleri gibi demokratik bir ülkede bir filmin yapımını durdurmayı başarmış olması benim için hala hayret verici.”
Selma Göksel, babası Washington büyükelçisi Mehmet Minür Ertegün’ün göreve başladığı 1934 yılını ‘stresli’ bir zaman olarak anımsar. Çünkü Ertegün göreve hassas bir dönemde ‘hassas’ bir meseleyle başlar: Avusturyalı yazar Franz Werfel’in ‘Musa Dağ’ında 40 Gün’ kitabı kısa sürede İngilizce’ye çevrilerek Amerikan pazarına hızlı bir giriş yapmış, kitabın film haklarını Hollywood devi Metro-Goldwyn-Mayer satın almıştır.
HALI FABRİKASINDA ÇALIŞAN YETİM ERMENİ ÇOCUKLAR…
“1915’teki tehcir emrinin, yaklaşan ölümün soğuk nefesi olduğunu anlayan ve emre uymamaya karar veren Antakya Ermenilerinin direniş ve kaçış hikâyesine odaklanan” kitap (Belge Yayınları tarafından basılan Türkçe çevirinin tanıtım yazısından) Werfel’in 1929 yılında Şam’ı ziyaret ederken halı fabrikasinda çalışan yetim Ermeni çocukların hikayesini merak etmesiyle ortaya çıkar. Lübnan’da yetimhaneleri ve mülteci kamplarını ziyaret eder. Fransız ve Alman arşivlerinden bilgi toplar. Halep konsolosu Walter Rössler’in Cihan Harbi sırasında Berlin’e yolladığı bilgi notlarını ve Johannes Lepsius’un savaş sırasında yasaklanan ‘Ermeni milletinin Türkiye’deki durumu’ raporunu okuduktan sonra Musa Dağı’nda tehcir kararına direnen ve hayatta kalmayı başaran Osmanlı Ermenisi köylülerin direnişini hikayeleştirmeye karar verir.
1933 yılında yayınlanan kitap Avusturya ve İsviçre’de yoğun ilgi görür. Werfel’in Yahudi olmasından hareketle, dönemin Türkçe basınında ‘Yahudi-Ermeni’ komplosuna vurgu yapılarak kitabın Türklere ve genç Türkiye Cumhuriyet’ine hakaret ettiği ve yasaklanması gerektiği savunulur. Türkiye basınından ve hükümetinden gelen çağrıların ardından göreve yeni gelmiş Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi (evet, Naziler) kitabı yasaklar, Werfel üniversiteden atılır. Ancak genç cumhuriyet elitinin kabusu burada bitmez: Ünlü bir Yahudi yazarın kitabının Nazi Almanyası tarafindan yasaklanması kitaba olan ilgiyi arttırır, kitap farklı dillere çevrile çevrile okyanus ötesine ulaşır.
Büyükelçi Ertegün işte bu kitabın film uyarlamasının durdurulması için önce Amerikan Dış İşleri Bakanlığı’nı sonra bizzat stüdyo yetkilerini ‘uyarır’. Aynı uyarılar Amerika’nın Ankara büyükelçisine de iletilir. Türkçe basında ‘Yahudi-Ermeni’ komplosuna karşı seferberlik ilan edilir, Türkiye’deki Ermenilere, Türklere ve yeni kurulmuş cumhuriyete ihanetin sonuçları hatırlatılır. İşin nereye varabileceğini bilen Ermeni cemaati önderlerinin törenle Werfel’in portresini ve kitabını yakması övgüyle karşılanır. Ne stüdyo ne de Amerikan Dış İşleri bu seferberliğe direnebilir ve film projesi iptal olur.
HAFIZA SİYASETİ
Hikaye tanıdık geldi mi? Büyükelçi Ertegün’ün başarısı hem hayret verici hem de değil. Türkiye dış temsilcilikleri özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde 1915/17 yıllarında Osmanlı Ermenilerinin akıbetinin konuşulmaması için yoğun çaba ve para harcaya geldi. Halbuki Musa Dağı’ında 40 Gün Ermeni Soykırımı’nı konu alan ne ilk ne de son film olacaktı. Amerika ve Avrupa’da yayınlanan her yeni kitap, akademik araştırma ve popüler kültür ürünün yeni bir tartışmayı başlatmaması, başlatsa da makul ölçülerde kalması için bir dizi hükümete ve lobilere politik tavizler verildi, halkla ilişkiler şirketlerine yığınla kaynak aktarıldı.
Literatürde, geçmişe dair neyin nasıl nerede söyleyeneceğinin devletler ve elitler tarafından belirlenmesine, yani toplumsal hafızaya ‘kırmızı’ çizgiler çekilmesine hafıza siyaseti denir. İttihat ve Terakki önderliğinin ‘tehcir’ kararının yaşattığı büyük felaketin ve etkilerinin içeride ve dışarıda hatırlanmaması ve hatırlatılmaması ilk yıllarından itibaren cumhuriyetin temel hafıza siyasetlerinden biri. Bu unutma, geçmiş hakkında konuşmama isteği farklı araştırmalarda cumhuriyet elitlerinin Osmanlı ile aralarına mesafe koyma isteğiyle, bu elitlerin suçluluk duygusuyla, ya da mağdurların olası tazminat talepleriyle (sahi, bir asırdır onca aracıya, lobi, halkla ilişkiler, danışma ve film şirketine ne kadar ödendi?) veya kuruluş mitinin sarsılacağı, yani kurtuluş mücadelesi ve cumhuriyetin kuruluş tarihine kara bir gölge düşeceği korkusuyla açıklanır.
Cumhuriyetin ve aydınlarının kuşaklar boyunca içeride neredeyse firesiz yürüttüğü unutma ve unutturma siyaseti dışarıda Soğuk Savaşın bitmesiyle epey mevzi kaybetti ama dirayetle sürdü. ‘Tehcir’ sırasında yaşanan katliamlardan, çöl ya da kurak alanlarda kurulan ‘kamp’larda açlıktan ölenlerden, boş kalan köylerden, kiliselerden, okullardan ve evine hiçbir zaman dönememiş Harputlu, Hacınlı, Kütahyalı ya da Trabzonlu Osmanlı Ermenilerinin akıbetinden bahsetmek içeride tabuya dönüştü. Dışarıdan yapılan her türlü hatırlatma ise ‘hakaret’ kabul edildi, yeri geldiğinde baskı yeri geldiğinde ödül verilerek püskürtüldü.
MESAFEYE ZORLAMAK
Soğuk savaş bitince ise çamlak çömlek patladı. Bir yandan küresel ticaret ve insan göçü, diğer yandan dijitalleşme ulus devletin sınırlarını da toplumsal hafızaya çekilen kırmızı çizgileri de alt üst etti. Devletler geçmişi, komşusu ya da başkası yokmuşçasına anlatamaz oldu. Bilgi ve hafıza hudutları aştıkça herkes birbirinin geçmişine daha yakından, kendi geçmişine ise başkasının gözüyle biraz mesafe alarak bakmaya zorlandı. Geçmişle yüzleşme, dinsel, etnik ve politik azınlıklara karşı işlenen devlet suçlarını, toplu şiddeti kınama uluslar arası ilişkilerde norm haline gelirken kültürel ve akademik alanda bir ‘hafıza patlaması’ yaşandı. Siyasetçiler, aktivistler, sanatçılar ya da akademisyenler geçmişten bahsederken ulus devlet sınırlarının ötesine, kimisiyle çatıştıkları kimisiyle uzlaştıkları belirsiz bir ‘küresel’ kamuoyuna seslenmek zorunda kaldı. Küresel hafıza alanında herkes birbirine ayna tutar oldu.
BİR TABU
Türkiye ile dünya arasındaki makas da böyle açıldı. İçeride konuşulmaz, tabu haline getirilen soykırım ve ‘diyaspora’ kalanların akıbeti küresel hafıza alanının doğal konusu haline geldi. Bilhassa genç Ermeni kuşakların, yani Osmanlı Ermenilerinin torunlarının kendi aile hafızalarıyla, soykırım geçmişiyle kurdukları yakın bağ, Türkiye’nin inkar politikalarına rağmen geçmişi bulundukları ülkelerde hatırlama ve hatırlatma istekleri hem beşeri bilimleri hem de popüler kültür endüstrisini etkiledi. Devletin, akademisyenlerin ve gazetecilerin soykırımı inkar eden, aklayan hatta haklı gösteren tezleri bu yeni küresel hafıza düzeninde pek alıcı bulmazken Ermeni soykırımına dair hemen her yapıt Türkiye’de büyük çoğunluk tarafından kuşaklar arası aktarılan travma, korku (ve yer yer nefret) ve hafıza yerine kötücül, şımarık, tuzu kuru, Türk düşmanı ‘diyaspora’nın yeni bir ‘asılsız’ iddiası ve hakareti olarak görüldü (ya da güncel ‘liberal’ analizle Türkiye ile normalleşmek isteyen Ermenistan’a karşı komplo kuran hin diyaspora).
E hafıza hiç şaşırmaz, insanı hiç yanıltmaz mı?
Siyaset bilimine göre mağdur ve fail imgeleri bir kere toplumsal hafızaya yerleşti mi kuşaklar boyu bunları silmek, geçmişten kopmak, o felaketin tekrar yaşanacağı korkusundan, geçmişin hayaletlerinden kurtulmak kolay olmuyor. Doğrudan aile hafızasının, dededen nineden dinlenen kanlı canlı öykülerin beslediği mağduriyet hissi gibi devletin ve aydınların sonradan keşfettiği ve dirilttiği hakarete uğrama, yanlış tanıtılma haksızlığı hissi safları sıklaştırdığı kadar insanı yoruyor da. Bu yüzden genç ‘diyaspora’ Ermenileri sadece soykırımla anılmak istemiyor, tarihe tek bir olay ışığında bakmaktan kurtulmak için karşı tarafın artık herkesin bildiği sırrı tanımasını bekliyor. Yine bu yüzden ‘asılsız’ iddialara karşı geç cevap veriliyor, küresel hafıza düzeninde hep geriden geliniyor (sahi, bunca tarihçimiz, hukukçumuz neden saygın akademik dergilerde bu asılsız iddialara yanıt veremez, zenginlerimizin ve devletimizin bağışlar yaptığı ‘top’ üniversitelerde bu iddiaları temelden çürütecek konferanslar düzenlenemez?).
Tarihi tarihçilere bıraksak?
Keşke geçmişin hayaletleri izin verse! Hafızaya göre tarih tekerrürden itibaret. Öncesinde yaşanmış her olay 1915’i hazırlamış, sonrasında yaşanan her şey ya onun tekrarı ya da onun doğal ve doğrudan sonucu oluyor. Türkiye büyük suçun işlendiği ülke, kuşaklar sonra bile o ülkenin vatandaşları fail olarak donup kalıyor, hem tarihin hem de tarihsel figürlerin değişen önemi ve anlamı unutuluyor. Geçmişin inkarı ise sorumluluğu bertaraf etmek için tarihi ters düz ediyor: Tarihi tarih yapan zaman dizgesini, neden sonuç ilişkilerini bozarak kimin mağdur kimin fail olduğunun belli olmadığı bağlamsız bir anlatı yaratıyor. Kendi vatandaşı olan, yani malını ve canını korumakla yükümlü olduğu, çoğunluğu Ermenice dahi bilmeyen, 1915 Nisanında erkeklerin çoğunun zaten Osmanlı ordusunda zorunlu hizmette olduğu ‘ayrılıkçı’ ve ‘tehlikeli’ bir tebaanın tehcirinin anlamsızlığını örtbas etmek için savaş sonrasındaki milliyetçi etnik çatışmaları soykırım öncesinde ve sırasında yaşanmış gibi anlatabiliyor.
Bu nedenle koca koca profesörler anlamsız bir tehciri ve sistematik şiddeti aklayabilmek için çaresiz Nutuk’a dönüp tarihsel sıralamayı, neden sonuç ilişkisini birbirine katıyor (Nutuk’ta Atatürk 1915-1917 arası dönemi değil Sevr sonrasını anlatır). Soykırım kavramının mucidi ve Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin mimarı bizzat Osmanlı Ermenileri’nin tehcir kararıyla sistematik olarak yok edilmesinin, yaşanan mağduriyetin ve felaketin cezasız kalmasının onu nasıl etkilediğini aktarırken ünlü hukuk insanları, insan hakları uzmanları bile bu sözleşmeye atıfta bulunarak yaşananların soykırım olamayacağını savunabiliyor. Her gün yeni bir büyük oyunun bozulduğu, akıl sağlığını zorlayan bir ortamda eleştirel ve sakin kalabilen gazeteciler bile konu soykırım oldu mu demokratik ülke parlamentolarının birkaç Türk düşmanı ‘diyaspora’nın peşine takılabileceğine, ifade ve bilimsel araştırmanın kolay kolay kısıtlanamadığı ‘top’ üniversitelerin ve profesörlerin bu haksız ve asılsız tiyatronun figüranına dönüştüğüne inanabiliyor.
Dijitalleşen ve küreselleşen hafıza alanında yerel inkar rejimleri ya evine mahkum (içeride sansür ve Türk’ün Türk’e propagandası – sahi neden can Azerbaycan ve Pakistan dışında bu milli davada bize destek çıkan kalmadı?) ya da yüzüne tutulan aynalara alışmak zorunda.
Peki hafızanın ve inkarın kısır döngüsünden çıkış yok mu?
Büyükelçi Ertegün siyah karşıtı ırkçılığın yaygın olduğu ve beyazların siyahlarla yan yana gelmediği Amerika Birleşik Devletleri’nde elçilik binasını siyahi müzisyenlere açar. 1923 doğumlu oğlu Ahmet (Ertegün), Aretha Franklin ve Ray Charles gibi siyahi jazz müzisyenlerinin yanı sıra Led Zepplin gibi karşı kültür ikonu rock gruplarını küresel kültüre tanıtan Atlantis Plak Şirketi’nin kurucu ortağı olur. Türk-Amerikan İlişkileri Konseyi Başkanı olarak cömert bir bağışta bulunduğu Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Türkiyeli ya da değil birçok Ermeni, Kürt ve Türk araştırmacı yetiştirir, farklı disiplin ve görüşlerden birçoklarının da yolu buraya uğrar. ABD’deki en eski İngilizce Ermeni gazetesinin editörü ile bir görüşmesinde soykırımın tanınmasını sadece Ermeniler için değil vatanı Türkiye’nin bunca zamandır peşini bırakmayan utançtan ve damgadan kurtulması için istediği söylediği rivayet edilir. Rivayet doğru mudur bilinmez. Geçmişin hayaletlerinden ve utancından kurtulmanın yolu zahmetli ama sonu ferah: Hafıza kapanında her şey siyah beyaz (iyi/ kötü, bizden/ onlardan, haklı/ haksız) tarih ise çok renkli, sesli ve olaylı.
* Berlin Humboldt Üniversitesi
Meraklısına iki kaynak:
Robert Greenfield (2012). The Last Sultan: The Life and Times of Ahmet Ertegun, Simon & Schuster.
Rifat N. Bali (1998). Bir Tarih Romanının Filme Çekilememe Serüveni. Musa Dağ’da. Kırk Gün’ün Hikâyesi, Toplum ve Tarih (170); 21-33.