Kokusunu içimize çektiğimiz, renklerini giyindiğimiz, seslerini dilimize kondurduğumuz; çabasız onunla bir olduğumuz yer, ülkemiz. Kendimizi daha bilmeden başlayan bir tanışma bu. Sonrasında, yani evrenin büyüklüğü karşısında sarsıldığımızda; ufacık, mini minnacık noktalar olduğumuzla yüzleştiğimizde duyacağımız o dehşetli yalnızlığa bizi hazırlayan güvenli evimiz belki de yurdumuz. Karunlarla, Harunlarla dolu bir tarihin değil de şimdi ve burada, sadece o tanıdık mahallenin bir parçası olmanın mutluluğu. Öylesine basit ve sakince. Ama yurdundan kovulmak, sürgün edilmek, insanın dilini, rengini, nefesini paramparça eder. Birden her şey yabancılaşır, bundan da kötüsü, düşmanlaşır.
***
Rumeli’nden Anadolu’ya göçe zorlandıklarında on yedi yaşında olan ninem, ölene kadar doğduğu Larissa’yı anlattı. Köyündeki ağaçları, bir daha hiçbir yerde göremediği için üzüldüğü mavi çiçekleri, yolda kaybettiği eşyalarını, arkadaşlarını… Ninem, içinde başka bir yurt taşıdığını gördüğüm ilk kişiydi. Hüzünlü değildi, Rumeli türküleri söylerken neşesi bütün evi doldururdu. Ama sanki koskoca ömrü, bir daha dönemediği köyü tarafından ele geçirilmişti. Üstelik, mutlulukla anlattığı yer, göç ettiği Anadolu’da düşman toprağı görülüyordu. Onu ve ailesini, yurt bildiği yerden yurttaş saydıkları kovmuştu.
***
Sürgün, kişisel ve toplumsal hafızalara kazınan ağır bir yük. Zedelenen güven duygusunu yeniden inşa etmeye, bazen koca bir ömrün bile yetemediği kadar hem de… Unutabilmek her ne kadar hayatın gerekliliğiyse, hatırlamak ve anmak da bir o kadar insanın huzura kavuşmasına yardımcı. Acısı, görmezden gelinen herkesin şifası eksik kalacağı gibi, yok sayılarak yüzleşmekten kaçınılan her haksızlık çoğalarak toplumsal belleğimizde daha kalıcı, daha derin bir yaraya dönüşür. Türkiye’deki Rumların göçe zorlandığı 1964 sürgünü de bunlardan biri. On binlerce insan evini, yurt bildiği yeri terk etmek zorunda kaldı. Gazeteci Melike Çapan’ın, Rumların İmroz’dan (Gökçeada) sürgün edilmesiyle yaşananları konu alan “Yeniden Buluşacağız: İmroz’un 1964 Belleği” sergisi tam da yaralarımıza dokunan bir hafıza çalışması.
***
Sergi, tehditler nedeniyle açılamadı. Gökçeada Kent Konseyi’nden yapılan açıklamada hafıza çalışmasının “Türkleri rencide ettiği” ve “devletin manevi şahsiyatını hedef aldığı” iddia edildi. Konsey Başkanı Bülent Aylı için serginin adı bile tehdit unsuruymuş. “Yeniden buluşacağız” sözünden başkanın çıkardığı anlam, yurdundan sürülmüş insanların hasreti değil, Gökçeada’nın işgali olsa gerek. Açıklamasının devamında ardı ardına yaptığı “bizim toprağımız”, “bizim ülkemiz” vurgusu da hem neden bir türlü iyileşemediğimizin hem de hafıza çalışmalarının ne kadar önemli ve gerekli olduğunun kanıtı gibi. Ada halkı, “devletimiz Rumlara verdiği hakları da gözden geçirmelidir” diyen başkan Aylı hakkında, nefret ve düşmanlığa sevk edici kışkırtıcı dili sebebiyle, suç duyurusunda bulunacağını açıkladı.
***
Ada halkının yaptığı açıklamada süreci özetleyen bir cümle var. Diyorlar ki, “Gökçeada güzelliğini ve yaşanabilirliğini, Rum toplumunun adada yüzyıllardır oluşturduğu yaşam pratiklerine, varlığına ve kültürüne borçludur.” Ve elbette herkesin cevabını merak ettiği o soru: “adanın geçmişinin konuşulması, belleklerin yenilenmesi ve yaşanmış acılarla yüzleşilme ihtimali neden bu denli ürkütücüdür?” Sahi neden? O pek bir kırılgan devletin manevi şahsiyatı ne zaman güçlenecek? Yüzleşince olmasın sakın?