“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”.
Kenneth E. Boulding
Burjuva iktisatçıları ve burjuva politikacıları ‘ekonomi büyüyecek, tüm sorunlar çözülecek’ diyorlar… Ekonomik büyüme tüm sorunların çözümünün ‘anahtarı, tüm dertlerin devası sayılıyor… Şimdilerde ekonomik büyüme burjuva uygarlığının dini haline gelmiş bulunuyor… Eğer yüksek oranlı, istikrarlı bir büyüme gerçekleşirse, yoksulluğun ve işsizliğin sorun olmaktan çıkacağı, tüm sıkıntıların aşılacağı, işlerin yoluna gireceği, toplumsal refahın gerçekleşeceği söyleniyor…
Küresel oligarşinin ve küresel plütokrasinin sözcüleri, akademi taifesi, medyanın ‘her şeyi bilen’ yazar ve yorumcuları bıkıp-usanmadan ‘büyüme marşını’ söylüyorlar… Ekonomik büyüme denilen gerçekten tüm insanî ve toplumsal sorunların çözümünün sihirli anahtarı mıdır? Bir ekonomi yılda %3 oranında büyürse, 23 yılda, %5 oranında büyürse 14 yılda Milli Gelir (GSYH) ikiye katlanır. Dönemin sonunda insanların durumunda da aynı oranda bir ‘iyileşme’ gerçekleşir mi? Eğer gerçekleşmiyorsa neden gerçekleşmez? Ekonomik büyüme ısrarla ileri sürüldüğü gibi işsizliğin ve yoksulluğun panzehiri midir? Eğer öyleyse onca büyümeden sonra işsizlik ve yoksulluk oranları dünyanın her yerinde neden artmaya devam ediyor? Ekonomik büyüme eşittir ‘kalkınma’ diye bir şey mümkün müdür? Ekonomik büyümeyle küresel oligarşi hızla zenginleşirken, toplumun çoğunluğu yoksullaşıyor ve sefalet derinleşiyor… Hepsi bu kadar da değil, ekolojik yıkım (doğa tahribatı) da derinleşiyor…
Esasen sorunların, çelişkilerin, olumsuzların, saçmalıkların gerisinde kapitalizmi yok saymak yatıyor. Kapitalizmi yok saymak da büyük ölçüde ‘ekonomik teori’, ‘ekonomi bilimi’, saf iktisat ( économie pure) denilen sayesinde mümkün oluyor… Aslında üniversitelerde ‘bilim’ diye okutulan ‘iktisat teorisinin’ misyonu ve varlık nedeni, şeylerin neden ve nasılını bilince çıkarmak değil, şeylerin üstünü örtüp, anlaşılmasını engellemektir… Velhasıl, ideolojik safsataları hikmetinden sual olmaz saf bilim saymakla ilgilidir… Oysa, iktisat bilimi denilip yüceltilenin bu dünyanın gerçekliğiyle ilgisi sadece bir tevatürden ibarettir… Eğer kapitalizmi yok sayarsanız, onu adıyla çağırmaktan ısrarla kaçarsanız, yeryüzünün efendilerinin ağzıyla konuşursanız, olup- bitenlere dair gerçeği söylemeye yanaşmazsanız, ekonomik büyümeyi kalkınma, ilerleme, vb. olarak sunabilirsiniz ama bu, yaptığınızın bir kıymet-i harbiye olduğu anlamına gelmez…
Kapitalizm büyüme ve zenginlik üretiyor ve sorunlar çığ gibi büyümeye devam ediyor… Büyümeyle birlikte insanî, toplumsal ve ekolojik sorunlar da büyüyor… Zira, kapitalizm dahilinde başka türlü olması mümkün değildir… Orada söz konusu olan kârın, dolayısıyla sermayenin büyümesidir… Başka türlü söylersek, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden ve yeniden üretilmesidir ki, her ileri aşamada sosyal ve ekolojik kötülüklerin de büyümesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır… O halde neden öyle oluyor? Neden devasa zenginlik artışına akıl almaz bir yoksulluk, sefalet, doğal çevre tahribatı eşlik ediyor? Ekolojik yıkım neden derinleşiyor, insanî değerler neden aşınıyor, neden her geçen gün güzel dünyamız yaşanamaz bir yer haline geliyor?
Herhangi bir insanî-toplumsal süreci tahlile girişildiğinde, bir dizi neden sıralamak âdettendir ama o kadarı olup-biteni yetkin bir şekilde kavramak, bilince çıkarmak için yeterli değildir… Bir nedensellik hiyerarşisi de oluşturmanız, bütün nedenler içinde asıl nedeni tespit edip, öne çıkarmanız gerekir. Bu yüzden olup-bitenleri, yaşanan süreci yetkin bir tarza anlamın, bilince çıkarmanın yolu kapitalizmi anlamaktan geçiyor ki, zaten anlamak aşmaktır denmiştir…
Günlük dilde Milli Gelir de denilen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) bir ulusal ekonomide bir yılda üretilen ve tüketilen mal ve hizmetler toplamının parasal ifadesidir. GSYH’deki değişmeler de büyüme oranı olarak ifade ediliyor. Alım-satım konusu olmayan şeyler GSYH hesabına dahil edilmiyor… Aile içinde gerçekleşen etkinlikler, üretilip-tüketilen şeyler dikkate alınmıyor. Gönüllü yapılan işler de… Herhangi bir şeyin milli gelir hesabına dahil edilmesi, parasal bir karşılığı varsa, parayla ifade ediliyorsa mümkün… Bir ülkede nüfusun %80’i, ürettiği ve tükettiği şeylerin %90’ını meta ilişkileri dışında, alım-satım konusu olmadan, parasal bir dolayımdan geçmeden gerçekleştirse, yediği-giydiği… şeylerin çoğunu kendi (aile içinde) üretip-tüketse, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmese, en azından mütevazı bir yaşam sürüyor olsa, aynı miktar üretimin ve tüketimin meta kategorisi dahilinde gerçekleştiği, paranın dahlinin yüksek olduğu, her şeyin parasal bir karşılığı olduğu bir topluma göre son derecede fakir, geri kalmış ve azgelişmiş sayılacaktır… Oysa, fakir ülkede yaşamanın zengin ülkede yaşamaktan en azından daha az sorunlu olduğu rahatlıkla söylenebilecektir…
Kapitalizm koşularında üretimin birincil amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak-tatmin etmek değil, kârı maksimize etmektir. Üretim, sermaye üretimi biçimini alıyor, bir amacın aracı olmaktan uzaklaşıp, kendi başına amaç haline geliyor ve dizginlerinden boşalıyor… Fakat üretim makinasının çalışması, yol alması, üretilenin satılmasıyla (realizasyonla) mümkündür. Ancak parası olan satın alabildiğine göre de üretimin yönü parası olanlara, satın alabilir durumda olanlara dönüyor… İşte, binlerce, on binlerce zararlı değilse gereksiz şeyin üretilip satılmasının nedeni bu… Kapitalist üretim süreci (sermaye birikim süreci) kutuplaşma yaratmadan mümkün değildir… Birileri için zenginlik yaratmak çoğunluğu yoksullaştırmadan mümkün değildir…
Yüz milyonlarca, milyarlarca insan yaşamak için gerekli (yiyecek, temiz içme ve kullanma suyu, konut, ilaç, vb.) yoksun iken, rezil reklamlar için milyarlarca dolar harcanıyor. ABD’de kozmetiğe yılda 8 milyar dolar, Avrupa’da dondurmaya 12 milyar dolar harcanıyor. Silah ve biber gazı ekmekle aynı kategoride sayılıyor… Ekonomik büyüme toplumsal refahın kaynağı değil ama bazı şeylerin, mesela silah ve reklam üretimi olmasa ekonomi küçülür ama refah artar…
Şimdilerde çözüm diye sunulanlar, sorunun kendisi haline gelmiş durumda… Şifa diye sunulan ilaç, hastalığın nedenine dönüşüyor. Burjuva uygarlığı, bir taraftan ürettiği maddi “refah” araçlarıyla bazılarının (azınlığın) maddi yaşam standardını yükseltirken, global düzeyde ve bir bütün olarak çoğunluğun yaşam kalitesini düşürüyor, çoğunluk için yaşam çekilmez hal alıyor…
Yaşanabilir ve sürdürülebilir bir toplum için olmazsa olmaz koşullar, özetle toplumsal eşitliği, özgürlüğü ve dayanışmayı, kadınların emansipasyonunu (özgürleşmesini-kurtuluşunu) esas alan, farklılığa ve çeşitliliğe saygılı, yetingenlik ilkesine bağlı (her türlü israftan kaçınmak anlamında), doğayla uyumlu ve gelecek nesilleri de gözeten bir toplum olabilir ki, öyle bir şey de kapitalizm dahilinde asla mümkün değildir… Velhasıl, paradigmayı radikal olarak değiştirmeden insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmadığının, olamayacağının bilinmesi gerekiyor…