Donald Trump’ın ABD başkanlığına giden süreçte mülteci, ilticacı ve göçmen karşıtlığı önemli bir rol oynadı. Amerika’nın “mültecilerle dolduğunu”, ülkeye giren yabancılar arasında “İslamcı teröristlerin olduğunu” iddia ediyor ve Meksika sınırına “güzel bir duvar” dikeceğinden söz ediyordu.
Seçim başarısında bu söylemlerin etkili olduğuna şüphe yoktur.
Birleşik Krallığı Avrupa Birliği’nden çıkarmak isteyen Brexitercilerin de en çok dile getirdikleri ve istismar ettikleri konu mülteci korkusu idi.
Almanya’da hızlı bir yükseliş yakalayan Almanya İçin Alternatif (AFD) partisinin kuruluş felsefesi, Almanya’ya giden mülteci ve göçmenleri geri göndermek ve Almanya’nın “Almanlığını” korumak vaatlerine dayanıyor.
2013 yılında kurulduğunda %5’lik bir desteğe sahip olan parti, yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı söylemleriyle bugün %21’ulaşarak ikinci büyük parti konumuna yükseldi.
İtalya’da Meloni benzer söylemlerle başbakanlık koltuğuna oturdu.
Birçok AB üyesi devlette aşırı sağ, mülteci karşıtı söylemlerle hızlı bir yükseliş içindedir.
Kıbrıs’ta da yabancıların “Helen Kıbrıs’ın DNA’ini bozduğunu” iddia eden ELAM’ın giderek güçlendiğine bir vakıadır.
AB üyesi ülkelerde son yıllarda seçim kampanyalarının birinci konusu mültecilerdir. Hatta, seçimlerin sonucunu etkileyen bir konudur bu!
Günümüzde milyonlarca insan mülteci ve göçmen olarak başka ülkelerde gelecek arıyorlar. Uluslararası Mülteci Örgütü (IOM) 2016 yılında 65,6 Milyon insandan söz ediyordu. Bu rakamın 2023 yılında 100 Milyona yaklaştığını söyleyebiliriz. Savaşlar, baskıcı rejimlerde insan hakları ihlalleri, etnik çatışmalar vb. gibi nedenlerle yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanların Avrupa Birliği ülkelerinden birine yöneldikleri gerçektir.
Mülteci ve göçmenlerin sayısının 10 Milyonlarla hesaplanmasının bir nedeni de, kuşkusuz, dünyamızın ekonomik açıdan eşitsiz bir gelişim içinde olmasıdır. Güney ve Kuzey kutuplar arasında var olan büyük eşitsizlik, deniz dalgalarıyla boğuşan ve boğulan göçmen dalgalarının oluşmasına yol açıyor.
Aşırı sağın mülteci karşıtı söylemlerinin temelinde iki kilit kavram vardır: Milli “Biz” ve Milli “Yurt”!
“Milli Biz” anlayışı, bir ülkede yaşayan yurttaşların aynı milli hassasiyetleri, kültürü, dili, dini paylaşmaları, aynı yaşam biçimine sahip olmaları, kısacası milli bakımdan “has” olmaları anlayışına dayanıyor.
Yurt kavramı ise milliyetçiliğin kurgulayıp romantize ettiği bir “ulusa has topraklar” olarak anlaşılıyor.
Yani, 19.yüzyılda yükselişe geçen etnik ve kültür milliyetçiliklerinin söylemlerini ve asimilasyoncu politikalarını 21.yüzyıla taşımak istiyorlar.
Oysa 21.yüzyılın demokratik toplumları kültür birliğine değil, demokratik yurttaşlık anlayışına göre örgütlenmişlerdir ve yurdu da o ülkede yaşayan, çalışan, emek koyan insanların yurttaşlık bilinci içinde bir arada bulunduğu topraklar olarak tanımlıyorlar.
Kuşkusuz, bu demokratik Biz ve demokratik Yurt anlayışı bir günde oluşmadı. Totaliter rejimlerin, etnik milliyetçiliğin ve faşizmin yol açtığı yıkıcı savaşlar ve milyonlarca insanın vatansızlığa mahkum edilmesinin sonrasında yeni bir sayfa açıldı ve Yurt ve Biz kavramlarının içeriği demokratikleştirilerek çapı genişletildi.
Günümüzde aşırı sağ, mülteci korkusu yayarak insanlığı adeta o eski karanlık günlere sürüklemek istiyor. Bunu yaparken de en çok yurt kavramını suiistimal ediyor.
Demokratlarla solcuların yurt kavramını aşırı sağın tekeline bırakması büyük bir yanlış olur. Önemli olan, yurdu demokratik ve çoğulcu bir anlayışla yeniden tanımlayarak aşırı sağın yurt-hamasetini boşa çıkarmaktır.
Nitekim Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier 2017 yılında yaptığı bir konuşmada çoğulcu bir yurt anlayışına dikkat çekmiş ve aşırı sağın söylemlerinin tam tersine, yurdu etnik kökenden bağımsız olarak bir arada yaşayan insanların ortak diyarı olarak tanımlamıştır.
Mülteci ve yabancı düşmanlığı konusunda bir kurum olarak Avrupa Birliği’nin de ciddi sorumluluğu vardır. Bugüne kadar ortak bir mülteci politikası geliştiremediği bir yana, özellikle Hristiyan Demokratlar ve onların partisi olan Avrupa Halk Partisi, söylemlerini “Avrupa Yaşam Biçimini korumak” gibi bu tikelci ve dışlayıcı bir yaşam biçimi anlayışıyla aşırı sağın değirmenine su taşıyorlar.