Devlet, çıplak bir sınıf egemenliğidir. Sınıfsal tahakkümün sürekliliğini sağlayan özel tipte bir örgüttür. Sınıfsal antagonizmanın sarih bir dışavurumudur. Sınıf mücadelesinin somut bir tarafıdır. Varlığı, sınıf mücadelesini koşullar.
Kapitalist devlet, kapitalizmin en temel çelişkisi olan üretim araçlarının özel mülkiyetiyle, üretimin kolektif karakteri üzerinden ontolojisini kurar. Bu durum çok boyutlu bir sınıf tahakkümünü koşullar. Sınıf mücadelesinin gerçek ve yaşanan bir şey olması devletin organikliğini ortaya koyar. Kapitalist devlet bu noktada sınıf tahakkümünün ve iktidarının en konsantre, en şiddetli ve en nüfuz edici aşaması olarak ele alınabilir.
Kapitalist devlet sermaye birikiminin ve sömürünün sürekliliğini sağlayan ve güvence altına alan bir aygıt olarak olarak işlev görür. E. Pasukanis kapitalist devlet örgütlenmesinin burjuva sınıfının bütünlükçü sınıfsal çıkarı üzerinden gerçekleştirdiğine vurgu yapar. Bu durum devletin yeniden yapılanması ve restorasyonu için de geçerlidir. Burada Pasukanis’in burjuva sınıf çıkarı ve bütünlükçülük vurgusu dikkat çekicidir. Ve kapitalist sistemin manik karakteriyle uyumludur. Kar ve daha fazla kar arzusu üzerinden şekillenen bu manik karakter, kapitalist devletin bir makina gibi hareket etmesini koşullar. Bu makine, sınıf tahakkümü ve artı- değerin gaspı üzerinden çalışır. Kapitalist devlet için sermaye birikim sürecinin korunması aslolandır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da devletin sınıfsal karakterine ilişkin önemli vurgular yapar: “Modern devletin yürütmesi bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”
Kısaca devlet tek tek kapitalistlerin değil, genel ve total anlamda burjuva sınıfın çıkarlarını savunur. İşçi sınıfına ve özel konjonktürlerde bireysel kapitalistlere karşı sınıfsal egemenliğin sürekliliğini sağlamakla mükelleftir. Bu dolayım devletin göreli özerkliğini ortaya koyar. Ama bu özerk görünümün ardında burjuva sınıfının “bütünlükçü” çıkarlarının korunması ve kollanması vardır. Devlet tartışmalarında en çok karıştırılan konulardan biri bu noktadır.
Devlet her yerde olma ve her şeye muktedir olma arzusunu simgeler. Bu arzu kapitalist sınıfın her şeyi metalaştırma ve sürekli kar arzusuyla birleşir ve ortak evrenlerini yaratır. Bu evrende işçi sınıfının yıkımı ve kadavraya dönüştürülmesi, doğanın ve kadının sömürgeleştirilmesi esas olandır. Sınıfsal tahakkümün ve iktidar ilişkilerin derinleştirilmesi ve normalleştirilmesi kapitalist devletin işleyişinin doğal parçasıdır.
Literatürde devlet analizleri
Marksist devlet teorisi üzerine tartışmalar, üç temel yönelimde ya da aks üzerinden şekillenmiştir.
Bunlar; devletin araçsal niteliği, devletin işlevsel niteliği, devletin yapısal niteliğidir. Bilindiği gibi Marx’ın birçok çalışmasında devlet üzerine çözümlemeler ve tahliller olmasına karşın Kapital gibi kapsamlı ve katmanlı özel bir çalışması yoktur. Marx bu konuyu hem 1844 gibi erken tarihte, hem de kapitalin dördüncü cildi olarak tasarlamış, gündemine almış, bir yazım stratejisi oluşturmuştur. Ne yazık ki devlet üzerine böyle bir çalışmayı gerçekleştirememiştir. Engels özellikle devletin kökeni üzerine yaptığı yol gösterici çalışmalarıyla dikkat çeker. Çalışması referans kaynağıdır. Ardından Lenin’in, Troçki ve Gramsci’nin çalışmalarını görürüz. Bu çalışmalar son derece ufuk açıcı ve derinliklidir. Daha yakın tarihlerde Althusser, Poulantzas ve Jessop gibi adlar öne çıkar.
Ağırlıkta literatüre devletin araçsal niteliği üzerinde yürüyen tartışmalar ve yorumlar hakim olmuştur. Özelikle II. Enternasyonal ve Rus Marksizminin araçsalcı yaklaşımı bir jargon haline dönüşmüştür. Araçsalcı vurgular devletin burjuvazi veya finans kapitalin bir sınıfsal tahakküm aygıtı ya da komitesi yönündeki açılımları ifade eder. Aynı zamanda kapitalist sınıflar ve devlet arasındaki dolaysız bağları inceler. Burjuva siyasi partiler ile kapitalist sınıflar arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşır. Hükümet politikalarının bu ilişki biçiminde şekillenişini analiz konusu yapar. Araçsalcı bakış ekonomik ve siyasi alanı egemen sınıf dolayımıyla aynılaştıran ya da eşitleyen bir eğilimdir. Kapitalizmin dolayımlarını kavramaktan uzak bu yaklaşım, eksik bir izahı hatta tek boyutlu bir izahı içirir. Kapitalist sistemin en karakteristik özelliği dolayımlar üzerinden kendini yeniden üretmesidir. Bu perspektifteki analizler, sınıfsal mücadelenin ritmini anlama, kavrama ve müdahale etmede sorunlar yaratmaktadır. Devletin statik bir olgu olarak anlaşılmasına yol açan bu yaklaşımlar, devletin organikliğini, sınıflar mücadelesine göre biçim alışını, rollerini, özerkliğini kavramaktan uzaktır. Devlet, aparatlaştırılarak edilgen ve tabi bir aygıta dönüşmektedir. Hem zor hem de ideolojik aygıtlarıyla sınıflar mücadelesinin ritmini belirlemede ve sınıfsal tahakkümün içselleştirmesindeki rolü görülmemektedir.
Devletin işlevsel niteliği sınıf hakimiyetini ve işçi sınıfı başta olmak üzere alt sınıfların kontrol altında tutulmasını ve bu yönde aldığı biçimleri ifade eder. Aynı zamanda işlevsellik sermaye birikimi önündeki her türlü engelin kaldırılmasını içerir. Bu nokta devletin sınıf savaşları içinde asli yönlerini açığa çıkarır. Kapitalist devlet bir yandan alt sınıflardan doğacak tehlikeyi bertaraf etmekle yükümlüdür, diğer yandan alt sınıflar üzerinde rıza mekanizmaları üretmekle mükelleftir. Bu birbirini besleyen faktör sermaye diktatörlüğünün inşası ve sürekliliği anlamına gelir. Devlet bu noktada konsantre bir karşı devrimci yapı olarak karşımıza çıkar. Burjuva sınıf iktidarının kristalize olmasını sağlayan, bu iktidarın düğüm noktalarını birbirine bağlayan bir ağ olarak hayata nüfuz eder, sınıf mücadelesinin bir tarafı ve kahr olarak şekillenir.
Devletin yapısal niteliği ise öz olarak bir iktidar konsantrasyonunu anlatır. Saf bir sınıf egemenliğini açıklar. Baskı ve tahakküm bu egemenliğin ruhunu belirler. Şiddet tekelini elinde bulundurması ve bunun meşru oluşu modern Leviathan olarak şekillenmesini beraberinde getirir. Bu yön devletin sınıfsal antagonizmanın bir ürünü ve tezahürü olduğunu ortaya koyar. Sovyet Marksizminin ekonomik belirlenimciliğine ya da indirgemeciliğine bir reaksiyonu ifade eden devlet üzerinde yapısalcı analizler içinde Poulantzas özel bir yerde durur. Poulantzas’ın analizleri dikkat çekicidir. Poulantzas devlet aygıtının özgün ve ilişkisel karmaşıklığı inceler, ayrıca burjuva sınıf stratejilerini analiz eder. Ve kapitalist devlet tipinin farklı tarihsel koşullarda biçim alışını Olağan ve Olağanüstü devlet biçimleri olarak değerlendirir. Aslında vurgusu sınıf mücadelesinin yalnızca devlet aygıtı ve sömürülen sınıflar arasında olmadığını, bir düzeyde devlet aygıtının içinde de seyrettiği anlatır. Özellikle bu vurgu Poulantzas’ın demokratik sosyalizm perspektifine zemin açan bir niteliktedir. Poulantzas bu argümantasyonla devleti içeriden fethetmeye dair bir teorik arka plan örer. Yapısalcı analizlerin en temel eksikliği siyasi öznelerin müdahalesine açık olmayan bir tablo ortaya koymalarıdır.
Öğrenen ve tecrübelenen bir örgüt
Literatüre farklı saçak ve yönelimleri de içinde taşıyarak giren üç temel argüman/ekol üzerinden gelişen devlet analizleri kompakt bir bütünlüğün farklı tezahürleridir.
Aslında Devlet hem o, hem o, hem o’dur. Yani araçsal, işlevsel ve yapısal karakterleriyle bir bütünlüğü, katmanlılığı ve çok yönlülüğü içinde taşır. Bu karakter ve özellikler grift bir şekilde birbirini tamamlar ve içiçe geçer. Sınıflar mücadelesinin farklı momentlerinde ya da özel konjonktürlerinde – küresel gelişmelere ve dinamiklere de bağlı olarak bir özelliği öne çıkabilir veya dominant hale gelebilir.
Kapitalist devlet yapısal, işlevsel ve araçsal özellikleriyle artı- değer sömürüsünü sürekli kılan ve güvenlik altına alan “kolektif kapitalisttir.” Aynı zamanda sınıf mücadelesi içinde şekillenen, kendini yeniden üreten ve işlevlendiren organik bir gövde ve karşı devrimci bir yapıdır. Ve kapitalist sistemin varoluşu üzerinden kendini var eden ve varlığı kapitalist sistemin varlığına bağlı, Marx’ın deyimiyle hayata nüfuz eden bir makinadır. Ancak böylesi bir yaklaşım devletin sınıflar mücadelesi içindeki rolünü, sermaye sınıfıyla ilişki biçimlerini, kendini üretme kapasitesini ve organik karakterini, ideolojik ve zor aygıtları arasındaki ilişkiyi ve birbirini tamamlayan ve koşullayan yönlerini ve bu aygıtları kullanmadaki becerisini, özel tip bir örgüt olarak öğrenme ve tecrübelenme özelliklerini kavrayabilir.
Modern Leviathan
Marx ve Engels devletin kökeni ve işlevi, niteliği, egemen sınıflarla bağı, ilişkilenme biçimi, kapitalist üretim tarzıyla ilişki düzlemi, fonksiyonları, gücü, teşkilat karakteri ve biçimleri özelinde oldukça zengin analizler yapmıştır. Kendi teorik ve felsefi gelişim süreçleriyle de bağlantılı bu analizler, önce devleti tanımlama, onun sivil toplumla bağını irdeleme şeklinde biçimlenmiş, daha sonra modern devletin sermayeyle ilişkisi ve sınıf mücadelesi içindeki rolü üzerine yoğunlaşmıştır. Marx sonrası Marksist cenahtaki devlet üzerine yürütülen tartışmaların ve yorumların aslında bu analizlerin birinin ya da birkaçının üzerinde yoğunlaşmaları dikkat çekicidir.
Kişisel okumalarım sonucunda Marx ve Engels’in devlet analizlerinin yedi parametre üzerinden şekillendiğini düşünüyorum. Marx ve Engels’in devlet üzerine ilk dönem analizleri önce Hegel’in etkisini taşır ve Hegel’le girdiği polemiklere göre şekillenir, ağırlıkta sivil toplum, politik toplum ilişkisi ekseninde yürütülmüştür. Marx bu dönemde henüz kapitalist üretim tarzı üzerine yoğunlaşmamış ve kapitalist üretim ilişkileri ile kapitalist/ modern devletin ontolojik bağını keşfetmemiştir.
Kısa süren bu dönem aynı zamanda Hegel’den kopuş sürecidir. Yine Marx’ın ilk çalışmalarında etkisi olan kimlik Engels’in “ Hepimiz bir anda Feuerbach’çı olmuştuk” dediği döneme tekabül eder. Marx, Feuerbach’ın eleştirel felsefesinin etkisinde kalarak (bu süreç aynı zamanda Hegel’den kopuş sürecinin bir parçası olarak işleyecektir) devlet üzerine çözümlemeler yapar. Ağırlıkta bu analizler mekanik materyalist yorumları içerir. Alman İdeolojisi’yle birlikte bu dönem aşılacaktır. Özellikle kitabın birinci bölümünün sonunda ele alınan Feuerbach Üzerine Tezler; Feuerbach felsefesinin eleştirerek aşılmasını simgelemektedir (yaşanan aslında kopuştan kopuş sürecidir). Ardından Marx ve Engels’in devlet sorunsalını tarihsel materyalist bir perspektifle ele aldığı dönem başlayacaktır.
Bu kısa vurgulardan sonra yukarıda söz ettiğimiz parametreleri şöyle açıklayabiliriz:
I-Parazit Devlet: Marx ilk kuramsal açılımlarında modern devletin sivil toplumla uzlaşmaz karakterine vurgu yapar. Doğu despotizmini incelediği çalışmalarda devleti, toplum üzerinde duran Parazit olarak değerlendirir.
II- Üst yapı kurumu olarak devlet: Marx devlet ve hukukun ekonomik alt yapıya dayalı, üst yapı kurumları olduğunun altını çizer. Bu ayrıştırıcı tanım çok önemlidir. Ve en az anlaşılan veya en çok speküle edilen konudur. Burada Marx, ekonomik indirgemecilik üzerinden tanım yapmaz tam tersine bir diyalektiğe vurgu yapar. Yani üst yapı, alt yapının pasif bir uzantısı değildir. Marx son tahlilde ekonominin belirleyiciliği üzerinde durur ve ağırlıkta alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik bağı inceler ve modern devlette bunun biçim alışı üzerine yoğunlaşır.
III- Düzen sağlayıcı olarak devlet: Engels’in devlet analizlerinde yer alan bu vurgu, devletin karşıt sınıfların savaşımını düzenlemek, sınıf savaşlarını kontrol altında tutmak ve yatıştırmak, egemen üretim biçiminin kendini yeniden üretmesini ve sınıf egemenliğinin sürekliliğini sağlamakla ilgili yönleri içeren bir kavramlaştırmadır. Engels’in bu tanımlaması devletin sınıf çelişkilerinin ve sınıf uzlaşmazlığın bir ürünü ya da tezahürü olduğu anlayışına dayanır ve oldukça kapsamlı devlet analizinin kapılarını aralar.
IV- Bir zümre yönetimi olarak devlet: Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ve özellikle Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i çalışmaları bir zümre olarak devlet analizi üzerinde durur. Bu muazzam eserler Fransa’da İç Savaş’la birlikte tarihsel materyalizmin gerçek manada sınıf mücadelesine ve bu mücadelenin ritmine yetkin bir şekilde uygulanmasını içerir. Teori ve pratiğin müthiş bir rezonansı kurulur. Fransız Üçlemesi belki doğru bir tabir olmasa da net bir tanımlama yapmak açısından Marksizmin siyaset felsefesinin en muhteşem çalışmaları olarak ele alınabilir. Marx bu eserlerinde özellikle 18. Brumaire’de sınıf mücadelesinin seyri ve özgünlüğüne bağlı olarak devletin tam özerklik ve yarı özerkliği üzerinde durur. Özgün bir momenti ele alır ve Bonapartizm analizini itinayla yapar. Bu özgün moment devletin göreli özerkliğini ifade eden dinamikleri içinde taşır. Bonapart, egemen sınıfların koruyucusu aynı zamanda sınıfsal tabanı küçük mülk sahibi olan köylünün “kurtarıcısı”, “güçlü bir otorite, öteki sınıflara karşı koruyucu” bir imgedir.
Bonapartizm burjuvazinin sosyal varlığını kurtarabilmek için siyasal varlığını feda edişini simgeler. Ve en belirleyici özelliği yürütme gücünün özerkliğidir. Marx, Bonapartizmi burjuva devlet aygıtının son biçimi olarak tanımlar ve burjuvazinin proletarya devrimine karşı son sığınağı ve aynı zamanda onun mezarıdır diye vurgu yapar.
V: Sınıf egemenliği aracı olarak devlet: Marx, devleti ayrıca burjuvazinin ortak işlerini yürüten komite ya da aygıt olarak tanımlar. Marx, devlet için “ücretli emeğin, sermaye tarafından sömürülmesinin aletidir” der. Aynı zamanda egemen sınıfın alt sınıflar üzerinde baskı ve tahakküm aygıtı olduğunu yazar. Bu açılımlar araçsalcı ekolün öne çıkardığı temel referans noktalarıdır.
VI: Kamusal bir güç olarak devlet: Engels devletin doğuşuyla ilgili yazılarında bu tabiri kullanır. İşbölümü ve sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte devletin nesnel zeminleri oluşur. Bu süreç bir başka biçimde idari bağlamda uzmanlaşmış bir yönetici sınıfın varlığını koşullar. Engels’in yönetme erkine yönelik bu açılımları önemlidir. Bu erkin sürekliliği toplumun iradesizleştirilmesi manasına gelecektir. Ayrıca Engels, ordu, özel birlikler, polis gibi devletin şiddet tekelini simgeleyen kurumlara vurgu yapar. Sınıf egemenliğini sürekli kılmaya ve güvenliğini almaya yarayan bu kurumlar aynı zamanda devletin şiddet tekelini elinde tutmasını sağlar. Devlet tartışmalarında önemli yeri olan toplum sözleşmeleri aslında devletin şiddet tekelini elinde tutmasını meşrulaştırır.
VII. Politik egemenlik sistemi olarak devlet: Yine Engels, devletin esas işlevlerinden birinin sınıf mücadelesi ya da savaşının sistem sınırları içinde tutmaya yarayan bir egemenlik sistemi olduğunu belirtir. Engels’in bu vurgusu son derece önemlidir bütün devletler ve özelde kapitalist devlet sınıf mücadelesinin ritmini kontrol etmek, sınıf savaşımı yönlendirmek ister. Sistemin asla bir risk içine girmemesi yönünde hareket eder. Kapitalist sistemin bekası ve işleyişinin riske girmemesi devletin sınıf savaşları içinde konumlanması, kendisini yenilemesi ve yeniden yapılanmasına bağlıdır.
Yukarıda konsantre biçimde açmaya çalıştığımız bu parametreler aslında Marksist literatürde devlet teorisi üzerine farklı yoğunlaşmaları ifade edecek içeriktedir. En başta şunu belirtmekte yarar var: Marksizm devleti sınıfsal ve tarihsel bağlamı üzerinden ele alarak analiz konusu eder. Özellikle 1871 Paris Komünü deneyimi son derece önemli bir pratik olarak ele alınır. Marx Fransa’da İç Savaş çalışmasında bu deneyimi son derece yetkin bir şekilde analiz eder. Ve artık modern/kapitalist devlete bakış nettir; devleti devrimci şiddetle yıkmak esastır. Lenin Paris Komünü’nün ve Marx’ın yolunu izleyerek Devlet ve İhtilal’i yazar. Aslında kitap öz olarak şunu anlatır: “Onların devleti varsa, bizim de devrimimiz” var. Ve devletin devrimci şiddetle yıkılmasını temel alır. Bu noktada kısa bir alt çizme yapmamız gerekirse Marksizm ve Devrimci Anarşizm aynı perspektifle hareket ederler. Fark Devrimci Anarşizmin devleti tarihsel ve sınıfsal bir perspektiften uzak ele alması ve devleti kötülüğün temel kaynağı gibi bir metafizik olgu olarak değerlendirmesidir. Bu eksik yaklaşımlarına karşın Devrimci Anarşizmin yıkma eylemine verdikleri önem ve özgürlük tutkuları taktire şayandır.
Tarihsel momentumlar
2008 yılında finans krizi olarak dışavuran kapitalizmin yapısal/sistemik krizi sınıflar mücadelesinde yüksek bir konjonktürün önünü açtı. Sınıflar mücadelesinde küresel düzeyde yeni bir momenti simgeleyen kriz, kapitalist devletin yeniden yapılanmasını zorunlu kıldı. Multi-kriz (ekonomik krizin yanında, siyasal ve sosyal kriz, uygarlık krizi, emperyal özneler arasında hegemonya krizi, gıda krizi) şeklinde gelişen/biçim alan kriz, sağlık krizi ve ekolojik krizle birlikte kapitalizm varoluşsal bir kriz içine girdiğini ortaya koyuyor. Aynı zamanda böylesi kriz dalgaları sınıfsal antagonizmayı şiddetlendiren dinamiklerin önünü açıyor.
2009 yılıyla birlikte günümüze kadar küresel düzeyde üç dalga halinde yükselen sınıf ve kitle hareketleri bunun somut göstergesidir. Yine içine girdiğimiz dönem emperyalist- kapitalist sistemin tarihindeki asalaklaşma ve çürümesinin en ekstrem noktaya ulaştığı dönemdir. (Oxfom 2019 yılı araştırmasında, 26 tane milyar dolarlık en zenginin servetinin, dünya nüfusunun yarısına eşit olduğunu ve 3 Afrika kökenli yine milyar dolarlık zenginin kıtanın bütününde yaşayanların servetinden daha fazla gelir sahibi olduğunu açıkladı.) Kapitalist- emperyalist sistemin sürdürebilirlik zeminin ortadan kalktığı bu koşullarda kapitalist devlet, karşı devrimci özel tipte bir örgüt olarak sınıflar mücadelesini kontrol etmek, sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak, olası riskleri (kent ayaklanmaları gibi, OECD değişik raporlarında bu olasılık üzerinde durup, devletlerin acil önlemler alması yönünde raporlar yayınladı) hesaplayıp yeniden konumlanmak, sınıf mücadelesini ritmini göre biçimlenmek, işçi sınıfını atomize etmek ve artı-değer sömürüsünü garanti altına almak için yeniden yapılanıyor. Yeni devlet, sistemin olağanüstü asalaklaşmasına, içine girdiği varoluşsal krize ve küresel düzeyde sınıfsal antagonizmanın şiddetlenmesine bağlı olarak re-organize oluyor, yeniden konumlanıyor ve yeni işlev kazanıyor.
Devletin kapitalizmin gelişimine ve krizlere aynı zamanda sınıf mücadelesinin yükseliş ve alçalışına göre biçimlenişini tarihsel olarak net şekilde görebiliriz. Nitekim Marx, 1847-1850 arasında yaşanan dünya ticaret krizini, 1848 Devrimlerini ya da kıtayı saran devrim dalgasını ve Avrupa’daki sınıflar mücadelesinin/devrimin odağı olarak şekillenen Fransa’da gelişmeleri irdelemek için materyalist tarih anlayışının somutlandığı Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-1850) ve Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i yazmıştır. Aslında Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde işlediği konuyu, 18. Brumaire’de başka bir perspektifle yeniden ele aldı. Marx, çalışmasında 1848- 1852 arasındaki 4 yılı detaylı bir şekilde analiz ederek bir olağanüstü devlet biçimi olan Bonapartizmin anatomisini ortaya koydu. Yeni sınıf savaşlarının koşullarını irdeledi ve yeni devlet aygıtını analiz etti. Bu teorik çaba sınıf savaşların seyri ve işçi sınıfın taktik ve stratejilerine önemli bir katkı sağlamayı amaçladı. Devletin niteliğini tartışmak bir anlamda devrimin imkanını aramak anlamına gelir.
Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ve devrimin bir dünya devrimi karakterinde gelişmesi, devrimci dalganın başta Almanya olmak üzere (1918-1923), Avusturya (1920). Macaristan (1919) ve İtalya’yı sarması (1920) ve işçi sınıfın iktidar hamleleri finans kapitalin ontolojik korku yaşamasına yol açtı. 1922 gibi erken bir dönemde İtalya’da kitlesel temelini küçük burjuvazi, küçük mülk sahibi köylülüğün oluşturduğu ve bir kitle hareketi olarak gelişen ve sokaktan iktidara yürüyen, sınıfsal özünü finans kapitalin oluşturduğu faşist hareket iktidara geldi. Mussolini liderliğinde Faşist devletin inşası başladı. İtalya gibi işçi sınıfının devrimci ayağa kalkışının yaşandığı ve yine İtalya gibi işçi konseylerinin kurulduğu ve beş yıl gibi uzun devrimci bir durumun yaşandığı Almanya’da, Hitler faşizmi 1932 yılında iktidara geldi. 1934’te Şubat Ayaklanması sonrasında Avusturya’da, Macar Sovyet Cumhuriyeti 1919’da yıkıldıktan sonra Macaristan’da M. Horthy liderliğinde faşist rejim kuruldu. Kısaca I. Paylaşım Savaşı ve yıkımı, Ekim Devrimi’nin yarattığı muazzam atmosfer ve kıtada işçi sınıfın devrimci ayağa kalkışı ve konsey pratikleri, 1929 Dünya Ekonomik Krizi ya da kapitalizm genelleşmiş krizi yeni ve olağanüstü kapitalist devlet biçiminin yani faşist devletin ortaya çıkmasına yol açtı. Faşist dalga kıtanın bütününü sardı. Bu süreç sınıflar mücadelesinde yeni bir dönemin habercisi oldu.
Faşist devlet olgusu bir boyutuyla devrim ve karşı devrim sarmalını ifade etti, diğer boyutuyla işçi sınıfın iktidar hamlelerine karşı (ülkeden ülkeye farklı özgünlükler, oluşum ve gelişim seyri gösterse de) sürekli ve sistematik bir karşı devrimci hareket olarak biçimlendi. Faşist devlet karşı devrimin en konsantre hali olarak şekillendi. İçinde alt sınıfların da azımsanamayacak katılımının olduğu bir kitle hareketi olarak gelişmesi en çarpıcı yönü oldu. Klasik ya da I. Kuşak faşizmler kitlesel bir hareket, parti ve devlet olarak finans kapitalin en militan ve yıkıcı gücü gibi hareket etti. Faşist devlet, devrim ihtimali ve yıkıcı krize karşı bir reaksiyondu ve kapitalist devletin yeni biçim alışı olarak inşa oldu. Faşist devlet müthiş bir kitle desteğiyle, zor ve ideolojik aygıtlarının hızlı ve radikal olarak yeniden yapılanmasıyla, sermaye birikimin önündeki tüm engelleri kaldırarak ve izlediği emperyalist politikalarla sermaye diktatörlüğünün en yetkin örneklerinden birini oluşturdu. Bir manada “sivil toplumu” devletin içinde eriterek çok yönlü kolektif rıza mekanizmaları yaratıp, sermayenin tahakkümünün kitleler tarafından arzulanarak içselleştirilmesini sağladı. Savaş ve zengin faşist pratikler bu noktada son derece önemli roller oynadı.
Esnek yayılmacı ve avcı
İçine girdiğimiz konjonktür de yukarıda örneklerini verdiğimiz olağanüstü momentumlar niteliğindedir. Sınıflar mücadelesinin yeni dinamikleri yeni devletin inşa sürecini önünü açmaktadır. Özellikle son 40 yılda uygulanan neo-liberal kapitalizm, yeni devletin nesnel zeminlerini ortaya çıkardı. Yeni devletin en dikkat çeken özelliği finans kapitalle paralel bir yaşam sürdürmesidir. Bir başka anlamda finans kapitalin varlığı, kendi varlığını koşullamaktadır. Başka bir deyişle yeni devlet varlığını, finans kapitalin varlığıyla özdeşleştirmektedir.
Karşımızda bir aygıttan öte aygıtlar ağı var. Yani yeni devlet gerçek manada özel tip/özel bir tür örgüt olarak konumlanmış durumda. Yeni devlet kapitalist sistemin enterkonnekte niteliğine bağlı olarak ve bu niteliğinin derinleşmesiyle, küresel finans kapitalin ihtiyaçlarına uygun biçimde yeniden işlevleniyor. Sermayenin uluslararasılaşması ile devletin uluslararasılaşması arasında ilginç paralellikler ve ortak angajmanlar bulunuyor. Sermayenin küresel yönelimleri, hamleleri ve arayışlarına yeni devlet, bütün millilik söylemlerine karşı cevap üretiyor, bir güvenlik kuşağı oluşturmakla kendini mükellef sayıyor. Buradaki vurgumuz ulus devletin yok olduğuna ya da işlevsizleştiği yönünde bir vurgu değil, yeni devletin biçimlenişi ve yeni işlev kazanmasına ilişkindir. Küresel mali sermayenin ihtiyaçları yeni devletin ontolojisini belirliyor. Buradaki ilişki bir tabilik ve edilgenlik üzerinden değil, tam tersine aktif bir rol alışla kendini dışa vuruyor. Kapitalist emperyalist sistemin entegrasyon düzeyinin derinleşmesi ve nüfuz edişi her sermaye fraksiyonun uluslararası sermayeyle ilişki ve entegrasyon ihtiyacını zorunlu kılıyor.
En başta kapitalist sistemin bir dünya sistemi olduğu ve enterkonnekte karakter taşıdığı göz ardı edilmemelidir. Yani aslonan, küresel finans kapitalin artı-değerin artırılması ve artı-değerin realizasyonu doğrultusunda hayata geçirdiği stratejilerin aksatılmamasıdır. Ve bu yönde işçi sınıfının atomizasyonu ve enkazlaştırılması stratejik önem taşımaktadır. Yeni devletin asli varoluşu bu stratejileri hayata geçirmektir. Bir başka ifadeyle uluslararası kapitalist işbölümü son derece grift ve birbirini tamamlayan, iç içe geçmiş ve entegrasyon kapasitesi olağanüstü yükselmiş bir boyutadır. Bu noktada herhangi bir aksama sistemin istikrarını bozacak, tıkayacak, sarsacak içeriktedir. Pandemi süreci bunun somut pratiklerinden biri oldu.
Finans kapitalin bu manada kar realizasyonunu bozacak gelişmeler stratejik sorun anlamına gelmektedir. Yeni devlet finans kapitalin bu ve benzeri ihtiyaçlarına ve özellikle sürekli ve daha fazla kar arzusuna yani manik karakterine uygun biçimlenmekte ve işlevlenmektedir. Örneğin M. Buravoy fabrika rejimleri, despotik emek rejimleri kavramını fabrika ve çalışma alanıyla sınırlamaz, daha geniş perspektifte ele alır, emek rejimlerini kapitalist devlet ve siyasi rejimle ve hükümetlerin izlediği politikalarla bağlar kurarak açıklar. Artık bu boyut sermayenin uluslararasılaşmasına bağlı olarak derinleşmiş, küresel mahiyet kazanmıştır. Yeni devlet küresel finans kapitalin stratejilerine uygun biçim alarak konumlanmakta ve işlevlenmektedir.
Devletin tüm kurum ve yapılarıyla şirketleşme süreci de tam bu noktada devreye girmektedir. Karşımızda küresel mali sermayeyle içkin bağları olan kapitalistleşmiş bir şirket devlet bulunmaktadır. Türkiye kapitalizminin küresel tedarik odaklarından biri olmaya aday olması ve Anadolu ve Kürt illerinin küresel fabrikanın atölyesine dönüşmesi ve devletin hızla ve radikal bir şekilde kapitalist şirketleşme süreci vurgularımıza en iyi örneklerden birini oluşturmaktadır. Aslında süreç “kolektif kapitalist” olarak devletin şirketleşmesi ve şirket devlet olarak inşası şeklinde biçimleniyor.
Bu gelişmenin önemli bir ayağı sendikalardan barolara, farklı odalardan, derneklere ve “sol” partilere kadar sivil toplum örgütleri olarak tanımlanan yapıların da şirketleşmesidir. Bu yapılar hızla devletin organik parçası olmasa da onun organik parçası gibi hareket etmeye başlayarak, yeni rıza mekanizmaları üretme işlevi kazanmaktadır.
Küresel mali oligarşi bir anlamda hayatı bütünüyle kuşatmakta ve onun çekirdeğini fethetmektedir. Yeni devlet, devletin zor ve ideolojik aygıtların içice geçtiği, farklı düzlemlerde birbirini yeniden şekillendirdiği özellikler taşımaktadır. Bu durum son derece yüksek ve nüfuz edici ideolojik hegemonyanın kurulması anlamına gelmektedir. Bir manada şirket devlet için muteber vatandaşlar “yetiştirilmektedir”. Muteberlik riayet, rıza gösterme, müşterileşme üzerinden ortaya çıkar. Yeni rıza mekanizmalarının asıl hedefi ise sınıfın felç olması ve kadavralaştırılmasıdır. Muteber sol da bu sürecin parçası olarak tablodaki yerini almaktadır. Artık muteberlik yeni devletin makul sınırları belirlediği ölçütüdür. Aynı süreç diğer yandan toplumun yoğun apolitizasyonu ve kültür endüstrisiyle yıkımı ve aptallaştırılması olarak işlemektedir. Yani egemen ideoloji, kültürel metalarla toplumu kuşatmakta ve içselleştirilmektedir.
Yeni devlet iki zemin üzerinden karşı devrimci ve yüksek oranda yıkıcılığını ortaya koymasıyla dikkat çeker. Tarih ve gelenek olarak beslendiği kanallar ve küresel düzeyde ortaya çıkan karşı devrimci deneyimler yeni devleti yetkinleştirmekte ve hamle gücünü artırmaktadır. Örneğin Türkiye’de devlet geleneği Pers, Bizans, Selçuklu ve Osmanlıya dayanmaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti bu tarihselliği kapsayan sınıf mücadeleleriyle ve deneyimleriyle şekillenmiştir. Aynı vurguyu Almanya için yapabiliriz. Almanya devlet olarak Prusya İmparatorluğu (Bismark Bonapartizmi), Weimar Burjuva Cumhuriyeti (Karşı devrim üzerinden inşa edilen), III. Reich (Faşizm) ve Federal Almanya (Soğuk Savaş dönemi ve burjuva cumhuriyeti) tarihselliğine ve sınıf mücadelesi pratiklerine dayanır. Sınıf mücadelesinin her tarihsel momenti farklı kapitalist devlet biçimlerinden birini ortaya çıkarmıştır. Alman devleti bu tarihsel deneyimlerden öğrenmiş ve tecrübe biriktirmiştir. Ayrıca küresel düzeyde aktüel olarak yaşanan her karşı devrimci pratik yeni devletin reflekslerini belirlemekte ve deneyimlenmesini sağlamaktadır.
Daha net ve açıklayıcı bir ifadeyle yeni devletin, jel özelliklerine sahip bir istilacı ve gerektiği zaman ortaya çıkan bir predatör gibi biçimlendiğini söyleyebiliriz. Yeni devletin jel karakteri onun yaşamın her alanına kolaylıkla nüfuz edebilmesini sağlıyor. Yeni devlet, sınıflar mücadelesinden öğrenip tecrübe biriktiriyor. Daha esnek ve sürekli hareket etme kabiliyetine haiz. Yüksek manevra yapabilme beceresi gösterebiliyor. Sermayenin aklı ve ruhuyla bütünleşmiş, sınıf mücadelesinin momentlerine uyum sağlama özelliği kazanmış durumda. Yapay zeka gibi yeni teknolojilerle bilginin tekelini kontrol etmesi, enformasyonu bütünüyle denetlemesi ve gerçekliği çarpıtarak kitleleri kolaylıkla manipüle edebilmesiyle dikkat çekiyor. Aynı zamanda jel niteliğiyle hayatın her alanına sızan, müdahale eden, muhalefetinden öğrenen, onu kendi belirlediği alana sıkıştıran ya da bu alanda yaşamasına, hareket etmesine – politika yapmasına izin veren, ona konfor alanları açan özellikler taşıyor. Kısaca birçok parçanın bir araya gelmesiyle oluşmuş ve birçok parçanın özerk çalışabildiği bir ağ sistemiyle karşı karşıyayız.
Yeni devlet aynı zamanda bir predatör, yani kusursuz iz sürebilen bir avcı. Finans kapitalle devlet arasında ilişkiye dokunulmadığı sürece ortada görünmüyor. Teknolojinin yarattığı olanaklarla tam kontrol ağı oluşturarak izliyor, infrared algılıyor, kaydediyor, yüksek tolerans gösterebiliyor. Fakat belirlenen sınırların dışına çıkıldığında hızla etkisizleştiriyor, irade kırıyor ya da imha ediyor. Predatör, modern Leviathan’ın en karakteristik özelliği olarak dikkat çekiyor.
Yeni devlet aynı anda ikili rejim uygulama kabiliyeti gösterebiliyor ya da aynı anda veya hızla iki kapitalist devlet biçimini hayata geçirebilen nitelikleri üzerinde taşıyabiliyor. Bu zamana kadar daha kategorik ele alınan devlet biçimleri yeni dönemde içiçe geçerek, eş zamanlı varlık gösteriyor. Farklı gerçeklikler aynı anda aynı coğrafyada yaşanabiliyor ve bu normalleştiriliyor. Bu noktada Beyrut’un bir tarafında iç savaş yaşanırken, diğer tarafında insanların lüks kafelerde keyifle kahve içmeleri örneği verilebilir. İç savaş ve konfor alanları aynı düzlemde varlık göstermektedir. Diyarbakır’da Sur yerlebir edilirken kentin diğer yakasında yaşamın aksamadan sürmesi ya da Türkiye’nin batısı ile Kürt coğrafyasının gerçekliği arasında derin bir uçurum olmasının normalleşmesi daha yakın örnekler olacaktır.
Yeni devletin işlevsel geçişkenliğine çarpıcı bir örnek de Katalonya pratiğidir. 2017’de Katalonya’nın bağımsızlık referandumu sonrası İspanya devletinin faşist çekirdeğinin harekete geçmiştir. Referandum sonuçları tanınmamış, devlete başkaldırı suçlamasıyla Katalan milletvekilleri tutuklanmış, özerk yönetimin yetkilileri görevlerinden azledilmiştir. Ülke dışına çıkan meclis başkanının Belçika tarafından İspanya’ya teslim edilmesi ve Avrupa Birliği’nin referandumu yok sayması burjuva demokrasisinin sınırlarını göstermesi ve faşist uygulama ve pratiklere hızla geçişin (başka bir momentte de faşizme geçişin) aktüel örnekleri olabilir.
Yeni devlet, yüksek rıza mekanizmaları üretme yeteneğiyle de dikkat çekmektedir. Yukarıda da belirtiğimiz bu nokta yeni dönemde itaat ve rıza mekanizmalarının modern teknolojiyle desteklenmiş biçimlerini gündeme getirmektedir.Yeni devlet her devlet gibi muktedir ve merhametsiz bir devlet olarak inşa oluyor. Çok boyutlu sınıf tahakkümü üzerinden ontolojisini kuruyor. Sermaye diktatörlüğünün yeni biçimi olarak son derece tehlikeli, alt sınıfları bloke eden, kapitalizmin aktüel yok ediciliğini üzerinde taşıyan, geçmiş olağanüstü devlet biçimlerinin tecrübesinden yararlanan, esnek ve sınıflar mücadelesinin ritmine göre şekil ve işlev kazanan yeni ve yıkıcı kapitalist devlet biçimiyle karşı karşıyayız. Ancak böylesine bir kompleks yapının da Aşil noktasına sahip olduğu unutulmamalıdır. Sınıflar mücadelesi tarihi bize bunu gösteriyor.