yazılariktibasBaşbakanı öldüren kurşun ve Hamas’ın bombaları - Berkant Gültekin

Başbakanı öldüren kurşun ve Hamas’ın bombaları – Berkant Gültekin

Orjinal yazının kaynağıbirgun.net
diğer yazılar:

Başbakanı öldüren kurşun ve Hamas’ın bombaları

Filistin-İsrail meselesi Türkiye’de en fazla ve en ateşli şekilde tartışılan ancak yeteri düzeyde içeriğine hakim olunmayan dış gündemlerden biri. 7 Ekim sabahı Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı Aksa Tufanı operasyonunun ardından açığa çıkan süreç, doğal olarak siyasi partileri ve bireyleri belirli pozisyonları almaya zorladı. Kimileri “direniş”, kimileri “terör” dedi. Aynı tarafın içinde ton farklılıkları da oluştu.

Derin bir ideolojik-politik birikime gerek yok; vicdanlı ve aklı başında olan herkes bilir ki bu hikâyenin haksız tarafı İsrail devleti ve onu destekleyen Batılı güçler, haklı ve mazlum tarafı ise Filistin halkıdır. Hiçbir siyasi olay, bir günde olup biten, bağlamsız ve geçmişi olmayan gelişmeler olarak değerlendirilmemeli. Hiç şüphesiz ki Hamas’ın başlattığı ve diğer Filistinli direniş örgütlerinin katıldığı 7 Ekim hamlesi de dünün getirdiklerinin bir ürünü. Bir yargılama yapıp hüküm vermeden önce, Filistin toplumunun tarih boyunca uğradığı haksızlıkları ve maruz bırakıldığı zulmün boyutunu hatırlamak gerekir. “Haklı” bulmak için değil, temelde hangi olguların yattığını, suçun büyüğünün kimde olduğunu anlayabilmek için…

***

Filistin halkını vuran sadece şiddet de değildir, aynı zamanda sistematik bir yoksullaştırma politikasıdır. Başlangıcı da İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılının öncesine, 1900’lü yılların başına kadar uzanır.

Siyonizmi uluslararası bir siyasi harekete dönüştüren ve ideolojik karakterini belirleyen Theodor Herzl, Yahudi Devleti’ni 1896’da yazmış, bir yıl sonra Basel’de toplanan ilk Siyonist Kongresi’nde Filistin’i Yahudi halkı için bir yurt haline getirme fikri kabul görmüştü. Birinci, Paylaşım Savaşı’nda (Dünya Savaşı) Osmanlı’nın topraklarını paylaşan emperyalist ülkelerden olan ve Filistin’de manda yönetimi kuran İngiltere, Siyonist hareketin bu hedefini destekledi. 1917’de dönemin Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un adını taşıyan Balfour Deklarasyonu da bunun belgesi oldu. Balfour, 2 Kasım 1917’de Siyonist hareketin ileri gelenlerinden Lord Rothschild’e yazdığı mektupta, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması konusunda Birleşik Krallığın desteğini esirgemeyeceğini bildirdi.

Siyonizme göre Filistin’de devlet kurmanın yolu, toprak elde etme ve Yahudi göçünden geçiyordu. O tarihlerde Filistin topraklarında azınlıkta olan Yahudilerin “vadedilmiş topraklar”a gelmesi, buranın bir Yahudi yurdu olduğu konusundaki inancı ve iddiayı güçlendirecekti. 1922’de bölgedeki Yahudilerin sayısı 90 bini biraz aşıyordu. 1931’e gelindiğinde bu sayı 174 bine, 1946’da ise 600 bine kadar çıktı. 1931’den 1946’ya Filistin topraklarında Arap nüfusu yüzde 82’den yüzde 67’ye gerilerken, Yahudi nüfusu yüzde 19’dan yüzde 31’e yükseldi. Aliyah adı verilen göçler sonucu Yahudi nüfusu 15 yılda yüzde 245 oranında arttı. Nazi döneminde Almanya’daki soykırımdan kaçan on binlerce Yahudi, çoğu Siyonist olmamasına rağmen, ABD ve Kanada gibi devletlerin göçmen kotaları nedeniyle Filistin’e gitmek zorunda kaldı.

Türkiye kamuoyundaki yaygın kanının aksine İsrail devletine temel oluşturacak toprakları Yahudi Milli Fonu’na satanlar tamamıyla bugünkü Filistinlilerin dedeleri değildi. Elbette yerel halktan da yüksek fiyatlara topraklarını satanlar oldu ama Siyonistler genelde toprakları Filistin dışında yaşayan zengin Arap ailelerden aldı. Filistin halkı bugün olduğu gibi o gün de yoksuldu ve toprakların Araplardan Yahudi yerleşimcilere geçmesi onları daha vahim durumlarla yüzleştirdi. Filistinli mülksüz Araplar işsizleştirilirken Yahudi yerleşimcilerin toprak sahipliğinin arttığı İngiliz mandası döneminde küçük mülk sahipleri de ekonomik baskıdan nasibini aldı. İngilizlerin Osmanlı’nın ayni vergi sisteminden farklı olarak nakit vergi alması, küçük mülk sahiplerini tefeci bataklığına sürükledi. Pek çoğu ağır borç yükünün altında Siyonistlere topraklarını satmak zorunda kaldı. Yani mesele “paragöz Filistinliler” ezberinin ötesinde.

1948’de İngiliz mandasının sona ermesinden saatler sonra İsrail devleti bağımsızlığını ilan etti. Mısır, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail’i durdurmaya çalıştı ama Siyonist paramiliter örgüt Haganah’ın toplam gücü onlardan sayıca fazlaydı. Birinci Arap–İsrail Savaşı’nda galip gelen ve sınırlarını genişleten taraf İsrail’di. Filistin halkı tarih boyunca kendi topraklarında eşit birer halk olarak yaşamak için değil, o toprakları işgal ederek kendilerini tarihten silmek isteyen bu güç tarafından sayısız kez katledildi. Yanlarında duracaklarını söyleyen Arap devletlerinden destek görmediler, yalnız ve savunmasız bırakıldılar. Mekanize birliklere, tanklara, füzelere ve savaş jetlerine karşı taş atarak direndiler, topraklarında yaşayabilmek için bedenleriyle işgale karşı koymaya çalıştılar.

İşte bugünkü öfke ve radikalleşme, 100 yıldır süren bu siyasi, askeri ve ekonomik baskıların sonucu. Bu tarihsel gerçek, 7 Ekim günü sivillerin öldürülmesini haklı göstermez elbette; kimse de bunu söylemeye cüret etmemeli. Ancak ayakları yere basmayacak denli romantik ve “dedeleri toprak satmasaydı” gibi kulaktan dolma bilgilerle olayları yorumlayanlara bir cevap olabilir.

***

Türkiye’de Filistin farkındalığı devrimciler sayesinde oluştu. 1960’larda yükselen ve 70’li yıllarda iyice toplumsallaşan devrimci hareket, Filistin davasının Türkiye’deki taşıyıcısıydı. Filistin’de işgale karşı direnen yapılar da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist, sosyalist örgütlerdi. Türk sağı ise ideolojik bir bağ kuramadığı için o tarihlerde Filistin davasına ilgisizdi. 80’li-90’lı yıllarla birlikte, emperyalist ülkelerin sola karşı büyüttüğü İslamcı yapıların Ortadoğu coğrafyasındaki yükselişi, Filistin’i sağın radarına soktu. Bugün çok tartışılan Hamas da esasında kendisini “terör örgütü” olarak kabul eden Batı emperyalizminin bir ürünüdür.

1987’de kurulan Hamas’ın Filistin siyasetindeki etkisi, 1993’te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat’ın Oslo’da İsrail devlet yetkilileriyle kurduğu diplomatik kanaldan sonra arttı. Birinci ve ikinci Oslo anlaşmalarında İsrail, FKÖ’yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıdı. FKÖ de kuruluş belgesinde geçen, “İsrail’i ortadan kaldırma” hedefinden vazgeçeceğini taahhüt etti. Oslo anlaşmalarında, ilerleyen süreçlerde Filistinlilerin idari sorumluluklarının artacağı belirtildi. İsrail kuvvetleri de aşamalı olarak Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Eriha’dan çekilecekti. Ancak bu anlaşma Filistin’de eleştirilere konu oldu. Anlaşmanın başarısızlığı, diplomatik kanallar ve müzakere seçeneğinin rafa kaldırılması eğilimini güçlendirdi. Sürecin kazananı ise radikal İslamcılar, yani Hamas’tı. İsrail’de de aşırı sağcılar…

Hamas yönetimi birinci Oslo anlaşmasından bu yana muhalefet pozisyonundaydı. Onlara göre Filistin tamamıyla bir İslam toprağıydı ve İsrail’i tanımak İslam’a ihanetti. Karşıt tutumlarını, İsrailli sivillere dönük bombalı saldırılarla gösteriliyorlardı. 1994 ve 1995 yıllarında patlattıkları bombalarla onlarca İsrailliyi öldürdüler. Hedefleri, barış görüşmelerini sabote etmekti. FKÖ ile de çatışma noktasına geldiler.

Hamas’ın bombaları İsrail tarafında da güvenlikçi bir refleksi tetikliyor, barış görüşmelerine karşı olan kesimlerin sesinin gür çıkmasına neden oluyordu. İsrail sağı, Oslo görüşmelerinin barış getirmediğini söyleyerek toplumu askeri pratiklere ikna etmeye çalışıyordu. Hamas’ın düşüncesine paralel şekilde İsrail sağı da bu toprakları tanrının kendilerine vadettiğini savunuyordu. Bir grup haham, siyasi otoritenin Batı Şeria’dan çekilme kararını tanımamaları için askerlere fetva bile verdi. Gerici ve milliyetçi yapılar, Başbakan İzak Rabin’i (ilginçtir, Filistin’le barış görüşmesi yapan politikacı, eski savunma bakanıydı) kınayan bildiriler yayınladı.

Sağ radikallerin istediği gerçekleşti ve nefret temelli şiddet, bir başka nefret temelli şiddetin ana kucağı oldu. Şubat 1994’te Batı Şeria’da Baruh Goldstein adlı İsrailli, namaz kılan Filistinlilerin üzerine otomatik silahlıyla mermi yağdırdı ve 29 kişiyi katletti. Sonraki yılın kasım ayında ise daha sansasyonel bir olay yaşandı. Tepkilerin hedefindeki Başbakan Rabin, büyük barış toplantısının yapıldığı Tel Aviv’de dini araştırmalar enstitüsünde okuyan İsrailli Yigal Amir tarafından öldürüldü. Yapılan soruşturmada, Yigal Amir’in radikal bir din eğitimiyle yetiştiği ve “Yahudi toprağını düşmana veren her Yahudinin öldürülmesi” inancıyla yaşadığı öğrenildi.

Hamas’ın saldırıları da devam ediyordu. Kudüs ve Tel Aviv’de bombalı eylemler düzenlendi. Barış, diyalog ve müzakere gibi kavramlar artık tamamen unutulmuştu. İsrail halkı Mayıs 1996’da sandığa gittiğinde, ülkenin başına az bir farkla da olsa Binyamin Netanyahu’yu getirdi. Şimdi olduğu gibi o dönemde de kötü bir yönetici olan Netanyahu, dinci ve milliyetçi akımların isteklerine paralel olarak işgal altındaki topraklara yönelik sert bir politika izledi. İsrail devletinin bu reddiyeci tutumu öngörüldüğü şekilde Hamas’ın yeni saldırılarını tetikledi. Eylül 1997’de intihar bombacıları eylem yaptı. Peş peşe gelen saldırılar, İsrail toplumundaki güvenlikçi histeriyi besledi, Netanyahu bunu kullanarak aşırı sağ politikalara hız verdi. Laik muhalefete karşı katı Ortodoks eğitimi teşvik etti, İsrail’in gericilerine devlet desteğini artırdı.

***

O günden bugüne aradan geçen yıllarda olaylar hep aynı örüntü etrafında gerçekleşti. Direnişin meşruluğu ve İsrail devlet aygıtının zalimliği kesin ancak caddelerde, alışveriş merkezlerinde, pazar yerlerinde, ibadethanelerde patlatılan ve sıradan insanları hedef alan bombalar, İsrail’de sağ siyasete zarar vermek şöyle dursun etki alanını genişletti. Yahudi toplumundaki zayıflık ve güvende olmama hissini köpürten bu eylemler, sağ partilerin seçmeni askeri yöntemlere ikna etmesini kolaylaştırdı, savaş karşıtlarının ve barış yanlılarının üstündeki baskıyı artırdı. Bu hakikati reddetmek, Hamas’ın Yahudi nefretini merkez alan siyasi çizgisine hapsolmak ve solun tarih boyunca biriktirdiği değerleri dışlamak demek.

Elbette 21. yüzyılda daha fazla gözyaşının dökülmemesi için siyasi çözümden başka akılcı bir yol görünmüyor. Fakat geçmişteki haksızlıklar ve Filistinlilerin yaşadıkları unutulmamalı. Tarih boyunca adil olmayan barışlar, daha kanlı savaşların hazırlayıcısı olmuştur. Kan deryasına dönen Filistin’de şiddet döngüsünün içinde heba olan yaşamları kurtarmak için birinci şart, İsrail’in işgal ettiği toprakları terk etmesidir. Şiddetin ve savaşın sorumlusu İsrail devletidir. Bunun baştan dile getirilmediği hiçbir çözüm girişiminin gerçek ve kalıcı bir barış umudunu yeşertemeyeceğini de vurgulamak gerek.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin