yazılariktibasDünden Bugüne Filistin – I: İngiliz Mandasında Siyonizm - Deniz Ali Gür

Dünden Bugüne Filistin – I: İngiliz Mandasında Siyonizm – Deniz Ali Gür

Orjinal yazının kaynağıjurnaltr.com
diğer yazılar:

Filistinli direniş güçlerinin İsrail yerleşimlerine yönelik operasyonu tüm dünyada ve Türkiye’de tartışılıyor. Ancak tarihsel arka plan ve güç dengelerinden, ana aktör ve süreçlerden kopuk, anlık fotoğrafa sıkışmış olarak…

Anlık fotoğrafta ise manidar bir seçicilikle Filistin halkının haklı direnişinin meşruiyetiyle bağdaşmayan görüntülere odaklanırken çatışma durumunun asıl nedeni olan işgal, yerinden etme ve abluka uygulamalarını görmezden gelerek…

2 milyon Filistinli için açık hava hapishanesine çevrilen Gazze’nin tam ablukaya alınarak susuz, gıdasız, elektriksiz, yakıtsız bırakılmasına ve Filistin halkına “insansı hayvanlar” diye hakaret edilmesine[1] gözlerini kulaklarını kapatarak…

Bu yazı dizisinde Filistin sorununun tarihsel arka planını hatırlatacağız. Dinci, şoven ve emperyalist bir proje olarak Siyonizmi ve Ortadoğu halklarının direnişini ıskalamadan…

Siyonizmin doğuşu: Yurt arayışından kolonizasyona

Filistin sorunu, esas itibariyle bölgenin İngiltere’nin eline geçtiği 1917’ye kadar giden bir tarihe sahip. Sonrasında ise Arap halklarının Nakba (Felaket) olarak andığı İsrail’in kuruluşu (1948) ve geniş bir bölgenin İsrail tarafından işgal edildiği 1967 savaşları iki kritik dönemeç. Filistin’in Siyonist ajanda doğrultusunda sömürgeleştirilmesi anlamına gelen bu süreçlerin tümünde emperyalizm belirleyici oldu.

19. yüzyılda Avrupa genelinde yükselen milliyetçilik akımı, kıtanın Yahudileri arasında “Siyonizm” adı altında karşılık bulmaya başladı. Dünyanın pek çok ülkesine dağılmış azınlıklardan oluşan uluslararası Yahudi toplumunun ileri gelenleri arasında bir Yahudi ülkesi yaratma fikri yayılmaya başladı. Süreç içinde “kutsal kitaplarda İbrahimoğullarına vadedildiği” vurgulanan Filistin öne çıktı ve 1882 itibariyle Siyonistler öncülüğünde Avrupa’dan ilk göç dalgası başladı.[2] Göçler, satın alınan topraklarda koloniler kurulması şeklindeydi.

1897’de Avusturyalı Yahudi gazeteci Theodor Herzl’in liderliğinde İsviçre’nin Basel kentinde I. Dünya Siyonist Kongresi toplandı ve Dünya Siyonist Örgütü’nün kuruluşuna karar verildi. Aynı kongrede ilan edilen Basel Programı, bir Yahudi ülkesi yaratma hedefini yinelerken bu doğrultuda diplomasiye ağırlık verileceğini de ilan ediyordu.[3]

Sonraki on yıllarda büyük devletler nezdinde diplomasiyle paralel olarak Avrupalı Yahudi zenginlerin büyük topraklar satın almaları yoluyla Siyonist yerleşimler kurulması süreci de devam etti. Yerleşimlerin kurulduğu noktalarda yerli Müslüman ve Hıristiyan nüfus buraları terke zorlanıyor, bundan kaynaklı gerilimler yaşanıyordu. Filistin Yahudileri bu sürecin dışında kalırken İstanbul, Balkanlar ve Anadolu’da yaşayan Osmanlı Yahudileri ise imparatorluğun Müslüman ve Hıristiyan tebaasındaki hoşnutsuzluğun kendilerine yönelebileceği endişesiyle Siyonist faaliyetlerden rahatsızlık duyuyordu. Bugün Türkiye’nin sığınmacı sorununu istismar ederek Arap düşmanlığını körükleyen çevrelerin Filistin sorunu ve direnişini küçümsemek için “Dedeleri topraklarını sattığı için ülkesiz kaldılar” yalanı da bu tarihi arka planın bir dizi açıdan çarpıtılmasına dayanıyor.

Birinci çarpıtma, bir tarihi gerçeklik olan toprak satışlarının abartılması. Satılan toprakların önemli bir bölümü Filistin’in yerlilerine değil, Filistin dışında yaşayan Arap zenginlere aitti ve bu Arap zenginleri de savaş sonrası bölünen sınırlar dolayısıyla “yabancı” sayılarak Filistin’deki topraklarını işlemekten alıkonulmuş, yani bizzat İngiliz mandasınca mülklerini Siyonistlere satmaya teşvik edilmişlerdi. Üstelik manda yönetiminin teşviklerine karşın 1918’de yüzde 1,5’te kalan Yahudi toprak sahipliği oranı, İsrail’in kurulduğu 1948 yılında Arap kaynaklarına göre ancak yüzde 6’ya çıkmıştı.[4] Yani Filistin topraklarındaki İsrail varlığında mülk satışlarının payı çok düşüktü. Filistin’in asli sahibi olan Filistinlilerin yurtsuz bırakılması “dedelerinin toprak satmasının” değil, Filistin’in yerli halkının silah zoruyla topraklarından atılmasının ürünü olmuştu.

İkinci çarpıtma ise bölge halkının zamanında olan biteni kabullendiği iddiasında. Bu iddia, Filistin’in İngiliz yönetiminde olduğu 1917’den itibaren yaşanan gelişmeleri yansıtmıyor. Filistinliler sürecin erken aşamalarından itibaren bilfiil direnmişti.

2 Kasım 1917’de adını dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’dan alan Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere bir “milli yurt” sözü verildi. Bu deklarasyonda Avrupa başkentlerinde etkili lobi yapabilen Dünya Siyonist Örgütü’nün yürüttüğü diplomasi ile o tarihte İngiliz ordusunun saflarında I. Dünya Savaşı’na katılan Yahudi lejyonlarını motive etme hedefi etkiliydi. Aralık 1917’de Kudüs İngilizlerin eline geçerken 1918 itibariyle I. Dünya Savaşı İtilaf Devletleri’nin galibiyetiyle sonuçlanıyor, Filistin kesin olarak İngilizlerin elinde kalıyordu. İngiliz mandası altındaki Filistin’deki Yahudi yerleşimleri hızla artıyor, bu gelişme Filistinlilerin direnciyle karşılaşıyordu.

Görece küçük ölçekli ve yerel kalan isyanlar, 1930’ların sonunda kitlesel bir boyut kazanacaktı: Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinin ardından Avrupa genelinden Filistin’e büyük bir Yahudi göçü gerçekleşmiş, yerleşimlerin sayısındaki artış 1936-39 yıllarında büyük bir Arap isyanını tetiklemişti. İsyanı Siyonist militanların da desteğiyle bastıran İngiltere buna karşılık tek taraflı Siyonizm savunusundan geri adım atacak, 1939’da yayımladığı Beyaz Kitap’ta Filistin’e Yahudi göçü ve toprak alımlarının sınırlandırılacağına ve 10 yıl içinde bağımsız bir Filistin devleti kurulacağına söz verecekti. Yani Filistin halkı en azından yerleşimci sorununun çok derinleştiği 1930’lardan itibaren aktif olarak direnmiş, İngiliz emperyalizmine de geri adım attırmayı başarmıştı.[5] Ancak gerek 1936-39 isyanının ardından Filistinli liderlerin sürgüne gönderilmiş olmasından kaynaklanan liderlik boşluğu gerekse II. Dünya Savaşı sonrası oluşan denklem, sonraki süreci Filistin tarafı için daha elverişsiz hale getirecekti.

Holokost: Yahudilere felaket, Siyonistlere fırsat

Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ve devamında II. Dünya Savaşı’nın ve Yahudi Soykırımı’nın (Holokost) başlamasıyla birlikte Avrupa özellikle Yahudi topluluklar için güvensiz hale geliyordu. Avrupa’nın akın akın terk edilmesiyle güçlenen Filistin’e göç eğilimi, başlangıçta Yahudiler için tek ya da kaçınılmaz seçenek değildi. Yahudilerin Filistin’e göçü, Siyonistlerce teşvik edilirken ironik biçimde Nazilerin de tercih ettiği bir seçenek oluyordu.

1930’lu ve 1940’lı yıllarda Brit Şalom ve İhud gibi Yahudi oluşumları Filistin’de iki devletli çözümü savunuyor, buna uygun olarak önceliğin Yahudilerin Filistin’e taşınması değil, Avrupa’daki tehlikeden kurtarılması olmasını savunuyordu. ABD’de reformcu rabbiler tarafından kurulan Amerikan Yahudilik Konseyi de Yahudi ve Arapların eşit haklara sahip olacakları laik bir Filistin devletini savunuyor, Amerika’nın Nazilerden kaçan Yahudilere kapılarını açması için çabalıyordu. İleride İsrail’in kurucu lideri olacak David Ben-Gurion ise aynı dönemde “Bela büyüdükçe Siyonizm güçlenir” diye düşünüyor, önceliği en fazla sayıda Yahudi’nin kurtarılması değil en fazla sayıda Yahudi’nin Filistin’e taşınması olarak görüyor, Avrupa ve ABD’nin kapılarını Yahudilere açmalarının Siyonist projeyi akamete uğratmasından korkuyordu. İronik biçimde Naziler de ABD, Türkiye, İran ya da Latin Amerika’ya gidecek Yahudilerin buralarda Almanya karşıtı bir etkide bulunmasından çekiniyor, Yahudilerin kendi içlerine kapanacaklarını umduğu Filistin’e gitmelerini tercih ediyordu.[6]

Savaşın ardından ortaya çıkan dehşet ve Siyonistlerin gerek Yahudi topluluklarının Filistin’e taşınmasına yönelik mobilizasyon gerekse galip devletler ve yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e (BM) yönelik diplomasideki başarısı, Yahudilerin kendilerine ait bir ülkeye sahip olması gerektiği ve bu ülkenin Filistin topraklarında kurulabileceği görüşünü baskın hale getirdi. Sürecin tümünde “makul” ya a “insani” argümanlar değil, güç dengeleri belirleyici oldu.

Filistinlilerde ulus bilinci yok mu?

Yalçın Küçük’ün çok bilinen “Türkiye’de İsrail, İsrail’de olduğundan daha güçlüdür” sözü,[7] son süreçte çarpıcı biçimde doğrulandı. Düzen muhalefetinin AKP karşıtlığının içini boşaltmasının da etkisiyle muhalefet alanında şaşırtıcı ve ürkütücü bir İsrail yanlılığı gözlemledik. Medyada son gelişmeler karşısında en İsrail yanlısı isimlerden biri olan Nevşin Mengü, yaptığı yayında “Filistinlilik diye bir olgu oluşa gelmedi, yoktu. Yani Filistinlilik diye bir milli bilinç, bir milli şuur… Ukraynalılık diye bir kimlik ve bilinç var, Filistin’de bu yok” diyecek kadar ileri gitti.[8] Bu küçümseyici yaklaşımın geçtiğimiz yüzyılda sömürgeciler tarafından, Arap halklarının bağımsız devlet kurma ehliyeti olmadığı tezini gerekçelendirmek için benimsendiğini hatırlatmak zorundayız.

Dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson, 1919’da Barış Konferansı’na Suriye ve Filistin’in durumu ve geleceğiyle ilgili “bilimsel” bir rapor sunmak üzere King-Crane Komisyonu’nu görevlendirdi. Emperyalistlerin doğru ve adil olana gönüllü olarak ikna olabileceği yanılgısına düşen dönemin Arap liderleri, Osmanlı sonrası dönemde bağımsız devlet taleplerinin kabulü için yüz binlerce Suriyeli ve Filistinliden bağımsız devlet taleplerini destekleyen dilekçeler topluyor, kitlesel barışçıl gösteriler düzenliyorlardı. Dönemin Arap liderleri ve gazeteleri de Arap halklarının ulusal duygularını “medeni, olgun, akıllı ve disiplinli” bir biçimde ortaya koydukları tezini işliyor, Batılı hükümetleri bizzat propagandasını yaptıkları değerlere yaslanarak ikna etmeye çalışıyorlardı. Oysa Milletler Cemiyeti Arapları “modern dünyanın zorlu koşullarında ayakta kalma kabiliyeti olmayan halklar” olarak tanımlayacak, Filistin delegasyonunun “Batılı kurumlarda eğitim görmüş her meslekten insanımız var, zaten ayakta kalıyoruz” minvalindeki itirazlarını da kabul etmeyecekti. Aynı süreçte King-Crane Komisyonu da Suriye ve Filistinlilerin manda yönetiminde bulunmaktan memnun olmadıklarını saptamakla birlikte bu ülkelerdeki siyasi liderliklerin ulema ile milliyetçi Genç Araplar Partisi’ni izleyen kitleleri hakiki bir milli ruhla peşinden sürükleme kabiliyetinde olmadığını, dolayısıyla bağımsız devlet kurmalarının uygun olmayacağını savunuyordu.[9]

King-Crane deneyiminden 30 yıl kadar sonra, 1945-46 yıllarında bu kez Anglo-Amerikan Soruşturma Komitesi II. Dünya Savaşı sonrası Filistin’e Yahudi göçü konusunu Osmanlı tarihiyle ilgili de çok önemli araştırmaları olan Arap akademisyen Albert Hourani’nin etkili olduğu Arap Ofisi ile müzakere etti. “Vülger ve ölçüsüz olmaksızın sıkı duran” bir diplomasiyi tercih eden ve savunduğu tüm tezleri belgelerle destekleyen Arap Ofisi’nin Filistin’i “siyasi açıdan kırılgan” olarak tanımlayıp Avrupa’daki savaşın kurbanlarına kapılarını açması gerekenin de Avrupa ve Amerika olduğu tezindeki ısrarı “savaş kurbanlarına sempati beslenmediği” gerekçesiyle kınanarak geri çevrilecekti. Burada belirleyici olan şey tarafların müzakere yeteneği değil, güç dengesiydi: ABD Başkanı Truman’ın seçimlerde Yahudi lobisinin desteğini kazanma önceliği ağır bastı, Filistin’e Yahudi göçünün devamına ve İsrail’in kuruluşuna yeşil ışık yakılarak Filistin sorununun kangren haline gelmesinin yolu açıldı.[10] Sürecin hiçbir aşamasında Filistinlilerin güç dengesini direnişle lehlerine çevirme dışında bir seçeneği olmadı.

Filistinlilerin ulusal varlığının ve egemenlik haklarının tek taraflı olarak hiçe sayılmasına gerekçe yapılan görüşler, bugün Filistin’i yok etmeye yönelik işgal politikasının savunusu ve haklı direnişin karalanmasına gerekçe yapılıyor. Oysa İsrail’in kuruluşundan bu yana gelişen süreç; Siyonizmin dinci ve şoven bir sömürgeleştirme projesi, Filistinlilerin ise özgür bir ülke için direniş içinde kendini inşa etmiş bir halk olduğunu ortaya koyuyor.

Devam edecek.

NOTLAR:

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ReZEJPwrM1k

[2] Joel Beinin, Lisa Hajjar. 2014. “Palestine, Israel and the Arab-Israeli Conflict: A Primer,” Middle East Research and Information Project (MERIP), 1. Kaynak: https://merip.org/palestine-israel-primer/

[3] James L. Gelvin. 2011. The Modern Middle East. New York: Oxford University Press, 219.

[4] Muhsin Muhammed Salih, “Did the Palestinians Sell their Land? And Leave it to the Jews?!” Mayıs 2020: El-Zeytun Araştırma ve Danışmanlık Merkezi, 8. Kaynak: https://eng.alzaytouna.net/2020/05/22/article-did-the-palestinians-sell-their-land-and-leave-it-to-the-jews/ II. Dünya Savaşı sonunda Filistin’e gelen BM heyetinin 1946 sonu itibariyle saptadığı oran ise yüzde 7’ydi. Beinin, Hajjar. “A Primer,” 4.

[5] Beinin, Hajjar. “A Primer,” 2-4.

[6] Gilbert Achcar. 2011. The Arabs and the Holocaust, çev. G.M.Goshgarian, SAQI (e-kitap), 21-25.

[7] https://www.odatv4.com/analiz/yalcin-kucuk-kodlari-odatvye-cozdu-8336

[8] https://www.youtube.com/watch?v=UHJzY29yO9A 07.50-8.19 arası

[9] Allen, Lori A. “Determining Emotions and the Burden of Proof in Investigative Commissions to Palestine,” Comparative Studies in Society and History, Cilt. 59/2 (2017), 385-414, 397-400.

[10] Allen, “Determining Emotions and the Burden of Proof,” 406-408.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
352AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin