1947 planı ve Nakba
Filistin’in ve soykırım kurbanı Yahudilerin milli yurt talebinin geleceği, II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan BM’nin ilk gündemlerinden oldu. Filistin’e gelen BM heyeti 1946 sonunda bölgede 1 milyon 269 bin Arap, 608 bin de Yahudi yaşadığını, Yahudilerin bölgenin toplam yüzölçümünün yüzde 7’sine, ekilebilir arazilerin ise yüzde 20’sine sahip olduğunu saptadı.
Filistin’in iki halk arasında bölünmesini savunan heyetin görüşleri doğrultusunda hazırlanan 1947 Planı’nda bölgeye daha fazla Yahudi göçü geleceği öngörülerek Filistin’in yüzde 56’sının Yahudilere, yüzde 43’ününse Araplara bırakılması, bölgenin farklı inanç grupları açısından kutsal olan Kudüs ve Beytüllahim’in de uluslararası bir bölge olarak tanınması önerildi. Siyonistler ilerleyen süreçte daha geniş bir bölgeyi zaptedeceklerine inanarak planı kabul ederken Araplar ise Yahudilere fazla toprak verildiğini savunarak reddetti.[1] BM planının ardından patlak veren iki yıllık savaş (1947-49), bildiğimiz anlamda Filistin sorununun ortaya çıktığı dönemeç oldu.
Planın açıklanmasının hemen ardından yerli Arap nüfus ile Siyonist yerleşimciler arasında çatışmalar başladı. Nisan 1948 itibariyle Siyonist güçler, BM planında öngörülen bölgenin büyük bir bölümü ile yerli Arap nüfusa bırakılmış pek çok yeri de ele geçirdi. Siyonistlerin ilk andan itibaren işgalcilik eğilimi göstermesi de askeri açıdan hızlıca üstünlük kurması da İsrail’in kuruluş dinamiklerine uygundu. Başından itibaren yerleşimler inşa edip yerli nüfusu yerinden etmeye dayalı bir genişleme stratejisine dayandığı için işgalcilik doğasında vardı. Farklı çatışmalarda bulunmuş Yahudi lejyonlarına ve Siyonist projeyi destekleyen uluslararası sermaye gruplarına dayandığı için de daha devletleşmemişken bile eğitimli, diri, organize ve teknolojik açıdan üstün bir silahlı kuvvete sahipti.
14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti, resmen kuruluşunu ilan etti. ABD’nin derhal tanıdığı bağımsızlık ilanından bir gün sonra İngiliz manda güçleri bölgeden çekilirken Filistin’e komşu olan beş Arap devleti (Mısır, Suriye, Ürdün, Irak ve Lübnan) İsrail’e savaş ilan ediyor, bu ülkelerden Lübnan dışındakiler “Filistinlileri Siyonistlerden kurtarma” hedefiyle askeri harekat başlatıyordu. 1949 itibariyle savaş İsrail’in galibiyetiyle sonuçlandı. Savaş sonunda Filistin ülkesinin yüzde 77’si İsrail’in kontrolüne geçerken “Yeşil Hat” taraflar arasında sınır kabul ediliyor; Doğu Kudüs ile Filistin’in merkezinde yer alan Batı Şeria Ürdün’ün, Doğu Akdeniz kıyısındaki Gazze şeridi ise Mısır’ın kontrolünde kalıyordu. Savaş sonrasında ortaya çıkan denklemde 1947 planında öngörülen Arap devleti kurulamazken 700 binin üzerinde Filistinli Arap ülkesini terk ederek mülteci durumuna düştü. İsrail’in resmi belgelerinde 1947-49 arası kitlesel Filistinli göçünün sorumlusunun Siyonist milislerin gerçekleştirdiği yerinden etmeler ve toplu katliamlar olduğu itiraf ediliyordu.[2]
Arap halklarının Nakba (Felaket) olarak adlandırdığı İsrail’in kuruluşunun ardından gelişen süreç boyunca İsrail hükümetleri Filistin’in varlık ve egemenlik hakkını tanımadı, yerleşimleri büyütme politikasıyla uluslararası hukuka aykırı olarak tarihi Filistin ülkesinin tamamında fiili egemenlik kurma hedefi doğrultusunda ilerledi. Filistin’in bundan sonraki tarihi de işgaller, katliamlar ve direnişler tarihi olarak seyretti.
Devrim sonrası Mısır: Nasır’dan Sedat’a, himayeden ihanete
İsrail karşısındaki ilk yenilgi Arap dünyasında büyük bir şok yaratmış, mevcut yönetimlere yönelik hoşnutsuzluğu artırmıştı. Bunlardan biri de 1950’li ve 1960’lı yıllar boyunca Filistin davasına sahip çıkarak İsrail karşısındaki en büyük bölge gücü haline gelecek olan Mısır’dı.
İsrail karşısındaki yenilginin memnuniyetsizlik yarattığı Mısır’da ilerici subayların yeraltı örgütü Hür Subaylar, Mısır ordusundaki tabanını hızla genişletti. 23 Temmuz 1952’deki devrimle Mısır’da Kral Faruk tahttan indirildi. 18 Temmuz 1953’te monarşiye son verilerek Mısır Arap Cumhuriyeti ilan edildi, 1954 itibariyle devrimin lideri konumundaki Cemal Abdünnasır ülke yönetimini tamamen ele almayı başardı. Bu tarihten itibaren Mısır’ın Batılı ülkelerle arası açılacak, Filistin davasında ısrarcı olan Nasır yönetimi SSCB’nin bölgedeki önemli müttefiklerinden biri haline gelecekti.
Cezayir direnişine desteği nedeniyle Fransa’yla arası açılan Nasır, Mısır ordusunu tahkim etmek için silah talebi Batılı ülkeler tarafından reddedilince Sovyet müttefiki Çekoslovakya’dan silah almaya karar vererek Batılı ülkelerle ilişkilerini iyice germişti. Aynı dönemde SSCB’yi güneyden çevrelemeyi hedefleyen Bağdat Paktı’na katılım davetini reddederken 18-24 Nisan 1955’te Bandung Konferansı’na katılan Nasır, Sovyet dostu Bağlantısızlar Hareketi’nin önemli liderlerinden biri haline geliyordu. 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararının ardından İngiltere, Fransa ve İsrail’in saldırısına uğrayan Mısır, SSCB’nin açık desteğiyle Süveyş krizinden zaferle çıktı. Bu tarihten sonra İngiliz ve Fransız şirketlerine el koyma, banka ve sigorta şirketlerini devletleştirme ve sanayi altyapısını güçlendirme gibi kalkınmacı hamleler yapan Nasır yönetimi, Arap halklarının anti-emperyalist ve anti-Siyonist birliğine dayalı “Arap sosyalizmi” doktrini doğrultusunda 1958’de Mısır ve Suriye’nin birleşmesiyle Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşuna önayak oldu ve Filistin’e de aktif desteğini sürdürdü.[3]
1967 baharında Suriye ile İsrail arasında artan askeri gerilime Mısır ve Ürdün’ün de dahil olmasıyla birlikte yeni bir Arap-İsrail savaşı patlak verdi. Altı gün süren savaşta Arap güçleri İsrail karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Suriye ve Mısır’ın hava kuvvetlerini imha eden İsrail bölgenin en büyük askeri gücü olduğunu tescil ederken Mısır’ın kontrolündeki Sina ve Gazze şeridini, Ürdün’ün kontrolündeki Batı Şeria’yı ve Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’ni işgal etti.[4]
1967 savaşındaki yenilgiyle birlikte etkisini görece kaybeden Mısır, yine de Nasır’ın yaşamını yitireceği 1970’e kadar Filistin’e desteğini sürdürdü. Nasır’dan sonra iktidara gelen Enver Sedat döneminde ise Mısır’ın rolü farklılaştı. II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanyasına sempati duyduğu bilinen Sedat[5] 1970’li yıllarda önce Mısır’ın rotasını SSCB’den ABD’ye çevirdi, ardından da İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap lider olarak Filistin’e sırtını döndü. Bununla birlikte aynı dönem, Filistin direnişinde inisiyatifin Arap devletlerinden Filistinli direniş örgütlerine geçişine de tanıklık etti.
Yenilgi, direniş ve mülteci sorunu
1967 yenilgisi, 200 bin Filistinlinin daha mülteci olmasına yol açtı. İsrail artık Kudüs gibi sembolik değeri olan şehirler dışında ele geçirdiği yerleri resmen ilhak etmiyor, böylece buraların yerli halkına yurttaşlık verme yükümlülüğünden sıyrılırken askeri kontrolden ve yerleşim sayısını artırmaktan da geri durmuyordu. Tüm Filistinlilere kendi ülkelerinde ya da dışarıda mülteciliği dayatan bu kolonizasyon politikasının sonucunda 2014 tarihli bir rapora göre toplam 5 milyon 600 bin Filistinli İsrail’de ya da İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze’de yaşar hale gelmişti. İlgili rapora göre 1949 sınırlarında yaşayan 1 milyon 400 binin üzerindeki Filistinli İsrail vatandaşı haline gelirken Batı Şeria’da 2 milyon 600 bin, Gazze’de ise 1 milyon 600 bin Filistinli İsrail işgali altında yaşıyor, yine 5 milyon 600 bin Filistinli de başka ülkelerde ikamet ediyordu.[6] Güncel kaynaklar ise Gazze’nin günümüzdeki nüfusunu 2 milyon 300 bin olarak kaydetmektedir.[7]
1967 yenilgisinin bir diğer çıktısı ise Filistin davasının Filistinli direniş örgütleri tarafından sahiplenilmesi oldu. 1964’te Arap Birliği tarafından kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içinde genç ve militan bir kuşak öne çıkmaya başlamış, 1968’de FKÖ liderliği örgütün en büyük bileşeni el-Fetih’in de lideri olan Yaser Arafat’a geçmiştir. Mücadele süreci içinde sosyalistleşen eski Arap milliyetçilerinin bir araya geldiği Corc Habaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi örgütler de 1967’de kuruldu. Tüm direniş örgütleri FKÖ çatısı altında toplanırken Filistin direnişinin öncülüğü de sosyalist kadrolara geçiyordu. Batı Şeria’da gerilla mücadelesi ve çeşitli Arap ve Avrupa ülkelerinde uçak kaçırmalar gibi militan eylemlerle varlığını sürdüren Filistin direnişi bu dönemde tüm dünyanın dikkatini çekmeye başlamıştı.[8] Deniz Gezmiş dahil pek çok Türkiyeli sosyalistin de Filistin mücadelesine doğrudan katıldığı bu dönemde FKÖ lideri Arafat’ın yanında Corc Habaş, Corc Abdullah, Gassan Kanafani ve Leyla Halid FHKC lider ve savaşçıları da tıpkı Che Guevara gibi dünya çapında tanınan devrimci figürlere dönüşüyor, tüm dünyada devrimci gençlere ilham veriyordu.
1970’li yıllarda Filistin direnişi güçlenerek devam ediyor, Arap devletleri ise İsrail’e karşı kimi askeri zaferler ve siyasi-diplomatik kazanımlar elde ederken Filistin davasını yüz üstü bırakmaya hazırlanıyorlardı. 1971’de Mısır lideri Enver Sedat, 1967’de alınan Mısır topraklarının geri verilmesi karşılığında barış anlaşması yapmaya hazır olduğunu BM aracılığıyla İsrail’e iletti. ABD-İsrail kampının bu talebi geri çevirmesi üzerine Mısır ve Suriye 6 Ekim 1973’te İsrail işgali altındaki kendi toprakları olan Sina ve Golan Tepeleri’ne saldırı düzenledi. İsrail’i hazırlıksız yakalayan iki Arap ülkesinin elde ettiği askeri başarı yeni bir dönemin kapısını açtı. ABD bir yandan İsrail’e yönelik askeri yardımını artırırken diğer yandan Mısır’a yönelik diplomatik çabalarını yoğunlaştırdı.
Sedat’ın Temmuz 1972’de Sovyet askeri danışmanlarını ülkeden göndermiş olmasına[9] güvenerek yapılan diplomatik girişimler, bu on yılın ikinci yarısında sonuç verdi: Sedat 1977’de İsrail denetimindeki Kudüs’e gidip sonrasında İsrail parlamentosu Knesset’te konuşma yapacak, ertesi yıl da ABD Başkanı Jimmy Carter’ın arabuluculuğunda İsrail Başbakanı Menahim Begin ile yürüttüğü görüşmenin sonucunda hem Mısır-İsrail ilişkilerine hem de Filistin sorununa dair yol haritası sunan Camp David Sözleşmesi’ni imzalayacaktı. 1979’da ise Camp David görüşmelerini temel alan İsrail-Mısır Barış Antlaşması imzalanıyor, 1967 savaşında kaybettiği Sina’nın iadesi karşılığında Mısır, İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi oluyordu.
Filistin sorunu ise her iki taraf açısından da bir kenara bırakılmıştı.[10] Mısır’ın aradan çekilmesinden cesaret alan İsrail 5 Ağustos 1980’de “Kudüs Yasası” diye de bilinen Temel Yasa’yı yürürlüğe sokarak Kudüs’ün tamamını (uluslararası toplumun işgal altındaki Batı Şeria’ya, yani Filistin’e ait olarak kabul ettiği Doğu Kudüs dahil) İsrail’in başkenti ilan ediyor, Filistin’in yok edilmesi politikasında bir dönemeci daha alıyordu.[11] İsrail’le yapılan barış antlaşmasından iki yıl sonra, 6 Ekim 1981 günü Ekim savaşının 8. yıldönümü kutlamaları sırasında aşırı İslamcı bir militan Enver Sedat’ı suikastle öldürecekti.[12]
Direnişin iki boyutu: Savaş ve diplomasi
Sürecin direniş ayağında da mücadelenin çok taraflı olarak keskinleşmesi ve kayda değer siyasi-diplomatik kazanımlar eş zamanlı oldu. 1968’de ilk uçak kaçırma eylemini yapan FHKC ertesi yıl üç uçak kaçırarak İsrail’deki Filistinli tutsakların salıverilmesi talebi reddedilince içerideki yolcuları tahliye ederek boş uçakları Ürdün’de havaya uçuracak, aynı dönemde El-Fetih, FHKC ve FDHKC gibi örgütler Ürdün, Lübnan ve Batı Şeria üzerinden gerilla mücadelesini yükseltecekti.[13] Bu arada Filistin halkı ve direnişçileriyle birlikte öne çıkan direniş örgütlerinin lider kadroları da deyim yerindeyse kelle koltukta yaşıyordu. Örneğin bu isimlerden biri olarak Lübnan’da sürgünde yaşayan ve eserleriyle Filistinli mülteciler sorununu gündeme taşıyan FHKC liderlerinden ve FHKC yayın organı el-Hedef editörü Gassan Kanafani’nin 1972’de Beyrut’ta İsrail suikastiyle yaşamını yitirmesi[14] Filistin direnişinin koşulları açısından olağan sayılabilecek durumlardandı. Bir diğer olağanlaşan durum ise siyasi-diplomatik kazanımlara dost cephede, yani çevredeki Arap ülkelerinde Filistin direnişi açısından gitgide çetrefilleşen sorunların eşlik etmesi oldu.
Filistin direnişi, haklı taleplerini ve Filistin halkını temsil ehliyetini BM nezdinde kabul ettirmekte zorlanmadı. 1967 savaşının ardından 242 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararı İsrail’in bu savaşta ele geçirdiği topraklardan geri çekilmesi gerektiğini karar altına alırken FKÖ’nün fiilen bir sürgün hükümetine dönüştüğü 1973 yılındaki 338 sayılı BMGK kararı buna Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını ekliyordu. 1974’teki 3236 sayılı BM Genel Kurulu kararındaysa Filistin direnişinin taleplerine daha uygun olarak Filistinlilerin kendi kaderini tayin, ulusal bağımsızlık ve egemenlik hakları devredilemez haklar olarak tanınıyor, Filistinlilerin ülkelerine dönüş ve gasbedilmiş mülklerini geri alma hakları da kayıt altına alınıyordu. Aynı yıl FKÖ Filistin’in meşru temsilcisi olarak BM’de gözlemci statüsü edinirken 1975’te ise BM bünyesinde Filistinlilerin Devredilemez Haklarının Uygulanması Komitesi kurulacak, FKÖ lideri Yaser Arafat BM Genel Kurulu’nda konuşma yapacaktı.[15] Dost cephede ise işler iyi gitmiyordu.
Unutulamayan katliam: Sabra ve Şatilla
1960’lı yılların sonlarında FKÖ’nün ana operasyon merkezi konumunda olan Ürdün 1970 itibariyle FKÖ’yü ülkeden çıkarma eğilimine giriyor, 1970-71’de Ürdün ordusuyla yaşanan çatışmaların ardından FKÖ burayı terk ederek Lübnan’a çekiliyordu. Kitlesel Filistinli mülteci göçünün demografik dengeyi sarstığı Lübnan’da 1975’te iç savaş başlayacak, bir bölümü İsrail güdümünde olan Hıristiyan Falanjist gruplar karşısında FKÖ Lübnan iç savaşının taraflarından biri haline gelecekti. 1979 itibariyle kayıtlı 1 milyon 800 bin Filistinli mültecinin bulunduğu Lübnan’da 1982 itibariyle bu sayı 2 milyonu aşmış olacaktı. İsrail’in FKÖ’yü bu ülkeden çıkarmak için 6 Haziran 1982’de başlattığı Lübnan işgalinin özellikle Beyrut halkında yarattığı sarsıntı üzerine çözümün FKÖ’nün Lübnan’dan çıkması olduğu görüşü ağırlık kazanmış, taraflar arasındaki uzlaşmanın sonucunda Lübnan’ı terk eden FKÖ, Filistin’e çok daha uzak olan Tunus’ta konuşlanmak zorunda kalmıştı.[16] Ancak İsrail’in tüm savaşların sorumlusu saydığı FKÖ’nün Lübnan’ı terki akan kanı durdurmayacak, tersine korkunç bir katliama giden yolu açacaktı.
30 Ağustos günü 14 bin FKÖ savaşçısının Lübnan’dan çıkışı başlamış ve dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan 1 Eylül’de “FKÖ’nün Beyrut’tan tahliye edilmesi şu anda tamamlanmış bulunmaktadır” demiş olduğu halde İsrail ordusu, içeride hala Filistinli direnişçilerin bulunduğu iddiasıyla Sabra ve Şatilla kamplarını kuşattı. Ardından İsrail askerlerinin gözetiminde kamplara giren Falanjist militanlar yaşlı-çocuk demeden büyük bir katliam yapacak, kimi kaynaklara göre birkaç yüz FKÖ kaynaklarına göre ise 3 binin üzerinde mülteciyi öldürecekti.[17] Yani Filistin direniş güçlerinin aradan çekilmesi İsrail’i durdurmamış, tersine Filistinli mültecileri savunmasız bırakarak katliamın boyutunun büyümesine neden olmuştu. Enver Sedat’ın el sıkıştığı Menahim Begin’in başbakanlığında yaşanan ve dönemin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron’un “Beyrut kasabı” diye anılmasına yol açan bu katliam İsrail’de 400 bin kişinin katılımıyla protesto edilecek, muhalefet lideri Şimon Peres tarafından da kınanacaktı. FKÖ içinde de tartışma yaratan katliamın ardından Arafat’la fikir ayrılığı yaşayan kimi liderler Şam’da konuşlandı.
1976 itibariyle Lübnan’a girmiş olan Suriye’nin kontrolündeki Lübnan’a ait Bekaa Vadisi’ndeki Filistinli direnişçi varlığı ise bir süre daha devam etti. Geçmişte Filistin’in arkasında duran Mısır, Lübnan ve Ürdün gibi ülkelerin aradan çekilmesinin ardından Filistin davasının Arap dünyasındaki başlıca savunucusu olarak Hafız Esad yönetimindeki Suriye öne çıkmaya başladı. Suriye’yi emperyalizmin ve İsrail Siyonizminin hedefi haline getiren Filistin direnişine destek politikası, 2010’lu yıllarda bu ülkeyi hedef alacak olan emperyalist çullanmanın da önemli nedenleri arasındaydı.
Beyrut’u terk ettikten sonra kan kaybeden FKÖ 1980’li yıllarda siyasi ve diplomatik araçlara ağırlık vermiş, bu on yılın sonuna doğru kurumsallaşma ve diplomatik tanınırlık alanında kimi mevziler elde etmişti. Bununla birlikte diplomasiye ağırlık verilmesine direnişin ivmesini yitirmesi eşlik edecek, Filistin halkı üzerindeki etkisi zayıflayan direniş süreç içinde nitelik ve biçim değiştirecekti. 1980’li yıllarda dünya genelinde yükselen dinselleşme eğilimi ve SSCB’nin dağılmasının ardından solun yaşadığı güç ve prestij yitiminin de etkisiyle direnişte ağırlık kademeli olarak sosyalistlerden İslamcılara doğru kayacak, bugün Filistin direnişini karalamanın bahanesine dönüştürülen Hamas da bu bağlamda ortaya çıkacaktı.
Devam edecek.
NOTLAR:
Joel Beinin, Lisa Hajjar. 2014. “Palestine, Israel and the Arab-Israeli Conflict: A Primer,” Middle East Research and Information Project (MERIP), 4. Kaynak: https://merip.org/palestine-israel-primer/
Beinin, Hajjar. “A Primer,” 4-5.
Davut Dursun, “Cemâl Abdünnâsır,” TDV İslam Ansiklopedisi VII, İstanbul: TDV Yayınları, 1993. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/cemal-abdunnasir
Beinin, Hajjar. “A Primer,” 6.
Gilbert Achcar. 2011. The Arabs and the Holocaust, çev. G.M.Goshgarian, SAQI (e-kitap), 88-89.
Beinin, Hajjar. “A Primer,” 5.
https://www.bbc.com/news/world-middle-east-67051292
Ilan Pappe. 2013. A History of Modern Palestine. Cambridge: Cambridge University Press, xvi-xvii.
Pappe. A History of Modern Palestine, 207.
Beinin, Hajjar. “A Primer,” 8.
https://www.refworld.org/docid/3ae6b52f14.html
Gilles Kepel. 1985. Muslim Extremism in Egypt: The Prophet&Pharaoh, çev. Jon Rothschild. Berkeley and Los Angeles: University of California Press, 191-192.
Pappe. A History of Modern Palestine, 192.
Pappe. A History of Modern Palestine, 326.
Pappe. A History of Modern Palestine, xvii; BM, “The Question of Palestine and the General Assembly,” Kaynak: https://www.un.org/unispal/data-collection/general-assembly/#:~:text=In%201974%2C%20th e%20question%20of,to%20their%20homes%20and%20property.
Pappe. A History of Modern Palestine, 219-221; Beinin, Hajjar. “A Primer,” 8.
https://www.dw.com/tr/fk%C3%B6-25-y%C4%B1l-%C3%B6nce-l%C3%BCbnandan-%C3 %A7ekildi/a-2746180 https://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/01/140111_sharon_kimdir https://www.dw.com/tr/sabra-ve-%C5%9Fatilla-katliamlar%C4%B1n%C4%B1n-25-y%C4%B1l-d%C3%B6n%C3%BCm%C3%BC/a-2785824