Türkiye, küresel emperyalist işbölümü sistemi içinde sanayi üretimi yaparak büyüyen bir ülke değil. Sanayi üretimi yapan kapitalist merkezlere, ucuz işgücü ve ucuz hammadde tedarik eden bir pazar. Bu piyasa sistemi içinde Avrupa başta olmak üzere, Çin gibi sanayi ülkeleri ve blokları üretim araçlarının organizasyonunda ve teknoloji temelli dönüşümünü son yıllarda büyük atılımlar gerçekleştirdi. Bu durum, sanayi üretimi odağında daha az emek kullanımını mümkün hale getirirken; diğer yandan bu odak sanayi alanlarına kaynak taşıyan ülkelerde ise daha yoğun emek kullanımını ve daha çok hammadde üretimini tetikledi.
Küresel sermaye birikim rejimi içinde, kapitalist ülkelerin üretim ve birikim rejimleri, üretim ve emek süreçlerindeki eşitsiz rejim, birbirine bağımlı siyasal rejimlerle şekilleniyor. Avrupa’da kısmi bir demokrasinin varlığı sömürge haline gelmiş ülkelerde tam bir diktatörlük kurulmasıyla sağlanıyor. Eşitsizliğin giderilmesini değil; emek piyasaları eliyle düzenlemeyi esas alan bir siyasal sistem olarak kapitalizm bu nedenle salt iktisadi bir rejim değildir. Bu bağlamda üretim süreçlerindeki dönüşümü, küresel bir rejime dönüştürecek olan şey, küresel düzeyde ortak düzenlemeler yapmaktır.
Sermaye birikim rejimini 1980’li yıllardan sonra merkez kapitalist ülkelerde etkileyen faktörlerden birisi de teknoloji temelli dönüşümün yarattığı aşırı emek ve doğa kullanımına bağlı, ekolojik krizlerdir. Bu ekolojik krizlerin de üretim süreci içinde sermaye birikimi rejimini etkilemeyecek bir maliyet haline getirilmesi sürecine “yeşil düzen” veya diğer bir adıyla “sürdürülebilir kalkınma” deniliyor. Üretim araçlarının belli sınıfların hâkimiyeti altında kalması, üretimin devam etmesi, kaynak paylaşımının ücret piyasaları içinde gelir meselesi olarak kavranması için de ekolojik kriz kavramsallaştırması merkez kapitalist blokların sömürü sistemini sürdürülebilir hale getirmeleri için etkili bir biçimde kullanılır hale geldi. Böylece kapitalist rejimin hem iktisadi hem siyasi hem de hukuki bir süreç olarak kavranması gerektiği son 40 yıl içinde açığa çıktı.
Bu kapsamda dünya genelinde emeğin yeniden değersizleştirilmesi ve iktisadi, sosyal kaynakların ve üretim araçlarının yeniden tekelleştirilmesinde sadece ekonomik araçlar değil, hukuki ve siyasal araçlar da kullanılıyor, kullanılmaya devam ediyor. Küresel kapitalist ilişkilerde, ülkeler arasındaki çelişkilerde merkez ülkelerin kavram setiyle düşünen yöneticilerin ve sivil toplumun icadı, bunların siyasal ve sosyal dili belirlemesi kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesi için gerekli. Türkiye bunun pek çok örneğiyle dolu. Diğer yandan kapitalist ilişkiler içinde, sermayenin yeniden üretimi, emeğin değersizleştirilmesi kadar bölüşüm ilişkilerinde sosyal sınıfların nasıl konum alacağı, nasıl pay alacağı sorunu da salt o ülkenin sınıf dinamikleriyle ilgili değildir. Aynı zamanda bu ülkelerin küresel emperyalist sistem içinde konumu, bu konumu değiştirmeye yönelik üretim, yönetim süreçlerindeki sınıfsal taleplerle de ilgilidir. Bu kapsamda da küresel emperyalist iş bölümünü kabul eden hukuki süreçlerin kabullenilmesi buna uygun düzenlemeler yapılması söz konusu olabilmektedir.
Son günlerde hükümet kanadı tarafından gündeme getirilen İklim Kanunu tartışmalarına da bu bağlamda bakmak mümkündür. Her ne kadar, İklim Kanunu, küresel düzeyde ortaya çıkan iklim krizine yönelik Türkiye’nin yükümlülükleri olarak ortaya konulmaya çalışılsa da bu küresel yükümlülükler arası ilişkileri görünmez kılmak, sermaye birikim sürecindeki küresel iş bölümü rejimine uygun yasal düzenlemeleri tartışmamak anlamına gelir.
Bu yönüyle, iklim kanunu rejimi sadece ve basitçe küresel kapitalist sistemin iktisadi rejimiyle ilgili değildir. Kapitalist pazar ilişkilerini devam ettirmeye yönelik bir araç olarak, karbon piyasaları ve sınırda karbon uygulamalarına bakarak, iklim kanunu rejiminin mevcut kapitalist ilişkilerde yeni bir şey getirmediğini söylemek, ülkelerarası eşitsizlikleri kavramayan, bu anlamda da küresel bir dünya kapitalist pazarı üzerinden analizi gündeme getiren bir bakış açısıyla konumlanmamızı zorunlu kılar. Pek tabii bu durum da bizi siyasal gerçeklerden koparır. Bu kapsamda, sermaye birikim rejimini salt iktisadi değil, neden hukuki ve siyasi bir rejim olarak kavramamız gerektiği daha net ortaya çıkmaktadır.
İklim değişikliği temelinde ortaya çıkan küresel anaforun yönetiminde, ülkelerin, ekonomik ilişkilerin belirlenmesi aynı zaman da küresel siyasal ilişkilerin ve hukuki formların da yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir. Bu kapsamda her ilişkinin meta ilişkisi olarak yeniden tanımlanması, iklim krizine bağlı ülkelerin ve dünya vatandaşlarının hak taleplerini iktisadi taleplere veya arzulara dönüştürecek olan şey, piyasa değil hukuk ve siyaset mekanizmaları olmaktadır. Hukuk tam da bu ilişkiler bütünü içinde, piyasanın bir aracı değil, kapitalist yeniden üretim ilişkileri için zorunlu bir zemin haline gelir. Dipten ve sessizce iklim kanunu rejimi hazırlılarının bu ilişkilerin tamamlanması olarak görebiliriz.
Küresel işbölümü sisteminin kaldığı yerden devam etmesi için iklim kanunu rejimi bu bağlamda Avrupa’da ortaya çıktığı biçimden farklı gelişiyor. Bunun nedeni Türkiye’nin küresel işbölümü sürecindeki yeri. Türkiye İklim Kanunu, kaynak kullanımını azaltmayı, teknoloji yönlü değişimi, ortak inovasyon zeminleri geliştirmeyi, sosyal adaleti sağlamayı ve bunu sosyal sınırlar arasında bir uyum olarak kurgulayan Avrupa kapitalist pazarının kıyısında, sömürüyü daha çok derinleştirecek bir mekanizma olarak şekilleniyor. Asıl amacı, küresel pazara mal tedarikinde birtakım standartlara uygun mal üretmek. Ancak bu standartlar için, küresel pazara daha yoğun emek ve daha çok hammadde ihraç eden bir ülke olma konumunu derinleştirerek iklim konusunda işbölümü rolünü yerine getiriyor. Türkiye’den bu anlamda azaltım hedeflerine uygun hareket etmesi değil, tedarikçi pozisyonunun derinleştirilmesi bekleniyor. İklim kanunu rejiminin bir çevre koruma metni olmadığı gibi ikim rejiminin de Avrupa’da bir çevre koruma meselesi olarak tartışılmadığı ortada. Buna rağmen Türkiye’de sendikalar, siyasal partiler, bu kapsamlı rejim değişikliğine argüman üretmiyor. Bu kanun ile gelen yeni üretim ilişkilerinin, salt kapitalist ilişkilerin berkitilmesi olmadığını görmek gerekiyor. Rejimin ekstraktavist uygulamalarının artması için aynı zamanda küresel mal tedariki için, daha antidemokratik bir siyasal ve hukuki süreç bizi bekliyor.
Emek ve doğa üzerinde baskıyı artıracak bu iklim kanunu rejimi, küresel işbölümü sistemi içinde iklim krizine olmasa da iklim piyasasının yeniden üretimini mümkün hale getirebilir. İklim kanunu, ekolojik borçlardan, siyasal ve sosyal eşitsizliklerden, teknoloji temelli üretim desteklerinden, üretim araçlarının organizasyonunda kurumsal yeniden inşa stratejilerinden ve planlı demokratik bir siyasal stratejiden bağımsız hazırlandığında karşımıza çıkan tablo korkunç bir yeni sömürgeleştirme olacaktır. Karbon azaltım stratejilerine uygun olarak ihracat kalemlerinde ortaya çıkacak dönüşümün maliyetleri, diğer sektörlerde yoğun bir emek ve doğa sömürüsü olarak biçimlenecektir. Bu dönüşümü görünmez kılacak yönetsel ve siyasi ortam mevcuttur. Açıktan nasıl bir iklim kanunu rejimi tartışması yapmaktan son derece uzak bir siyasal ortam mevcuttur. İklim kanunu tartışması, alternatif bir siyasal iktidar perspektifi söz konusu olduğunda tüm bu hukuki, siyasi ve ekonomik ilişkileri kavrayan bir strateji haline gelir. Bu nedenle, iklimleri kazanmak için emekçilerin kendi geleceklerini kazanmak zorunda olduğunu bilelim. Ya da emekçilerin kendi geleceklerini kazanması ancak iklim alanında siyaset yapmasıyla mümkün.