Filistin direnişinin şiddet eylemlerinin sömürgecinin şiddetiyle aynı ahlak terazisine konması, yapısal tahakküm ve şiddeti neredeyse yok sayan bu egemen yaklaşımın tipik bir ifadesi. Cellat ile kurbanı eşdeğer addeden ve ister istemez yapısal, sistemik şiddeti görünmez kılan, dolayısıyla dönüp dolaşıp sömürgecinin elini güçlendiren bir körlük bu…
Karl Marx 16 Aralık 1867’de Londra’daki Alman İşçileri Eğitim Cemiyeti’nde düzenlenen bir etkinlikte İrlanda sorunu üzerine konuşur. Uzun zamandır İrlanda ulusal kurtuluş mücadelesinin bir destekçisi olan Marx, İngilizlerin adayı sömürgeleştirirken hedeflerinin “hiç değilse Shannon ırmağının oluşturduğu hatta dek İrlandalıları imha edip onların yerine İngiliz yerleşimcileri bölgeye yerleştirmek” olduğunu belirtir. İngiliz sömürgecilerin amacı açıktır: “Adayı yerlilerden temizlemek ve onu sadık İngilizlerle doldurmak”.[1]
“Dolayısıyla” diye devam eder Marx, “İrlanda sorunu basitçe bir ulusal sorun değil, bir toprak ve varoluş sorunudur. Yıkım ya da devrim, düstur budur”.[2] Yaklaşık üç yıl sonra bambaşka bir vesileyle Marx yine aynı vurguyu yapar ve bir kez daha topraktan ve varoluştan bahseder: İrlanda’da “toprak sorunu şimdiye kadar toplumsal meselenin ayrıcalıklı biçimini oluşturmuştur; çünkü o, İrlanda halkının ezici çoğunluğu için bir varoluş sorunu, bir ölüm kalım meselesidir”.[3]
“Toprak ve varoluş sorunu”: Marx’ın ortaya attığı bu formülasyon sadece İrlanda için değil, “yerleşimci sömürgecilik” girişimlerinin tamamı için geçerli. Yerleşimci-kolonyalizm, sömürgeci nüfusun sömürgeleştirilen topraklara yoğun olarak yerleştiği özgün bir sömürgecilik biçimi. Siyonizm de bu yerleşimci-kolonyalizm örneklerinden biri. İsrail tıpkı Amerika, Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Afrika, Rodezya-Zimbave ve (kısmen) Cezayir gibi yerleşimci-kolonyalist bir devlet.
Marx’ın toprak vurgusu boşuna değil: Toprağa erişim ve toprağın kontrolü, yerleşimci sömürgeciliğin temel meselesidir. Siyonist kolonyalizmin temel şiarının, “topraksız bir halk için halksız bir toprak” olması bu bakımdan “manidar”. İsrail devletinin kurulması öncesinde Filistin’de yaşayan Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler Siyonistler açısından bir “halk” değildi. Filistin’in insansızlaştırılması, varolan nüfusun topraklarını terke zorlanması Siyonistler açısından mutlak bir gereklilikti. O nedenle İsrail devletinin kuruluşunun aynı zamanda bir etnik temizlik operasyonu (nakba) olması, Filistin halkının yersiz yurtsuz göçmenler haline getirilmesi, olayların zorlamasıyla gerçekleşmiş arızi bir gelişme falan değildi.
Aynı şey bugün için de geçerli. Son çarpışmaların ardındaki siyasal ve askeri gerekçeler ne olursa olsun temeldeki Siyonist stratejik zorunluluk değişmiş değil: Filistin topraklarının insansızlaştırılması. “Halksız toprağın” gerçekten “halksız” kılınması. Filistin halkının boyun eğdirilerek bir “halk” olmaktan çıkarılması. İsrail saldırganlığının her seferinde bu kadar kıyıcı olmasının, Filistin meselesinin Marx’ın deyimiyle bir varoluş, bir ölüm kalım meselesi olmasının ardındaki çıplak gerçek bu.
Her yerleşimci sömürgecilik girişimi toprağın kontrolü için toprağın insansızlaştırılmasını gündeme getirir, bu nedenle yerli halkı imhaya yönelir. Jeff Halper’ın ifadesiyle, “Yerleşimciler toprağı ele geçirdikçe, yok etme stratejileri soykırımdan yerinden etmeye, sınır dışı etmeye, tecrit ve toplu kapatmaya kadar uzanır (…). Amaç sadece yerlilerin varlığını marjinalleştirmek değil, aynı zamanda yaşam sistemlerini yok ederek topraklarına olası herhangi bir dönüşü veya sömürgecilikten kurtulma olasılığını engellemektir”.[4]
Michael Mann’ın “soykırımcı demokrasiler”, Domenico Losurdo’nunsa “üstün ırk demokrasileri” diye tanımladığı yerleşimci-kolonyalist rejimler ya (misal ABD ya da Avustralya’da olduğu gibi) yerli halkı tasfiye ederek (soykırım) muvaffak olup biçim değiştirerek devam ediyor ya da mesela Güney Afrika ve Zimbave örneklerinde olduğu üzere şu ya da bu biçimde kolonyalist-ırkçı rejim çözülüyor. Bir ara yol yok gibi. Yani ya İsrail demokratik ve çokuluslu bir Filistin’e dönüşecek ya da Filistinlileri soykırımdan geçirecek, bir “Yahudi devleti” olarak kalmak için ırkçı siyaseti mantıki sonuçlarına vardıracak.
Soykırım, yerleşimci sömürgecilik bağlamında bir kerede olup biten bir olay değil, yapısal bir süreçtir. Patrick Wolfe’un deyimiyle “yapısal soykırım”, yerleşimci sömürgeciliğin “yok etme mantığının”, yani onun imhacı eğiliminin sistemik ve süreğen karakterinin yansımasıdır.[5] Bu yok etme mantığı yerleşimci sömürgeciliği yerlileri bastırmaya, bir halk olmaktan çıkartmaya, yersiz yurtsuzlaştırmaya, toplama kamplarına tıkmaya, göç ettirmeye, topraksızlaştırmaya ve fiziken ortadan kaldırmaya yöneltir. Yani soykırım yerleşimci sömürgeciliğin mantıksal sonuçlarından biridir. Albert Memmi, “Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” derken bu gerçekliğe işaret eder.[6]
“Siyonizm”, Ilan Pappe’nin ifadesiyle, “yerleşimci bir sömürgeci projedir ve henüz tamamlanmamıştır. Filistin demografik olarak tamamen Yahudi değildir ve her ne kadar İsrail, çeşitli araçlarla, onun tamamını siyasi olarak denetim altında tutuyor olsa da, İsrail devleti (…) yeni yerleşimler inşa ederek, Filistinlileri mülksüzleştirerek ve yerlilerin vatanları üzerindeki hakkını reddederek hâlâ sömürgeleştirmektedir.”[7]
İsrail’in en büyük başarısı, bu yerleşimci sömürgeci girişimi, yani Filistin topraklarının adım adım işgal ve kolonize edilerek Filistin halkının yersiz yurtsuzlaştırılarak parya konumuna itilmesini bir ‘uluslararası çatışma’ olarak sunabilmesi ve üstelik bunu kabul ettirebilmesidir. Uluslararası basında ve diplomasi çevrelerinde hâkim olan ve popüler “sağduyu” nezdinde giderek daha fazla kabul görüp yerleşen bu yaklaşıma göre Filistin meselesi, yani işgal ve kolonizasyon, iki taraflı (İsrail-Filistin) bir uluslararası çatışma ya da ihtilaf (conflict) konusudur. Sorunun çözümü de ancak “tarafların” her ikisini de tatmin edebilecek bir orta yolun, bir optimum çözümün bulunmasıyla mümkün olabilecektir. Böylesi bir “çözüm” anlayışı ise Anglo-Saksonların conflict resolution dedikleri alanın konusunu oluşturur. Çözüme ulaşılabilmesi için iki “taraf”ta da “aşırıların” tecrit edilmesi ve “ılımlıların” masaya oturtulması icap eder.
Biraz karikatürize edilmiş gibi görünse de Filistin meselesine yaklaşımın egemen, yerleşik çerçevesi bu minvaldedir. İşin kötüsü sömürgeciliği ihtilaf, direnişi terörizm olarak vaftiz eden bu paradigmatik çerçeve, sola dahi sirayet edebilmektedir. Filistin direnişinin şiddet eylemlerinin sömürgecinin şiddetiyle aynı ahlak terazisine konması, yapısal tahakküm ve şiddeti neredeyse yok sayan bu egemen yaklaşımın tipik bir ifadesi. Cellat ile kurbanı eşdeğer addeden ve ister istemez yapısal, sistemik şiddeti görünmez kılan, dolayısıyla dönüp dolaşıp sömürgecinin elini güçlendiren bir körlük bu…
Marx Filistin’e hiç gitmedi. Zaten Filistin’in sömürgeleştirilmesi onun ölümünden çok sonra gündeme geldi… Ancak onun İrlanda meselesini bir “toprak ve varoluş” sorunu olarak ortaya koyması, yerleşimci sömürgeciliğin herhangi bir coğrafyayla sınırlı olmayan temel işleyiş mantığının isabetli bir tasviri sayılabilir. Toprağın sömürgeleştiren tarafından gaspı yerlinin imhasını dayatır. Yerleşimci sömürgecilik böylece ister istemez bir soykırım mekaniğini harekete geçirir. Onu bir “varoluş meselesi” haline getiren de budur.
Dolayısıyla Marx’ın ifadesiyle “parola” yahut “düstur”, “ya devrim ya yıkım” olmalıdır. “Çatışmaların son bulması”, hatta “barış” bile değil, devrim. Yani tarihsel Filistin’in tamamının dekolonizasyonu, Filistin’in kurtuluşu… Daha azıyla yerleşimci sömürgeciliğin imhacı mantığının işleyişine çomak sokmak, onu durdurmak mümkün olmayacak…
[1] Karl Marx, “Outline of a Report on the Irish Question to the Communist Educational Association of German Workers in London”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867/12/16.htm
[2] Karl Marx, “On the Irish Question”, https://www.marxists.org/archive/marx/iwma/documents/1867/irish-speech.htm
[3] Karl Marx, “Marx to Sigfrid Meyer and August Vogt in New York”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1870/letters/70_04_09.htm
[4] Jeff Halper, Decolonizing Israel, Liberating Palestine, Pluto Press, Londra, 2021, s. 23
[5] Patrick Wolfe, “Settler colonialism and the elimination of the native”, https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/14623520601056240
[6] Albert Memmi, Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi, çev. Şen Süer, Versus, İstanbul, 2009, s. 76.
[7] Ilan Pappe, İsrail Hakkında On Mit, çev. S. Erdem Türközü, Nika, Ankara, 2018, s. 74