“İnsanlar düşünmeyi öğrendiler mi,
düşüne düşüne
gerçeğe ulaşmayı da öğrenirler elbet.”[1]
“Milli Görüş” geçmiş değil, boylu boyunca -farklı versiyonları ile de olsa- bugün.
Kolay mı? “Türk Sağı”nın en büyük insan kaynağı hâline gelen -neden “milli” denildiği meçhul!- hareket “Siyonist, Yahudi Lobisi, Amerikancı, Ajan, İlluminatı” gibi tabirleri pek sık kullanırken; “Demokrasi kılıfında Allah Nizamı demektir,” biçiminden pazarlanmıştı.
George Orwell’ın, “Eğer özgürlüğün bir anlamı varsa, bu insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleme hakkıdır”; Wilhelm Reich’ın, “Gerçekte olduğu gibi gör kendini,” uyarılarının altını çizerken; “Milli Görüş” konusunda kimi soru(n)lara değinmenin önemli ve elzem olduğu kanısındayım.
Kendini; “Milli Görüş bir milletin kendi inanç, tarih, kültür, gelenek ve adetlerini hayatın içine katmak, o milletin idaresinde esas unsur olmasında tercih edilmesi icap eden görüştür. Türkiye’nin kendi insan ve ekonomik gücü ile kalkınabileceğini, öz değerlerini koruyarak, arkasına tarihinin verdiği kuvveti alarak daha hızlı adımlarla yürüyebileceğini savunur. Milli Görüşün temeli şefkat ve sevgidir, kaba kuvveti değil, hakkı ve adaleti üstün tutmasıdır. En ilerici görüştür. Türkiye’yi muasır medeniyetin üstüne çıkartacak görüştür,” diye tarif eden Necmettin Erbakan patentli hareket 2005’de Maslak girişindeki üst geçitteki bir pankartta, “Milli Görüş Fatih’in İstanbul’u fethettiği görüştür,” derken; yine Sultangazi Cebeci Mahallesi Halk Ekmek Fabrikası’nın karşısına asılmış bir diğer pankartta da, “Milli Görüş hayra motor, şerre fren olmaktır,” diye ekliyordu…
“İddiaları” ile “icraatları” arasında müthiş bir uçurum olan bu hareket konusunda “liberaller” büyük bir heyecanla, “Bir demokrat olarak Erbakan Hoca’yı rahmet ve minnetle anıyorum. Türk demokrasisine katkılarının çok büyük olduğunu düşünüyorum”[2] ya da “Erbakan ve Millî Görüş hareketi demokrasiye muazzam katkılarda bulunmuştur,”[3] deseler de bu “hükümler” tartışmaya fazlasıyla açıktır ve tartışılmalıdır da…
Kaldı ki Necmettin Erbakan’ın mirası krizlerden faydalanıp siyasal boşlukları dolduran AKP ile re-forme edilerek, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardım,” demesine karşın, “yerli ve milli” şiarıyla bugünlere dek uzandı…
Belirtmeden geçmeyeyim: Sözü edilen “yerli ve milli”lik iddiası, “Milli Görüş” ile rabıtalıdır…
TARİH(İ)
“Milli Görüş” ile rabıtalı Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi, AKP, HAS Parti, Yeniden Refah Partisi ile sürdürülen hareket 1970’lerin başında, zamanın Milli Nizam Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan tarafından ortaya atılıp şekillendirilmiş, batılılaşma karşıtı, muhafazakâr İslâmcı politik akımdı.[4]
Temel esasları Erbakan’ın 1975’te yazdığı Milli Görüş adlı manifestoda belirtilmiştir. Türk siyasi hayatında sırasıyla Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi tarafından temsil edilmiştir. Fazilet’in 2001’de Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmasının ardından, Milli Görüş hareketi “gelenekçi” ve “yenilikçi” diye adlandırılan iki kola ayrılmış, gelenekçiler Recai Kutan önderliğinde Saadet Partisi’ni;[5] Milli Görüş fikirlerinden uzaklaştıklarını iddia eden yenilikçiler Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurmuşlardır.
Biraz geriye dönerek ilerlersek: Çok partili siyasi yaşama geçildikten sonra, İslâmcılar kendilerine adres olarak Demokrat Parti’yi belirlemişti. Said Nursi’nin 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a şu telgrafı çektiği belirtilir: “Cenabı Hak sizi İslâmiyet vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına, Said Nursi.”
Nurcular ve diğer İslâmi cemaatler, 1965 seçimlerinde DP’nin devamı olan AP’yi desteklediler. Bu dönemde, İslâmcılar içinde Nurcular ağırlıklarını koruyorlardı. Seslerini daha iyi duyurabilmek için ilk gazeteleri olan “İttihad”ı 24 Ekim 1967’de çıkarmaya başladılar. 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde ise İslâmcı hareketin siyasette daha etkin rol alması için parti içerisinde hamleler yapılıyordu. Grupta Nakşibendi tarikatı mensubu Necmettin Erbakan da vardı…
1948’de İTÜ Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitiren Erbakan, 1956-63 yılları arasında kurucuları arasında olduğu Gümüş Motor firmasında genel müdürlük yapmıştı. Fabrikanın hissedarlarının çoğu da Nakşibendi tarikatına bağlı Gümüşhaneli Tekkesi müritleriydi. Erbakan’ı asıl parlatan gelişme ise TOBB Başkanlığı yarışı oldu. 30 Mayıs 1965 tarihinde TOBB Başkanı seçilip 4 yıl başkanlık yapan Sırrı Enver Batur, 25 Mayıs 1969’da görevini bıraktı. Bu arada ATO üyesi sıfatıyla TOBB genel sekreteri olan Erbakan, yeni yönetim kurulu başkanı seçildi.
Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, genel sekreter olan bir kişinin yönetim kurulu başkanı olamayacağı görüşünü savunuyordu.Tartışma yargıya taşındı. Erbakan’ın görevden alınması kararı çıktı. Kendisini odaya kilitleyen Erbakan, TOBB’dan polis nezaretiyle çıkartılabildi. Bu durum, Erbakan’ın siyasi portresini daha da güçlendirdi. Milli Görüş’ün önde gelen isimlerinden eski Bakan Şevket Kazan, TOBB sürecinin Erbakan’a etkisini “Bu mücadele Erbakan Hoca’ya ve Türkiye’de çok genç bir kitleye de milli görüş yolunu açtı. Milli Görüş’ün temelleri o zaman atıldı” sözleriyle özetliyor.
O günlerde ilahiyat fakültesi öğrencisi Hatice Babacan’ın türbanıyla üniversiteye girmesinin ardından uzaklaştırma cezası alması, İslâmcı çevrelerde AP’ye yönelik tepkileri tırmandırdı. AP içerisindeki Nurcuların bazıları, AP varken yeni bir partinin kurulmasına onay vermezken bazıları Kadiriler ve Nakşibendilerle birlikte kurulacak ittifakı destekliyordu. Parti çalışmaları tamamlanamayınca Erbakan’ın AP’den Konya milletvekili olması formülü gündeme geldi. Bu girişim de partide karşılık bulamayınca Erbakan, bağımsız milletvekili olmak için harekete geçti. 12 Ekim 1969’da yapılan seçimde Konya’dan bağımsız adaylığını koyan Erbakan milletvekili seçildi. Seçimin ardından Erbakan, bu kez AP içinde kendine yakın kimi milletvekilleriyle yakınlaşmaya başladı.
Özetle merkez sağın, sesini yükseltmemesi şartıyla dindarlara kapılarını açık tutma geleneği 1969’da bozuldu. Necmettin Erbakan milletvekilliği için başvurup Süleyman Demirel tarafından veto edilince partisini kurdu.
Takvimler 26 Ocak 1970’i gösterdiğinde Türkiye’nin cemaat ve tarikat koalisyonuyla kurulan ilk partisi siyasi yaşama adım atıyordu. “Hak geldi, batıl zail oldu” ayetini slogan hâline getiren Erbakan ve arkadaşları, 26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurdu. Uzun yıllar Milli Görüş hareketini izleyen gazeteci Fehmi Çalmuk, MNP’yi kuran ittifakla ilgili şunları söylüyor: “Milli Nizam Partisi, Necip Fazıl’ın değişik tarikat ve cemaatlerden örgütlediği 33 istişare kurulu üyesinin işbirliğiyle kuruldu. Cemaatle, Milli Görüş’ün ilk ittifak yaptığı organizasyon buydu. Partiye katılmak için iki şart vardı; birincisi Mason olmamak, ikincisi namaz kılmak. Bu kadar prensipli bir partiydi…”[6]
Ve 1970’te kurulan Milli Nizam Partisi 1971’de kapatıldı.
Erbakan, 1972’de Milli Selamet Partisi’ni kurdu. 1973’te 1.2 milyon oy (yüzde 11) aldı. 1974’te, 1975’te, 1977’de koalisyon ortağı oldu. 1980’de kapatıldı.
1983’te kurulan Refah Partisi seçime sokulmadı. 1984’teki oyu yüzde 4.4 idi. 1987’de yüzde 7.1’e, 1989’da yüzde 9.8’e çıktı. 1991’de yüzde 17’yi zorladı. 1994’te yüzde 20 sınırına dayandı. 1995’te yüzde 21.38 oyla birinci parti oldu. 1996’da iktidara geldi. 1998’de kapatıldı.
O yıl Fazilet kuruldu. 1999’da 5 milyona yakın oyla, yüzde 15’i aştı. 2001’de kapatıldı. O yıl Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu. 2002’de yüzde 34.6 oyla iktidar oldu.
“Kim ki Saadet Partisi dışında ben de Milli Görüşçüyüm derse palyaçoya benzer,” diyen Necmettin Erbakan vefat etmeden Erdoğan’dan şikâyetçiydi, rahatsızlıkları vardı.
Örneğin “AKP’nin ABD ile yapılan bir anlaşma sonrası kurulduğu iddiası” üzerine Milli Görüş’teki ayrılığın tanıklarından Mehmet Bekaroğlu’na göre Amerikalılar, AKP kurucularına, onları iktidara taşımayı; “Sıkıntı yaratacak unsurları opere etmeyi”; “Gerekli finansal destekleri sağlamayı” vaat etmişler; buna karşılık onlardan da, İsrail’in güvenliği; Büyük Ortadoğu Projesi; “İslâm’ın yeniden yorumlanması” konularında yardım beklediklerini söylemişlerdi.[7]
Buna ek olarak 28 Şubat 1997 “Post-modern” darbesi AKP’yi iktidara taşıyan sürecinin önemli bir kilometre taşıyken, Necmettin Erbakan’ın politik yaşamında da önemli bir parantez oluyordu[8] Mehmet Tezkan’ın ifadesindeki artılarla:
“28 Şubat postmodern darbesini yaptılar diye Milli Görüş politikalarını aklayamayız. İyi bir şeymiş gibi sunamayız, anlatamayız. Sapla samanı karıştırmayalım!
Türkiye kötü yönetiliyordu diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü yönetilmiyordu. Erbakan Hoca hayal dünyasında yaşıyordu, o hayal dünyasına bizleri de sokmaya çalışıyordu. Ayakları yere basmıyordu. Ezikti.
Başı öndeydi, hiçbir konuda dik duruş sergilemedi. Sergileyenlere de kızdı. Libya Diktatörü Kaddafi’den bile fırça yedi; ses çıkaramadı. 28 Şubat’a da teslim oldu. İdare-i maslahatçı politika izledi. 28 Şubat sürecinde elinden idare gitti sadece maslahat kaldı. Meselenin özü budur.”[9]
ERBAKAN’IN POLİTİK YAŞAMI
1960’ların ortasında, Türk-İslâm sentezcisi gazeteci ve Adalet Partisi (AP) Milletvekili Osman Yüksel Serdengeçti’nin Cebeci’deki evinde toplanan bir grup, Cumhuriyet’le birlikte yeraltına itilmiş olan İslâmcı hareketin siyasal hayata girmesinin yollarını tartışmıştı. Önce hepsi de Türk-İslâm sentezcisi olan Yeni Türkiye Partisi (YTP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve Millet Partisi’nin (MP) birleştirilmesini planlamışlar, ancak MP’nin buna olumlu yaklaşmaması üzerine yeni bir parti kurmaya karar vermişlerdi.
Kendi adlandırmalarıyla bu ‘Bağımsızlar Hareketi’nin arkasında esas olarak Nakşibendiler (İskender Paşa Dergahı) vardı. Gruba daha sonra, Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanı, Profesör Necmettin Erbakan da dahil olmuştu.
1948’de İTÜ Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitiren Necmettin Erbakan için okulun mezunlar albümünde şu satırlar yazılıydı: “Toylardandır. Sofudur, dindardır ve çalışkandır. Hayatının yarısını namaz, yarısını da projeler işgal eder. Sınıfının yarısını kendisi, yarısını da arkadaşları işgal eder. Proje ve raporları, Saatli Maarif Takvimi gibi geniş izahlıdır. Herkesin bir sayfada bitirdiği konuyu o kırk sayfada özetler. Kendisine cıvata nedir diye sorarsanız, izaha demir filizlerinin naklinden başlar ve o kadar anlatır ki, nihayet namaz vakti gelir ve sonunu dinleyemezsiniz…”
Okulu bitirdikten sonra bir süre İTÜ’de asistanlık yapan Necmettin Erbakan 1953’te Almanya’daki Aachen Teknik Üniversitesi’nde doktora yapmıştı. Doktorasını yaparken Alman ordusuna tank imal eden Deutz Motor Fabrikası’nda çalışmış,1953’te İTÜ’de doçent, 1965’te de profesör olmuştu. Akademik çalışmaları sırasında iş hayatına da giren Erbakan 1956-1963 arasında kurucuları arasında olduğu Gümüş Motor firmasında genel müdürlük yaptı. Tarikat şeyhi Mehmet Zahid Kotku da şirkette hisse sahibiydi. 1963’te yanlış yatırımlardan doğan mali problemlerdeki rolü nedeniyle Erbakan istifaya zorlandı. Fabrikanın sermaye yapısı 1964’te değişti ve adı Pancar Motor oldu. (2012’de fabrikanın kapısına kilit vuruldu.)
‘Bağımsızlar Hareketi’, parti kurma işini tamamlayamayınca, Necmettin Erbakan boş milletvekili kadrosunu doldurmak için yapılan 2 Haziran 1968 seçimlerinde AP’nin Konya Milletvekili adayı olmak istemiş, bu talebi reddedilmişti. Erbakan’ın kamuoyunun dikkatini çekmesi, ‘Anadolu burjuvazisi’ni örgütlemek için talip olduğu TOBB Başkanlığı’ndan kendi deyimiyle ‘tekelci burjuvazi’ tarafından indirildiğinde (25 Mayıs 1969’de seçilmiş, 8 Ağustos 1969 günü, seçimler AP Hükümeti tarafından iptal edilmişti) kendisini odasına iki gün kilitlemesiyle olmuştu. Erbakan’ın ne kadar inatçı bir siyasi kişilik olduğu bu eyleminden belliydi. Ekim 1969’da yapılacak genel seçimlerde yeniden AP’den aday olmak isteyen Erbakan, AP tarafından ikinci kez reddedilince bu kez Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçimlere katılacaktı. Konyalı tüccarlar ve Anadolu sermayesinin büyük esnaflarının desteğiyle milletvekili seçilen Erbakan ve arkadaşları, 26 Ocak 1970’de Milli Nizam Partisi’ni (MNP) resmen kurdular. Partinin kuruluşunu ilan eden basın toplantısında, “partiye Masonların ve Siyonistlerin alınmayacağı’ ilan edilmişti.
MNP’nin kuruluşu üzerine CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “iyi olmuş parti kurdukları, bakalım elli sene sonra oranları kaça düşmüş öğreniriz” demişti. AP’den istifa eden Hüsamettin Akmumcu ve Hüseyin Abbas’ın katılımıyla MNP, TBMM’de üç sandalyeye sahip olunca, İnönü Malatya’da tekrar konuştu: “Bir mühendis efendi çıkmış, İmam Gazali’yi ve İmam Rabbani’yi okutacağız diyerek, iktidara geleceğini ümid ediyormuş. Böyle şey olmaz!”
Necip Fazıl Kısakürek ve Eşref Edip Fergan gibi İslâmcı entelektüellerinin sahneye çıktığı Ankara Büyük Sinema’da 8 Şubat 1970 günü yapılan toplantıyla kurulan MNP’nin amblemi ‘şahadet parmağı havada sağ el’ idi. Bir de parti marşı vardı: “Hür Dünya’nın göbeğine/ Milli Nizam yazacağız/ Kuşların göz bebeğine/ Milli Nizam yazacağız/….” diye devam eden.
Erbakan, İstanbul’un Fethi, Viyana Kuşatması gibi söylemleriyle ‘Osmanlıcı’, ‘Kurtuluş Savaşı’na yaptığı göndermelerle ‘Milli Bağımsızlıkçı’, ayetlerden yaptığı alıntılarla ‘İslâmcı’ ve sanayileşme söylemiyle ‘modernist’ bir partiydi. Ancak bunların yanı sıra ciddi bir anti-komünist, anti semitik bir dili vardı. Erbakan ve arkadaşları ileriki yıllarda ‘Beynelmilel Yahudilik’, ‘beynelmilel Siyonizm’, ‘Nil’den Fırat’a Büyük İsrail’, ‘Ortak Pazar Siyonizmin bir oyunudur’ ‘Ortak Pazar’a girmek Türkiye’nin İsrail’e bir vilayet olmasıyla sonuçlanabilir’, ‘İsrail Güney Amerika’ya nakledilmelidir’, ‘Terörün kökünü ararsak, Tevrat’a kadar gitmek gerekir’ gibi sloganların mucidi olarak, antisemitizm tarihçemize önemli katkılar yapacaklardı.
Partiyi ortaya çıkaran o yıllarda sert biçimde ilerleyen kapitalistleşme süreci idi. Taşrada ekonomik durumları her geçen gün bozulan küçük sermaye grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile çıkar çatışması yaşayan sermaye kesimlerinin bir bölümü, nihayet Cumhuriyet’in katı laikleştirme politikalarından rahatsız dindar kesimler MNP’nin kitle tabanını oluşturdular. Bu kesimler çıkarları ve beklentileri çoğu zaman birbirine zıt olsa da kurtuluşlarını Erbakan’ın ‘İslâm kardeşliği’ sosuyla süslenmiş millileşme (sanayileşme) hamlesinde gördüler.
Kapitalizmi, ahlâksızlık, namussuzluk ve rüşvetle özdeşleştiren MNP’nin, kapitalist tekellerin partisi diye nitelediği AP için çok ciddi bir tehlike hâline gelmesi ile Kemalist rejimin laiklik ilkesine meydan okuması birleşince, MNP’nin sonu geldi. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın etki alanındaki Anayasa Mahkemesi jet hızıyla karar verdi ve 20 Mayıs 1971’te partiyi kapattı. İlginçtir, MNP yöneticileri hakkında herhangi bir ceza davası açılmadı ve Necmettin Erbakan, ‘sağlık nedenleri’ ile İsviçre’ye gitti (kendi deyimiyle ‘Hicret etti’) ve 2.5 ay ortalığın yatışmasını bekledi.
Ancak Erbakan’ın gidişi değil dönüşü çok tartışıldı. Çünkü iddialara göre 12 Mart darbesinin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ile Orgeneral Turgut Sunalp İsviçre’ye giderek, Erbakan’ı Türkiye’ye dönüp parti kurması için her türlü güvenceyi vermişlerdi. Amaçlarının AP’yi durdurmak olduğu da söylendi, dini komünizme ve sola karşı dalgakıran olarak kullanmak olduğu da söylendi. Nitekim MNP’nin kadroları, benzer bir tüzükle, 11 Ekim 1972’de, Milli Selamet Partisi (MSP) adıyla yeni bir parti kurdular. Yine 1971’de kapatılan TİP’in yöneticilerinin siyasi yasağı sürerken, MNP’lilerin siyasi yasaklarına son verilmesi hakikâten ilginç bir durumdu.
MSP’nin Genel Başkanlığı’na MNP’nin de kurucusu olan Süleyman Arif Emre getirilmişti. Kuruluş çalışmaları içinde yer alan Erbakan, partiye resmen 1973’ün Mayıs ayında katıldı. 20 Ekim 1973 seçimlerinde ağırlıklı olarak kentlerden oy alan parti yüzde 11,8 oyla 48 milletvekilini Meclis’e sokmayı başardı. Seçimlerden sonra partinin genel başkanı olan Erbakan, 25 Ocak 1974’te CHP lideri Bülent Ecevit’le koalisyon hükümeti kurdu (bu hükümeti meşrulaştırmak için “Solcular bizim namaz kılmayan kardeşlerimiz” demişti) ve Başbakan Yardımcılığı’na getirildi.
Bu dönemde, ‘Milli Görüş’e anlam kazandırmak için ‘Yeniden Büyük Türkiye’, ‘Maddi ve Manevi Kalkınma’ sloganları ortaya atılmıştı. Bunların bize anlattığı, Erbakan’ın derdinin kapitalizmle değil, onun ahlâkıyla ilgili olduğuydu. Sonuçta işin maddi yanında (‘Ağır Sanayi Hamlesi’, ‘Milli, Güçlü, Süratli, Yaygın Kalkınma’) diğer partilerle aynı paydada buluşulmuş, manevi yanında (‘Ahlâk’, ‘Saadet’, ‘Maneviyat’) ise retorik düzeyde bir tepki konulmuştu. Nitekim, Erbakan’ın açılışını yaptığı fabrikaların hemen hiçbiri faaliyet göstermedi, gösteremedi.
Buna karşılık, Nakşibendi, Kadiri ve Nurcu kadrolar devlet mekanizmasında daha çok yer aldılar. Ancak gerek bakanlıkların paylaşılması sırasında tarikatlar arasında çıkan kavgalar, gerekse 15 Mayıs 1974 günü Hükümetin Meclis oylamasına sunduğu Genel Af Yasası’na Erbakan cezaevindeki solcuları çıkarmamak için ‘Hayır’ oyu verilmesini isterken, bazı MSP milletvekillerinin ‘Evet’ oyu vermesi üzerine hem parti, hem de koalisyon hükümeti ciddi bir krize girdi. Üstüne üstlük 1974 Kıbrıs Harekâtı ile ‘Kıbrıs fatihi’ unvanını almayı başaran Erbakan, Ecevit’in ve TSK’nın Kıbrıs’tan erken çekilmesine itiraz edince koalisyon hükümeti dağıldı.
31 Mart 1975’de, Süleyman Demirel’in başkanlığında 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak bilinen AP, MSP, MHP ve CGP Hükümeti kurulduğunda Erbakan yine Başbakan Yardımcısı idi. Bu dönemde partiye damgasını vuran Nakşibendi-Nurcu çekişmesiydi. (Daha radikal bir siyasi tavrı olan Süleymancılar ise MNP ve MSP’den uzak durmuşlardı.) Bu döneme Erbakan’ın “Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız” sözü damgasını vurdu. Kadayıfın altının kızarması hükümeti düşürme zamanının geldiğini gösterecekti! Ne kadayıfın altı kızardı, ne de Erbakan hükümeti düşürmeye cesaret edebildi! Erbakan’ın adı, “Kadayıfçı” ya çıktı, hükümeti deviren ise Süleyman Demirel oldu.
1977 seçimlerinde oy sayısı artmakla birlikte oy oranı düşen MSP, yeni dönemin ilk hükümeti olan Demirel başkanlığındaki 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti’ne de girdi. Milletvekili sayısı yarı yarıya azalıp 24’e düşmesine rağmen MSP’nin ‘anahtar parti’ olduğunu düşünerek taviz vermemesi yüzünden AP epey zor günler yaşadı. Bu dönemde teyp, video kaseti gibi İslâmcı çevrelerin uzak durduğu yöntemleri başarıyla kullanan, siyasi literatüre ‘Renksizler’, ‘Batı taklitçileri’, gibi kavramları katan, Anıtkabir’e gitmeyi reddeden, 23 Nisan kutlamalarına katılmayan MSP’nin sonunu 12 Eylül 1980 askeri darbesi getirdi.
Darbeden bir hafta önce Konya’da yapılan ‘Kudüs’ü Kurtarma ve Gençlik Mitingi’ sırasında ‘Dinsiz Devlet Yıkılacak Elbet’, ‘Şeriat Gelecek, Gözyaşı Dinecek’, Şeriat İslâm’dır, Anayasa Kur’an’dır’, ‘Ne Doğu Ne Batı, Tek Yol İslâm’ gibi sloganlar atılması, miting sonrasında takkeli, sarıklı, yeşil cübbeli ve boyunlarında tespihler asılı eylemcilerin içki satan dükkânlara saldırması, turistlerin kaldığı otellerin camlarını kırması darbecilere iyi bir malzeme oldu. MSP, cunta tarafından diğer partilerle birlikte kapatıldı. Diğer parti liderleriyle birlikte Zincirbozan’a götürülen Erbakan, 1981’de serbest bırakıldı. MSP davasında Erbakan ve diğer yöneticiler için 36 yıla kadar hapsi isteniyordu ama 4.5 yıl süren MSP davası tüm sanıkların beraatıyla sonuçlandı.
21 Eylül 1983’de kurulan Refah Partisi (RP), kurucular listesinin Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından veto edilmesi üzerine 1983 Genel Seçimlerine katılamadı ancak, 1984 seçimlerinde yüzde 4.4 oy almayı başardı. Bu dönemin şiarı ise ‘Adil Ekonomik Düzen’ idi. Bu düzenin niteliğini merak edenlere parti broşürü şu cevabı veriyordu: “Gerçek ve tek özel sektörcü parti Refah Partisi’dir. Tek serbest piyasa partisi Refah Partisi’dir.” Erbakan’ın başkanlığında girilen 1987 Genel Seçimlerinde oylarını yüzde 7.1’e çıkaran parti yüzde 10’luk ülke barajını geçemediği için Meclis’e temsilci gönderemedi.
1991 seçimlerine RP çatısı altında Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile ittifak yaparak girildi ve yüzde 17’ye yaklaşan bir oy alındı. Artık taşranın değil 1960’lardan beri büyük kentlerin çeperlerinde oluşmuş gecekondu mahallelerinin, sosyolojik terimle, varoşların oyuna talipti RP. Nitekim 1995 Genel Seçimleri’nde yüzde 21.4 oyla birinci parti olarak büyük bir patlama gerçekleştirdi. Bu başarının önemi, Erbakan’ın 13 Nisan 1994 tarihinde parti grubunda yaptığı ünlü “Refah Partisi iktidara gelecek. Adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı, kanlı mı olacak kansız mı?… 60 milyon buna karar verecek” şeklindeki ünlü konuşmasının ardından olmasında yatıyordu. Ancak Erbakan, ülkedeki bu sosyolojik değişimi sadece bir oy malzemesi olarak kullanıyordu. Nitekim Fransa’da yayımlanan L’Express dergisinin muhabiri Jean-Michel Demetz, 14 Haziran 1996’da yayımlanan ‘Çift Yüzlü İslâmcı’ başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Bebeksi yüzü, beyaz bıyığı ve şişman görünüşüyle, Cezayirli bir sakallıdan ziyade iki savaş arasında yaşayan soylu Belçika Kilisesi’nden birini andırıyor. 70 yaşındaki Necmettin Erbakan, gösterişli kravatlarının güzelleştirdiği Batılı kıyafetlerine rağmen Avrupa’yı çok endişelendiriyor. Erbakan kendisine uzlaşmaya açık, entegrist düşüncelere muhalif, ılımlı bir İslâmcı görünümü vermeye çalışıyor. Bu zengin, yetmişlik delikanlı, parlamenter demokrasinin bütün dolambaçlarını biliyor. 70’li yıllarda sol ve sağın yönetimindeki koalisyon hükümetlerine katıldı. İstanbul kapalı çarşısının kurnaz tüccarını aldatan gevşek havasıyla şarkı söyler gibi konuşarak, davetlilerine vişne suyu ikram ettirirken çevresini etkilemeyi biliyor. Toprak ve dövizden elde ettiği servetin tadını hiç pişmanlık duymadan bir Avrupalı burjuva gibi çıkarıyor. Lüks arabalar, Ege sahilinde yazlık ev, şatafatlı kutlamalar -geçen sene kızının düğününde olduğu gibi- Erbakan, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş gibi değil. İnsani görünümlü bu İslâmiyet endişe verici çizgiler taşıyor…”
1996’da patlak veren Susurluk Skandalı’nı protesto için yapılan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemini alaya alan, aynı yıl Libya’ya diplomatik skandallarla dolu bir seyahat gerçekleştiren Erbakan 1997’de RP-DYY koalisyonunun kurduğu hükümetin başbakanıydı. Rejimin “asıl”(!) sahiplerinin bu duruma tahammül etmesi beklenemezdi elbette. Gerçi Refah-Yol 28 Şubat 1997 günü MGK’dan çıkartılan “irticai faaliyetlere yönelik” bildiriyi imzalayarak darbeyi savuşturdu ama Anayasa Mahkemesi RP’yi kapatma davası açında Erbakan havlu attı ve 18 Haziran’da Başbakanlıktan istifa etti. Beklentisi yerini ortağı Tansu Çiller’in almasıydı ama Cumhurbaşkanı Demirel hükümet kurma görevini Çiller’e değil, ANAP Başkanı Mesut Yılmaz’a verince, Refah-Yol hükümeti tarihe karıştı.
Bu süreç ileriki yıllarda ‘Post-modern Darbe” diye anılacaktı. 16 Ocak 1998’de partinin kapatılmasında gerekçe yine ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı’ olmaktı. Üstelik bu kez iş sağlam tutulmuş, beyan ve eylemleri ile partinin kapatılmasına neden olan Necmettin Erbakan ve altı arkadaşına beş yıllık siyaset yasağı konmuştu. Hâlbuki Erbakan, aynı yıl Almanya’nın Bonn kentinde insan haklarıyla ilgili bir sempozyumda bir dinleyicinin sözleri üzerine “Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlâllerinin hiçbirinde Kemalizm’in ve TSK’nın payı yoktur” demişti.
1997’de RP’nin kapatılma olasılığına karşı kurulan Fazilet Partisi (FP) 1999 seçimlerinde yüzde 15,4 oy almakla kalmayıp, ‘başörtülü’ Merve Kavakçı’yı meclise sokunca, Yargıtay Başsavcısı hemen harekete geçti. Yine laikliğe aykırı eylemlerden dolayı 22 Haziran 2001’de FP kapatıldı.
FP’nin kapatılması üzerine Milli Görüş Hareketi ikiye bölündü. Erbakan ve çevresinde yer alan ‘Gelenekçiler’, kapatılan FP’nin genel başkanı Recai Kutan’ın başkanlığında 20 Temmuz 2001’de Saadet Partisi’ni (SP) kurdular.
İstanbul Büyükşehir eski Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve çevresinde yer alan ‘Yenilikçiler’, 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kurdular. Bu yeni parti, artık sadece muhafazakâr kent ya da taşra yoksullarının değil, gözünü dünyaya dikmiş, hırslı kent ve taşra zenginlerinin de partisi olacaktı.
Erbakan 2002 yılında, RP’nin 1998 yılı kesin hesaplarındaki partiye ait yaklaşık 1 trilyon TL’nin harcanmış gibi gösterilmesi üzerine açılan davada “özel evrakta sahtecilik” suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi. Aynı davada partinin 68 yöneticisine cezalar verildi ancak yöneticilerden Abdullah Gül ve Abdülkadir Aksu’ya “dokunulmazlık” nedeniyle dava açılamadı.
Erbakan’ın cezası AKP’nin TCK’da yaptığı bir değişiklik sayesinde ev hapsine çevrildi, bu ev hapsi de 2008 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından “sürekli hastalık” gerekçesiyle affedildi. Erbakan’ın FP’nin başörtülü milletvekili Merve Kavakçı’ya çok ağır sözler eden Bülent Ecevit için 2006 yılında mevlit okutması buna karşılık son nefesine kadar “28 Şubat” hakkında tek kelime etmemesi birer soru işareti olarak kaldı. 2010 yılında tekrar SP’nin başına geçen Erbakan, 27 Şubat 2011 tarihinde son nefesini verinceye kadar siyasete devam etti. Cenaze törenine iştirak eden 2 milyona yakın kişinin arasında TSK mensupları da vardı.[10]
AMAÇ, AYRIŞMA, AKP
Milli Görüş eğitim programlarında cemaatin amaç değil bir araç olduğu ve asıl amacın şeriat olduğu belirtiliyorken; liderlerine körü körüne uymanın İslâmın gereği gibi gösterildiği eğitim programlarında her cemaat üyesinin kendisini cihada hazırlaması gerektiği belirtiliyor.[11]
Milli Görüş’ün faaliyetleri açısından Almanya (özellikle de Batı Berlin) müthiş önemliydi.[12] Gerçekten de Milli Selamet ile başlayan Saadet Partisi ile noktalanan Necmettin Erbakan rabıtalı partiler ile vb’lerinin Avrupa’dan beslendiği bir “sır” değildi.[13]
1970’lerden itibaren Milli Görüş’ün yurtdışındaki teşkilâtı da çok etkiliydi.
Avrupa Milli Görüş Teşkilâtı (AMGT) Almanya çapında art arda şubeler açtı. Bugün örgütün Almanya’daki genel durumu şöyleydi: i) Resmi kayıtlı üye sayısı: 25 bin (yaklaşık); ii) Kitle potansiyeli: 300 bin; iii) Bölge başkanlığı sayısı: 32; iv) Cami-cami derneği sayısı: 480; v) Gençlik teşkilâtı sayısı: 670; vi) Yıllık resmi bütçesi: 10 milyon Avro; vii) Kurduğu şirket sayısı: 15… Bunlar Alman makamlarındaki kayıtlarında da yer alan resmi rakamlardı ve bunların dışında, özellikle kontrol ettiği şirket sayısının çok daha fazla olduğu kabul ediliyordu.[14]
Milli Görüş, Alman yasalarına göre dernek olarak kurulmuşsa da Erbakan’ın Avrupa partisi gibi çalışmıştı. Örneğin 19 Mayıs 1991’de Köln’de, Avrupa Milli Görüş Teşkilâtları’nın (AMGT) 7. Genel Kurulu’nda 15 bin müridine konuşan Erbakan, “AMGT’nin Almanya’da 12 tane bölgesi bulunuyor. Almanya dışında Avrupa’da, Avustralya’da, Asya’da bugün dünyayı kuşatan 27 bölgede çalışma yapan bir teşkilât hâline gelmiştir. 2012’de 307 mescidi vardı, 2013’de sayısı 372’ye çıkmış. Aidat ödeyen üye adedi bir yılda yüzde 25 artmış. 4 bin yeni üye ilave edilmiş. Yani her hafta 80 tane yeni üye şuurlanıyor; ‘Bu davaya ben de para katkısında bulunarak tam bir asker olacağım’ diyor”du![15]
Süreç içerisinde hareket dallanıp budaklanırken; kamplaşmalar da yaşadı. Bu yolda “Gelenekçi”ler ile “Yenilikçi”lerin mücadelesi, MNP kapatılıp MSP kurulduğunda başladı.
MNP, MSP döneminde Özal kardeşlerin tohumunu attığı “Yenilikçi” akımı oldukça zayıf iken, RP döneminde RTE, Melih Gökçek gibi popüler isimler sayesinde güçlenmeye başlamıştı. FP döneminde ise Yenilikçiler hem parti içinde hem de parti tabanında Gelenekçilerden daha güçlü hâle gelmişlerdi.
Tabanın çoğu “Yenilikçi”ydi ama “Yenilikçi”lerin esas oy tabanı kendi partilerinin dışındaki çevrelerden geliyordu.
Fazilet Partisi’ndeki iki grubun zoraki birliği, “Gelenekçi”ler için de sıkıntılı geçiyordu. Çünkü “Yenilikçi”ler, kalenin içindeydiler ve kalenin içini ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ne kadar kamuoyundan saklı düşmanlık gösterileri yapılsa da teşkilâtlardan dışlansa da “Yenilikçi”ler, aynı bünyenin içinde olmanın avantajıyla tabanı etkileyebiliyorlardı. Köylere kasabalara varıncaya kadar kavgalar yaşanıyordu.
“AKP’nin Demokrat Parti’ye ve özellikle ANAP’a benzerlik noktaları o kadar çoktur ki, sırf bu konuya münhasır birçok tez yazılabilir. Demokrat Parti, milletimizin demokrasi mücadelesinde eşsiz bir yere sahip ama takdir edersiniz,”[16] biçiminde sunulup; “Erdemliler” olarak anılan AKP, “Gelenekçi”lerden pragmatik kopuşlarıyla var oldular![17]
Malum “Erdemliler”, henüz “Adalet ve Kalkınma Partisi” adı ufukta belirmemişken söz konusu harekete doğuş verecek ekibin kendisini tanımlamak için uygun bulduğu isimdi.
2001’de dolaşıma sokulmuş bu deyiş ne AKP’nin ilk iktidar döneminde, ne bu iktidarın olgunlaştığı dönemde ve ne de “mutlak iktidar” yıllarında hiç telaffuz edilmedi, unutulup/ unutturuldu; Timothy Snyder’ın, “Size güvenliği sadece özgürlüğünüz karşılığında garanti edenler, genelde sizi ikisinden de mahrum etmek isterler,”[18] deyişini hatırlatırcasına!
“DENİZ FENERİ” MESELESİ
Yolsuzluk kapitalizmin hamurunda vardır, bu durumun “Milli Görüş” için de geçerli olduğu bir “sır” değilken; “Deniz Feneri’ni unutma mümkün mü?
Deniz Feneri dosyası için Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, “Bana ne ya… Almanya’daki derneğin yöneticileri yanlış yapmışsa, yargılanmışsa, benim iktidarımdan buna ne?”;[19] milletvekili Kemal Anadol’un, “Gelişmeler basında yer aldı. Savcılar, bunu niye ihbar kabul etmediler? Türkiye’de Deniz Feneri örgütünün delilleri karartılmadı mı?”[20] sorularını dillendirdikleri hikâye herkesin bilgisi dahilinde…
Frankfurt’ta aynı binada faaliyet gösteren Avrupa Deniz Feneri E.V. ile Kanal 7 INT’ye Alman polisinin baskınıyla başlayan soruşturmada, üç dernek yöneticisine organize dolandırıcılık davası açıldı.
Almanya’daki dernek hakkında, dört yılda 14 milyon avro topladığı ve 8 milyon avrosunu kendi özel işleri için harcadığı iddiasıyla soruşturma başlatılmıştı. Kanal 7 INT ve Avrupa Deniz Feneri E.V’ye 25 Nisan 2007’deki baskın sonucu tutuklu dernek yöneticileri Mehmet Gürhan,[21] Firdevsi Ermi ve Mehmet Taşkan hakkında organize dolandırıcılık suçlamasıyla dava açıldı.[22]
Alman savcılığı, Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman ile Mehmet Sıddık Balıkçı, Bedrettin Bülent Bilgin, Mustafa Çelik, Ahmet Coşar, Orhan Durmaz, Gökhan Gürbüz, Harun Kapıyoldaş, İsmail Karahan, Zekeriya Karaman, İzzet Kurum, Şahin Küsmüş, Seyyar Kutun, Hakkı Sadal, Ümit Yaşar Sincanoğlu, Erhan Atar’ın fotoğraflarının, avuç içi izlerinin ve parmak izlerinin alınmasını isterken; para trafiği, sahte fatura, muhasebe kayıtları, sözleşmeler, makbuzlar, irsaliye ve siciller gibi delillerin de kendilerine gönderilecek dosyada bulunması beklentisini Ankara’ya iletmişti. Aralarında RTÜK Başkanı Akman’ın da bulunduğu zanlılar Alman savcılığında, “Meslek edinilmiş şekilde dolandırıcılık yapmak”la suçlanmışlardı.[23]
Zahid Akman, Almanya’daki Deniz Feneri e.V. Derneği soruşturmasını yürüten Frankfurt Bölge Mahkemesi Savcılığı’nın talebi doğrultusunda, talimatla ifade verdi.[24]
Deniz Feneri soruşturmasının asli polisi Komiser Alexandr Böhm, Zahid Akman’ın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda 1.5 saat sorgulanmasını yetersiz bulduğunu belirtip, “Böyle birinin sorgusunun günlerce sürmesi gerekir,” derken;[25] Türkiye’deki zanlıların parmak izlerini ve fotoğraflarını isteyen Frankfurt Savcılığı, adli yardımlaşma talebiyle Türkiye’deki ifade ve baskınlara katılmak istediklerini de resmen açıkladı.[26]
Türkiye ve Almanya’daki Deniz Feneri derneklerinin kirli çamaşırları, Almanya’daki yargılama sayesinde çorap söküğü gibi ortalığa saçılırken; [27] Frankfurt Savcılığı, haklarında soruşturma yürütülen Deniz Feneri zanlıları hakkında Ankara’dan istediği bilgilere aylarca ulaşamadı. Savcılık Sözcüsü Müller Scheu, aralarında Zahid Akman ve Zekeriya Karaman’ın da bulunduğu zanlılar hakkında yapılacak işlemlerin bu bilgilere bağlı olduğunu belirtti. Müller Scheu, bilgilerin gecikmesinin davayı etkilemeyeceğini, çünkü Deniz Feneri gibi ağır suçlarda zamanaşımının 20 yıl olduğunu söyledi.[28]
Tam da bu koordinatlarda Ali Kılıç, Deniz Feneri’yle ilgili yeni belgeler ortaya çıkartıp AKP’nin dernek tarafından toplanan bağışlarla iktidara geldiğini ve Alman Maliyesi’ne gönderilen bir ihbar mektubunda, “AKP’nin Deniz Feneri tarafından finanse edildiği” öne sürdü.[29]
Yine Ali Kılıç, Alman Maliyesi’nden Alman Savcılığı’na gönderilen bir belgede, Deniz Feneri Derneği’ne yönelik bağışlarla Türkiye’deki bir siyasi partinin desteklendiği bilgisinin yer aldığını ve Müslüman Kardeşler’in Almanya’daki Deniz Feneri’ne 6 bin 16 avro bağışta bulunduğunu gösteren bir listeyi de basına dağıtıp, yolsuzluğun Yimpaş’a ve Kombassan’a da bulaştığını iddia etti.[30]
Ayrıca Alman Maliyesinden savcılığa gönderilen bir belgede “Deniz Feneri e.V. bağış paralarıyla şu anda hükümette olan AKP’yi finanse ediyor” denildiğini aktaran Ali Kılıç’ın basın toplantısında verdiği bilgilere göre, Alman maliyesinden savcılığa gönderilen belgede de şu ifadeler yer alıyordu:
“Deniz Feneri e.V. bağış paralarıyla şu anda hükümette olan AKP’yi finanse ediyor. Ve adı geçen Zahid Akman AKP tarafından RTÜK Başkanlığına atandı. Dolandırıcı İslâmi holding YİMPAŞ, Deniz Feneri e.V. ve Türkiye’deki Deniz Feneri, AKP iktidarıyla çok yakın ilişkiler içerisindedirler. Deniz Feneri Derneği, Deniz Feneri e.V’nin ana kuruluşudur. Bu kuruluş 20.12.2004 tarihinde de kamu yararına çalışan kurum statüsüne kavuşmuştur. (…) Türkiye’deki Beyaz Holding, Deniz Feneri e.V’yi kontrol ediyor, iki ülke arasında nitelikli ve organize bir dolandırıcılık söz konusu.”[31]
SORUŞTURMANIN AKP İLE BAĞI
Almanya’da Deniz Feneri Derneği’yle ilgili soruşturmada adı geçenlerin yolları AKP’de kesişiyor. Tutuklu Mehmet Gürhan’ın Başbakan Erdoğan ile fotoğrafları var. Diğer zanlı Mehmet Taşkan, Binali Yıldırım’ın oğluna gemi almak için borç veren firmanın yöneticisi.
Frankfurt Savcılığı, karapara aklama ve dolandırıcılık suçlamalarıyla açtığı soruşturmayla ilgili bazı istemleri içeren bir dosyayı Ankara’ya göndermişti.
Dosya Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a bağlı Mali Suçları Araştırma Kurumu’na (MASAK) geldi. Dosya MASAK’ta bekliyor, soruşturmada somut bir adım atmadı.
Davanın iddianamesinde RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın adı kurye olarak geçiyor. Akman’la birlikte Kanal 7 televizyonu yöneticileri Zekeriya Karaman ve İsmail Karahan’ın kuryelik yaptığı öne sürülüyordu.[32]
Konuyla bağıntılı olarak Almanya’daki Deniz Feneri e.V. soruşturmasını yürüten polis ekibinin başındaki başkomiser Alexander Böhm, Frankfurt’ta görülen davanın 15 Eylül 2008’deki beşinci duruşmasında, yarım kalan ifadesini tamamladı. Deniz Feneri iddianamesinde yer alan “Türkiye siyasi baskı uyguladı” şeklindeki ifadeye açıklık getiren Böhm, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in davaya ilişkin Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Eckart Kuntz ile yaptıkları görüşmelerin tutanaklarını açıkladı.
Tutanaklar, AKP hükümetinin Deniz Feneri e.V iddianamesi henüz yazılma aşamasındayken yakın ilgi gösterdiğini ortaya çıkardı. Böhm, Erdoğan ile tutuklu sanıklardan Mehmet Gürhan’ın birlikte çekilmiş fotoğrafını da duruşmada mahkemeye sundu.[33]
Deniz Feneri Derneği davasının üçüncü duruşması 3 Eylül 2008 tarihinde Frankfurt Eyalet Mahkemesi’nde yapıldı. Duruşmada rapor sunan bilirkişi, amaç dışı kullanılan paranın, “en iyimser tahminle” 11.7 milyon Euro olduğunu belirtti. Bağış paralarının nereye harcandığının belirlenemediğini de belirten bilirkişi, “Tespit edebildiğimiz, Almanya Deniz Feneri’nden Türkiye Deniz Feneri’ne 7 milyon Euro, Beyaz Holding’e de 1.8 milyon Euro havale edildiği” dedi.[34]
Almanya’daki Deniz Feneri e.V. davasında son savunmalar yapılıp karar aşamasına gelinirken, savcı Kerstin Lotz asıl faillerin Türkiye’de olduğunu söyledi.[35] Lotz, olan bitenlerden Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ı da sorumlu tuttu. Sanıklarsa, Deniz Feneri’ne bağış yapanlardan özür diledi.[36]
Deniz Feneri gerekçeli kararında, sahtecilikten çifte muhasebeleştirmeye kadar 7 ayrı suçlama yer aldı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatı üzerine MASAK, Almanya’daki Deniz Feneri vurgununda “asıl fail” olarak gösterilen RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın da[37] aralarında bulunduğu 6 kişinin servetini incelemeye aldı.[38]
Bu durum Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Feneri e.V. soruşturmasıyla ilgili olarak AKP’ye yönelen eleştirileri için, “Bizim öyle Deniz Feneri ile şunla bunla alıp veremediğimiz yok. Kasamıza giren ve çıkan para sitemizde yazılıdır”;[39] dese de AKP’yi etkiledi…
Örneğin CHP’nin, “Akman görevden ayrılmazsa, Arınç ayrılsın” eleştirisine, “Biraz utanarak izliyorum,”[40] diye tepki gösteren Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Almanya’daki Deniz Feneri e.V davasıyla ilgili olarak, “Merhamet saikiyle insanlardan para toplayacaksınız. Sonra o paraları iç edeceksiniz. Suç olmaktan da öte, ahlâk dışı bir hareket… Suçlunun arkasında duramayız,”[41] dedi.
Zahid Akman için, “Bugün gelişen durum karşısında bir an önce kendisine yakışanı yapması lazım” diyerek istifa çağrısını yineleyen Arınç, Akman’ı kendi bürokratı olmadığı için görevden alma yetkisinin olmadığını belirtip, “Yetkiyi verin, ne yapacağımı göstereyim,”[42] diyerek; Zahit Akman’ın istifasını talep ettiğini açıkladı.[43]
Arınç’ın “istifasını istediğini” söylediği Akman, “Böyle bir talep” gelmediğini belirterek Arınç’ı yalanlarken;[44] Başbakan Erdoğan,[45] Zahid Akman’ın “temiz” biri olduğunu ileri sürüp, Arınç’ın istifa çağrısının kişisel görüşü olduğunu da ifade etti.[46]
Ayrıca İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı, 2004’te “kamu yararına çalışan dernek statüsü” verilen Deniz Feneri Derneği’nin bu statüden çıkarılması yönünde rapor hazırladığı hâlde İçişleri Bakanı Beşir Atalay, raporla ilgili işlem yapmazken;[47] Zahid Akman ve diğer isimleri kaldıkları cezaevinde 10 kadar AKP[48] milletvekili ziyaret etti.[49]
AKMAN PARANTEZİ
Deniz Feneri davasının gerekçeli kararında Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman ile RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın isimleri ön plana çıkarıldı. “Benzersiz yolsuzluğun” arkasında muhafazakâr-İslâmi bir çevrenin ve onun televizyonu Kanal 7’nin bulunduğu vurgulanan kararda, Deniz Feneri e.V.’nin 5 yılda en az 28 bin 836 bağışçıdan 41 milyon 423 bin 158 Avro bağış topladığı belirtildi.
Federal Almanya tarihinin en büyük bağış yolsuzluğu olarak kayıtlara geçen Deniz Feneri e.V. davasının yayımlanan gerekçeli kararında Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman ile RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın rolleri öne çıkarılırken bağış paralarının amacı dışında kullanıldığının Türkiye’de Kanal 7 yöneticileri tarafından bilindiği vurgulandı.
Almanya’daki Deniz Feneri Derneği e.V.’nin yolsuzluk davasına ilişkin Frankfurt Eyalet Mahkemesi 26. Ceza Dairesi’nin 17 Eylül 2008’de verdiği kararın gerekçesi yayımlandı. Kararda, “benzersiz yolsuzluğun” arkasında muhafazakâr-İslâmi bir çevre ve onun televizyonu Kanal 7’nin bulunduğu vurgulandı. Gerekçeli kararda 5 yıl 10 ay hüküm giyerek hâlen cezaevinde bulunan Mehmet Gürhan’ın bağlayıcı kararları, rumuzlarıyla verilen Zekeriya Karaman, İsmail Karahan, Mustafa Çelik ve Harun Kapıyoldaş gibi isimlerle görüş alışverişinde bulunarak aldığına dikkat çekildi.[50]
Frankfurt Eyalet Mahkemesi’nde görülen Deniz Feneri davasında karar açıklandığında Mahkeme Başkanı Dr. Jochen Müller, kendisinin, bu boyutlarda bir bağış skandalına Almanya’da hiç tanık olmadığı vurgusuyla, “Suçun büyüğü Türkiye de,”[51] dedi…
Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Deniz Feneri e.V. yolsuzluğunda Erdoğan’ı hedef aldı. Erdoğan’ı suçlayan, eski dava arkadaşı Şener, “Davada adı geçenlerle büyük yakınlıklar, karşılıklı kollamalar var,”[52] dedi.
Toparlarsak: “Deniz Feneri e.V soygununun arkasında AKP’nin olduğunu sağır sultan bile duydu. [53]
Alman yargıç Dr. Johann Müller ne diyor bakalım: ‘Hiyerarşinin üst kademeleri, talimatı verenler ve asıl suçu işleyenler Türkiye’de…’
Yargıç Müller, açıkça soygunun buyruğunu veren zincirin önemli halkalarının Türkiye’de yaşadığını öne sürüyor.
İddianamenin bir bölümünde ise şunlar yazılı: ‘Soruşturma süresince defalarca siyasi etki yapılmaya, özellikle AKP hükümeti tarafından devam etmekte olan tutukluluğa mani olunmaya çalışılmıştır.’
Deniz Feneri e.V hükümlüsü Mehmet Gürhan ne demişti: ‘Türkiye beni hapisten ne zaman kurtaracak!’
Peki, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ne diyor bu konuda: ‘Bana ne Deniz Feneri’nden!’…”[54]
Tüm bunlara karşın -2009’dan beri tüm gizli mahkeme kararlarını önceden öğrendikleri iddia edilen[55]– Zahid Akman, “Bu dava Almanya’nın Türkiye’nin siyasi hayatına müdahale eden operasyonudur.[56] Başbakan’ın bürokratı olmam, Zekeriya Karaman’ın Başbakan’ın yakını olması nedeniyle maruz bırakıldık. Büyük bir oyunla karşı karşıyayız,”[57] diyebiliyordu!
Ve üç ay tutuklu kaldıktan sonra savcıların dosyadan alınmasının ardından serbest bırakılan Zahid Akman, Kanal 7’nin genel yayın yönetmeni oldu![58]
Aslında, hemen her şey Stefan Zweig’ın, “İktidar, görenleri taş eden periler gibidir! Onu bir kez gören, bakışlarını bir daha ondan ayıramaz, büyülenip kalır. Hüküm sürmenin ve buyruk vermenin sarhoşluğunu bir kez tatmış olan, bundan asla vazgeçemez,”[60] ifadesindeki üzereydi…
Kolay mı? ‘Habertürk’e demecinde Zahid Akman, “Arınç benden istifamı istemedi. Başbakan Erdoğan arkamda”[61] dedi[62] ve Zahid Akman ile Zekeriya Karaman’ın avukatları Ersan Şen ve Hakan Yıldız, Deniz Feneri soruşturmasını sürdüren 3 savcının 1 Haziran 2009’da Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nce verilen tedbir kararı nedeniyle HSYK’ya şikâyet etti. Şikâyet nedeniyle HSYK soruşturmayı sürdüren savcılar Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yeren ve Mehmet Tamöz hakkında inceleme başlattı.[63]
“DAVA”(?) SÜRECİ!
Milletvekili Emine Ülker Tarhan’ı, “Deniz Feneri, iktidarın kara kutusudur ve kapatılmak istenmektedir”;[64] Milletvekili Atilla Kart’ın, “Hem Almanya hem de Türkiye’deki Deniz Feneri soruşturmaları sabote ediliyor,”[65] uyarısını dillendirdikleri Deniz Feneri e.V. soruşturmasına ilişkin olarak Almanya’daki davanın Türkiye bağlantılarını ortaya koymak üzere başlatılan 3.5 yıllık soruşturmada hazırlanan 526 sayfalık iddianame sanıklar; soruşturmayı yürütürken görevden alınan 3 savcının mahkemeye sevk yazılarında olduğu gibi “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek”, “çıkar amaçlı suç örgütüne üye olmak”, “evrakta sahtecilik” ve “nitelikli dolandırıcılık” ile yargılanmayacak. İddianamede suç vasfı değişti. Sanıklar, “özel belgede sahtecilik”, “hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanmak” ve “kamu görevlisinin evrakta sahteciliğine iştirak” gibi suçlarla yargılanacaktı![66]
Hatırlansın! Alman Hâkim Dr. Jochen Müller’in “asıl elebaşıları Türkiye’de” diyerek, Deniz Feneri e.V. Derneği’nin 3 yöneticisini mahkûm etmesinin ardından derneğin Türkiye bağlantılarını araştırmak için 8 Eylül 2008’de başlatılan soruşturmada, 1031 gün sonra düğmeye basılmıştı…
Meseleye ilişkin olarak şunları da hatırlatmadan geçmeyelim:
- i) Frankfurt Savcılığı’nın Almanya’da devam eden Deniz Feneri soruşturmasının ikinci dalgası için Türkiye’den istediği adli yardım talebi “eksik evrak” gerekçesiyle işleme konulmadı…[69] Almanya’dan bu belgelerin istenmesi talep edildi. Eksik belgelerin tamamlanıp Türkiye’ye ulaştırılması yine aylarca sürdü…[70]
- ii) Almanya’daki soruşturma talebi doğrultusunda talimatla ifade veren Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman, adliyeden ayrılırken, gazetecilerin “İfade sırasında susma hakkınızı kullandınız mı?” sorusuna, “Evet” diye yanıt verdi…[71]
iii) Ankara’daki savcıların el konacak verilerin kopyalanması için işbirliği içinde bulundukları emniyet güçlerine karşı güven bunalımı yaşadıkları ortaya çıktı…[72]
- iv) Adalet Bakanı Sadullah Ergin, HSYK tarafından soruşturmadan el çektirilen Deniz Feneri savcılarının belgede tahribat yaptıklarını iddia edip, dosyanın Kemal Kılıçdaroğlu’na servis edildiğini ima etti…[73]
- v) Davanın Türkiye ayağını yürütürken görevden el çektirilen savcılar, Deniz Feneri e.V’de resmi muhasebe ile gayri resmi muhasebe arasındaki fark olan 12 milyon Avro’nun Türkiye’deki hangi şirketlere aktarıldığının peşindeydi…[74]
- vi) Deniz Feneri soruşturmasını sürdürürken, soruşturmadan el çektirilen ve haklarında dava açılan savcılar Nadi Türkaslan’ın “evrakta sahtecilik ve görevi kötüye kullanma”, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz’ün ise “görevi kötüye kullanma” suçundan Yargıtay 11. Ceza Dairesi’ndeki yargılanmasına başlandı. Savcı Türkaslan, “Hukuk dışı niyet ve karalamalarla buraya kadar geldik. Bu zorlama hukuk dışı dava karşısında sabrımı metanetimi korumaya çalışıyorum,”[75] dedi…
vii) Deniz Feneri soruşturmasından alınan savcı Nadi Türkaslan, HSYK müfettişine “Alışık olunmayan müdahalelerle karşılaştık. Soruşturma bertaraf edilmeye çalışılıyor,” dedi…[76]
viii) Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman’ın emekliliğini istemesinin ardında yatan olayın Deniz Feneri soruşturması sürecinde yaşananlar olduğu dile getiriliyor. Bu iddiaya göre, Deniz Feneri soruşturmasını yaklaşık 3 yıldır yürüten savcılar Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz ve Abdulvahap Yaren’in görevden alınması gündeme geldiğinde Kahraman bu değişikliğe karşı çıktı. Kahraman’ın HSYK yedek üyesi de olan savcı Harun Kodalak’ın Ankara cumhuriyet başsavcı vekilliğine atanmasına da sıcak bakmadığı iddialar arasında…[77]
- ix) Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Deniz Feneri soruşturmasını yürütürken HSYK kararıyla “resmi belgede sahtecilik” ve “görevi kötüye kullanmak” suçlarından yargılanmalarına karar verilen ve soruşturmadan el çektirilen üç savcı hakkında verilen beraat kararını onadı…[78]
- x) Alman makamlarının 2008’de yolsuzluk yaptıkları gerekçesiyle mahkûm ettiği Deniz Feneri e.V. yöneticileri hakkında Türk makamlarının, şüphelilerden ve dernekten övgüyle bahsetmeleri dikkat çekti. İçişleri Bakanlığı’nın 2009’da hazırladığı raporda şüphelilerin derneğe bağışta bile bulundukları, derneğin ISO 9001 belgesinin olduğu vurgulandı. 3.5 yılda tamamlanan iddianame, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevsizlik kararıyla İstanbul’a gönderildi…[79]
- xi) Deniz Feneri davasında savcılık 20 şüpheli hakkında, 526 sayfalık iddianame hazırladı. İddianamede, 20 şüpheli hakkında, “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak” suçlarından takipsizlik kararı verildi…[80]
xii) Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, Deniz Feneri soruşturmasında “örgüt” ve “dolandırıcılık” suçlamasından verilen takipsizlik kararına yapılan itirazı reddetti. Böylece Almanya’nın “asıl failler” olarak gösterdiği Zekeriya Karaman ile Zahit Akman hakkındaki dolandırıcılık suçlaması dosyası “kapanırken” bu suçtan haklarında dava açılamayacak…[81]
Özetle Deniz Feneri iddianamesinde ilk savcıların saptadığı ‘organize işler’ görmezden gelinirken;[82] Kanal 7 televizyonu yöneticilerinin talebi üzerine Cumhuriyet gazetesi muhabiri Aykut Küçükkaya’ya, ‘Yüzyılın Yolsuzluk Oyunu’[83] başlıklı kitabı nedeniyle soruşturma açıldı![84]
Nihayet “Deniz Feneri” bir hukuk cinayetiydi ve mimarı da Mehmet Ali Şahin’di…
SOMUT VERİLER
“İyi de iddiaların(ızın) somutu ne” mi?[85]
Sokrates’in,“İnsanların birçoğu; bildiklerini sandıkları şeyin cahilidir,” uyarısı eşliğinde sıralayalım:
- i) Adalet ve Maliye Bakanlığı, Deniz Feneri e.V. derneği soruşturması kapsamındaki sorulara yanıt vermekten kaçındı. Adalet Bakanlığı “soruşturma gizli”, Maliye Bakanlığı da “cevap mümkün değil,” dedi…[86]
- ii) Deniz Feneri e.V. davası kapsamında hapiste yatan Euro 7 Genel Müdürü Mehmet Gürhan ile hapis cezası alan Deniz Feneri e.V.’nin son başkanı Mehmet Taşkan’ın Ocak 2011’de Almanya’da incelemelerde bulunan Türk savcılara ifade vermediği; susma haklarını kullandıkları ortaya çıktı…[87]
iii) Almanya’daki Deniz Feneri’nin siparişlerini Zeytinburnu’ndaki Deniz Feneri Derneği ve Kanal 7’ye teslim eden şirket sahibi, “Karaman ve Akman’ı tanıyor musunuz?” sorusuna, “Hafızamı kaybettim” yanıtını verdi…[88]
- iv) Kamuoyunun yakından takip ettiği Deniz Feneri soruşturmasıyla ilgili Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden büyük bir oyun oynanmak istendi. Kılıçdaroğlu’na Deniz Feneri’yle ilgili düzmece belge satmaya çalıştılar…[89]
- v) Denetiminden sorumlu olduğu Deniz Feneri Derneği’nin uçağına binip iftarına katılan Dernekler Daire Başkanı Şentürk Uzun, yeni kararnameyle birlikte Ankara’ya vali yardımcısı olarak atandı…[90]
- vi) Deniz Baykal, Almanya’daki Deniz Feneri için başlatılan soruşturma belgelerine göre 10 yılda 900 milyon Euro toplandığı ve bu paranın Kanal 7’nin finansmanında kullanıldığı vurgusuyla, “Yimpaş, Kombassan, Kanal 7 ve Deniz Feneri iç içe gözükmektedir,”[91] dedi…
vii) Tarih: 17 Eylül 2008… Yer: Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi, 26. Büyük Ceza Dairesi… Konuşan: Mahkeme Başkanı Hâkim Dr. Johann Müler: “Deniz Feneri e.V. Almanya’da yaşayan Türkleri dolandırmak için kurulmuş bir organizasyondur. Toplanan paraların ne yapılacağı Türkiye’de belirleniyordu. Hiyerarşinin üst kademeleri, talimatı verenler ve asıl suçu işleyenler Türkiye’de. Arka planda Zekeriya Karaman, İsmail Karahan, Mustafa Çelik, Harun Kapıyoldaş ve Zahid Akman var”…[92]
viii) Deniz Feneri iddianamesinde, Almanya’da kurulan Deniz Feneri e.V’nin yardımseverlerden topladığı ve hesaplarında bulunan 41.4 milyon Avro’nun 14 milyon Avro’luk kısmının, 46 seferde Türkiye’ye transfer edildiği vurgulandı. Derneğin yaklaşık 11.7 milyon Avro’sunun “amaç dışı kullanıldığı” ifade edilen iddianamede, şüphelilerin dernek parasıyla şirketlerine para aktardığına, dört adet taşınmaz ile feribot aldığına dikkat çekildi. Dernek hesaplarında oluşan açıkların ise sahte alındı belgeleriyle denkleştirildiği anlatıldı…[93]
- ix) Almanya’daki büyük vurgunu itiraflarıyla ortaya çıkaran Deniz Feneri e.V, Euro 7 ve derneğe yapılan bağışların aktarıldığı şirketlerin muhasebecisi Firdevsi Ermiş, Türkiye’deki savcılar tarafından “36 saat” sorgulandı. “6-7 Kasım 2009” tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ifade veren Ermiş, “18 milyon Avro’luk” vurgunu tüm detaylarıyla anlattı. Almanya’nın Türkiye’deki asıl failler diye gösterdiği Kanal 7’nin tepe yöneticilerinin “iftiracı” suçlaması yönelttiği Ermiş’in, “gizli muhasebe kaydı, kara para aklama, kuryelik ve yapılan bağışların şirketlere nasıl aktarıldığı”yla ilgili önemli detayları içeren bilgileri savcılıkla paylaştığı öğrenildi…[94]
- x) Almanya’da “Deniz Feneri e.V.’ye yapılan bağış paralarıyla Euro 7 adına alındığı itiraf edilen” gemi için çekilen banka kredisiyle ilgili Frankfurt’tan Ankara’ya çok önemli bir belge ulaştı. Alman makamlarının verdiği bilgiye göre Euro 7’nin gemi için çektiği ifade edilen banka kredisi başka bir şirkete havale edilmiş…[95]
- xi) Deniz Feneri’nde kayıtlara ödeme olarak geçen birçok paranın faturasının olmadığı belirlendi…[97]
xii) “Deniz Feneri e.V’nin belgelerine göre yardımların büyük bir kısmı Türkiye’de dağıtılmış gibi gösterildi. Türkiye’de yardım yapılmış olarak gözüken yaklaşık 500 kişinin tanıklığına başvurulduğunda para almadıklarını söylemişlerdir”…[98]
xiii) Deniz Feneri e.V. soruşturmasında bazı valilik ve belediyelerin yoksul listeleriyle oluşturulan “sahte alındı belgelerinin” Almanya serüvenine ilişkin önemli bilgiler ortaya çıktı…[99]
xiv) Almanya’daki Deniz Feneri iddianamesinde ismi en çok geçen Yeni Dünya İletişim AŞ (Kanal 7’nin sahibi) davanın başladığı tarihten sonra adım adım tasfiye edildi…[100]
- xv) Deniz Feneri e.V. tarafından “dolandırılan” ve bu nedenle sanıklardan şikâyetçi olan Sadık Deniz, şikâyetini geri çektiğinin anlaşılması üzerine ortadan kayboldu…[101]
DENİZ FENERİ “İLK” DEĞİL
Hatırlayın: Yıllarca kitlelerin dini duyguları sömürülerek toplanan paralar ya partiye aktarıldı ya da zimmete geçirildi…
Bosna yardım paraları iç edildi…
Süleyman Mercümek yüksek faiz getiren hesaplarında toplanan Bosna yardım paralar RP’nin örgütlerine dağıtılıyordu. Kayıtlar gelince görüldü ki, Mercümek’in çeşitli bankalarda 14 ayrı döviz hesabı olduğu ve bu hesaplardaki 16 trilyon 548 milyar 500 milyon lirayı kontrol ettiği ortaya çıktı.[102]
Mercümek skandalı patlak verince, RP yöneticileri başlangıçta Süleyman Mercümek’i tanımadıklarını açıkladılar. Ancak, banka hesaplarında yapılan inceleme sonucunda RP’ye Hazine tarafından yapılan 65 milyar liralık yardımın da 14 Ocak 1994 tarihinde Ankara’dan Süleyman Mercümek’in İstanbul Fatih’teki hesabına havale edildiği ve bir ay sonra dolara çevrilip yeniden RP’nin Ankara’daki hesabına iade edildiği belgelendi…[103]
Bir şey daha: SPK’nin yurtdışından bavulla para getiren İslâmcı holdinglere engel çıkarması üzerine ilk sarsıntıya giren holding Kombassan oldu. Kombassan, sıkıntıya girince Kanal 7 ortaklığından çekildi.
Onun boşluğu aynı yöntemle çalışan bir başka İslâmcı holding YİMPAŞ’la dolduruldu.
YİMPAŞ, ilk kurulduğu yıllarda Erbakan’a yakın dururken, RP’nin kapatılması ve gelenekçi-yenilikçi kavgasının başlaması üzerine yenilikçi ekibin o dönemdeki lideri Abdullah Gül’le yakınlaşmaya başlamıştı. Kanal 7’de Erbakan ekibi, sermaye arttırımı yoluyla tasfiye edildi.
Sermaye artırımında yenilikçi ekip YİMPAŞ tarafından finanse edildi. Erbakan, kuruluşu sırasında “Cihadın sesi” olarak tanımladığı Kanal 7 için “Hainlerin sesi” diyordu.
YİMPAŞ, Kanal 7’yi Avrupa yayın haklarını elinde bulunduran Media Fernsehen GmbH üzerinden finanse ediyordu. Bu şirketin yüzde 99.5’i YİMPAŞ’a aitti.
YİMPAŞ’ın 1999-2000 yıllarında Kanal 7’nin Avrupa şubesi Media 7’ye 8 milyon 600 bin mark, 2001’de ise 500 bin mark havale ettiği belgelendi. Kanal 7’nin o yıllarda Avrupa temsilcisi kimdi dersiniz? Avrupa Deniz Feneri Derneği Başkanı olan ve Almanya’da açılan “Deniz Feneri” davasının tutuklu 1 No’lu sanığı Mehmet Gürhan. Ama YİMPAŞ iflas edince, Alman devleti Media 7’ye de el koydu. RP-FP-AKP-YİMPAŞ ve Deniz Feneri ilişkisi tabak gibi ortada iken Başbakan Erdoğan, YİMPAŞ olayında olduğu gibi Deniz Feneri olayında da hâlâ “Belge getirin” diyordu…[104] Ne belgesi isteniyorsa!
Bir şey daha: Necmettin Erbakan, Türkiye’ye yeterli para göndermediği için yeğeni Sabri Erbakan’ı bile görevden aldı. Cami cemaatinde altın ve gümüşün çok olduğunu söyleyen Milli Görüş’ün İlahiyat çıkışlı eski yöneticisi, Milli Görüş’e zekât düşmeyeceğini belirterek, Milli Görüş’ün yurtdışından elde ettiği zekât ve fitre gelirinin 500 milyon markı (250 milyon Euro’yu) aşabileceğini söylüyordu.
Avrupa’da 32 yıldan beri hac organizasyonu yapan Milli Görüş’ün yıllık hac ve umre geliri, yapılan hesaplara göre ortalama 4 milyon Euro’dan aşağı düşmüyor. Alman hükümetinden takiyye yaparak eğitime destek amacıyla alınan paralar da milyonlarca Euro’yu buluyordu![105]
VE SONRASI!
“İyi de tüm bunlardan sonra” mı?
Gayet basit! Sabahattin Eyüboğlu’nun, “Yeter çektiği bu güzelim yurdun saraylardan, krallardan, padişahlardan, soysuz soylulardan, göbekleriyle birlikte kafaları davula dönenlerden!.. İllallah başımıza geçip başımıza bela olanlardan!”[106] ifadesindeki üzere gelişir hemen her şey…
Saadet Partisi, Milli Görüş’ün etkili isimlerinden Oğuzhan Asiltürk’ün (sonradan yalanladığı!),[107] parti için toplanan ve miktarı net olarak bilinmeyen “cihat paralarının” eski Başbakanlardan Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan ve damadı tarafından zimmetlerine geçirildiği iddiasıyla sarsılırken, Erbakan’ın kızı Zeynep Erbakan’ın kardeşleri hakkında, babasından kalan malları üzerlerine geçirerek, mal kaçırdıkları iddiasıyla suç duyurusunda bulunduğu ortaya çıktı.[108]
Zeynep Erbakan’ın babasının mallarını kaçırdıkları iddiasıyla yaptığı suç duyurusu üzerine kardeşleri hakkında başlatılan soruşturmada, Fatih ve Elif Erbakan’ın da aralarında bulunduğu 6 kişinin şüpheli sıfatıyla ifade verdikleri ortaya çıktı
Zeynep Erbakan, dilekçesinde, İstanbul Kanlıca’daki yalının sahibi Öztay Tekstil A.Ş. hisselerinin tümünün gerçekte babasına ait olduğunu, Mehmet Altınöz, Beşir Darçın, Ali Vural ve Osman Akgün’ün babasının mutemeti olarak hisseleri kendi adlarına kaydettiklerini, Milda Kâğıt ve Konya Un Sanayi şirketlerinde de babasının mal varlığı bulunduğu hâlde şirket ortaklarının şirketi başkalarına satarak, mal varlığını devrettiklerini öne sürmüştü.[109]
Necmettin Erbakan’ın çocuklarını mahkemelik yapan kavganın altından Milli Görüş hareketinin tam 40 yıllık serveti çıkarken;[110] Zeynep Erbakan’ın kardeşleri Elif ve Fatih Erbakan hakkında açtığı dava sadece bir miras kavgası olarak değil, Saadet Partisi içinde bir “politik hesaplaşma” olarak da görülüyordu.[111]
Necmettin Erbakan’ın büyük kızı ve SP Kadın Kolları Başkanı Zeynep Erbakan’ın şikâyeti üzerine başlayan servet kavgası her geçen gün dallanıp budaklanırken; Milli Görüş imzasıyla parti içinden bir grup, kavgadan duyduğu rahatsızlığı bir bildiriyle dile getirdi.
Bildiri ile birlikte SP içinde 3 farklı cephe ortaya çıktı. Erbakan’dan sonra ikinci adam konumundaki Oğuzhan Asiltürk ile Zeynep Erbakan ve Genel Başkan Mustafa Kamalak birlikte hareket ediyordu.
Bunların karşısında Zeynep Erbakan’ın suçladığı kardeşleri Fatih Erbakan ve Elif Erbakan ile eniştesi Mehmet Altınöz ikinci grubu oluşturuyor.
2 Nisan 2012’de yayımlanan bildiri ile her iki gruba da karşı çıkan üçüncü bir grup oluştu. Recai Kutan, Fehim Atak, Temel Karamollaoğlu, Şevket Kazan gibi isimler ise taraflar arasında arabuluculuk yapmaya çalışıyordu.[112]
TOPARLARSAK!
Buncasının ardından Almanya’daki “Deniz Feneri E.V” ile bağlantılı olarak İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dava karara bağlandı. Mahkeme, 20 sanıktan hiçbirine ceza vermedi. Bazı sanıklar için “Beraat” bazı sanıklar için de “Davanın düşürülmesi” kararları verildi.
Sanıklar arasında yer alan eski RTÜK Başkanı Zahid Akman hakkında, “Güveni kötüye kullanma” ve “Özel belgede sahtecilik’ suçlarından “zaman aşımı” dolayısıyla davanın düşürülmesi kararı verilirken, Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman hakkında ise “Güveni kötüye kullanma” ve “Özel belgede sahtecilik” suçlarından beraat kararı verildi.[113]
Böylelikle de Deniz Feneri e.V için dolandırıcılıktan ceza isteyen savcılar görevden alınınca yerine görevlendirilen yeni savcıların verdiği takipsizlik kararı tescillendi. Ankara Başsavcılığı’nın ‘örgüt ve dolandırıcılık’ için takipsizlik kararına yapılan itirazı Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi reddetti. Böylece karar kesinleşmiş oldu.[114]
Özetle Samed Bahrengi’nin, “Sadece tembel ve uyuşuk şeftaliler, asalak solucanları içlerine alıp özlerini sömürmelerine izin verdiklerinden cılız ve güçsüz olur,” vurgusundaki üzere “Adalet(sizlik)” tahakkuk etmiş oldu (mu?)!
Yolsuzluğun kapitalizmin hamurunda olduğu, aynı şeyin “Milli Görüş” için de söz konusu olduğu bir “sır” değilken şaşırdınız mı? Yorum gerektirmeyen kimi verileri de sıralayayım!
- i) ‘Uluslararası Şeffaflık Örgütü/ Transparency International’nün ‘2009 Yolsuzluk Algılama Endeksi’ne göre, 180 ülkeye ait verilerin yer aldığı endekste Türkiye 58’den 61. sıraya geriledi.[115] 5 puanlık sınıf geçme notunun üzerine hiç çıkamadı. 1998’de 3.4 puandaki Türkiye 11 yılda ancak 1 puanlık yükselişle 4.4 puana yükseldi. 2009 listesinde ise üç sıra birden geriledi![116]
- ii) ‘Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2010 yılı raporuna göre,[117] her üç kişiden birinin rüşvet verdiği[118] Türkiye’nin notu 10 üzerinden 4.4![119] Dünya ekonomisinin ihracatta en büyük payına sahip 28 ülkeden şirketlerin ülke dışında iş yaparken rüşvet verme eğilimlerinin incelendiği endekste ise Türkiye, Avrupa sonuncusu. Her beş kişiden biri 8 kamu hizmetinin en az birinde kamu kurumlarına rüşvet verdiğini belirtiyor![120]
iii) Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün ‘2013 Yolsuzluk Algılama Endeksi’ne göre, Türkiye yüksek oranda yoksuzluğun yapıldığı ülkeler arasında yer aldı. 2013 endeksinde 177 ülkenin üçte ikisinden fazlasının skoru 50’nin altında ve bu yüksek oranda yolsuzluk bulunduğu anlamına geliyor. Türkiye’nin skoru da 50![121]
- iv) TÜSİAD temsilcisi Gönenç Gürkaynak, “Yolsuzlukları araştırmanın bile cüret konusu olmaya başladığını” söylediği Türkiye’de Borsa İstanbul (BİST) 100 Endeksi’ndeki şirketlerin sadece yüzde 28’i yolsuzlukla mücadele konusunda şeffaf raporlama yapıyor. Türk şirketleri bu oranla, dünya genelinde ortalama puanı yüzde 70 olan çokuluslu şirketlerin çok gerisinde kaldı![122]
- v) Uluslararası Şeffaflık Örgütü ‘2019 Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre Türkiye, 2018 yılına göre 2 puan kaybederek 91’inci sıraya düştü. 180 ülkenin değerlendirildiği endekste, Türkiye 39 puan alarak 91’inci sıraya geriledi![123]
Burada durup, yolsuzlukla betimlenenler için Etienne de La Boétie’ın, “Siyasette ahlâki olan ya da olabilecek hiç bir şey yoktur,” sözünü hatırlatıp; “Milli Görüş Çaresi(zliği)ne” sarılanlara Arthur Schopenhauer’in sözlerini aktarıyorum:
“En değersiz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyarbilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her zavallı aptal, gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu ülkesi ile gurur duyar.”[124]
Tamamlıyorum: Toplum sadece yarattıklarıyla değil aynı zamanda yok etmeyi reddettikleriyle de tanımlanırken; “Herkesin senin tersine yürüdüğünü görsen de, hiç tereddüt etme! Tek başına olsan da yürü; Tek başına olmak, başkalarını hoşnut etmek adına kendinle çelişkili olmandan daha iyidir,” diyen Halil Cibran yapılması gerekene işaret etmiş oluyor…
Malum: “Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir,” diye uyarır hepimizi Noam Chomsky…
7 Ağustos 2023, 15:14:11, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] Maksim Gorki.
[2] Rasim Ozan Kütahyalı, “Erbakan Hoca’nın Demokrasiye Büyük Katkısı”, Sabah, 1 Mart 2015, s.24.
[3] Atilla Yayla, “Millî Görüş Geleneği ve Demokratlık”, Yeni Şafak, 31 Temmuz 2014, s.9.
[4] 1961’de imzalanan İşgücü Anlaşması ile Almanya’ya giden ilk Türkler arasında dini tutuculuk yoğun değildi. Fakat kırsal kesimden göçün artışı ile birlikte bu konuda da bir hareketlilik ortaya çıktı. İdeolojisini ve malzemesini Türkiye’den sağlayan Milli Görüş bu insanlar içinde örgütlendi. Milli Görüş Avrupa’da yoktan var olmadı. İdeolojisi ve malzemesi Türkiye’den gitti. (Metin Gür, “Türkiye Hem İşçi Hem de Din İhraç Etti”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2003, s.9.)
Gurbetçiler arasında yükselen siyasal İslâm 28 Şubat ve 11 Eylül sonrası yön değiştirdi. Kimine göre gurbetçi, kimine göre radikal İslâmcı, kimine göre fundamentalist… Ama onların hayatlarındaki önemli milatlardan biri 28 Şubat, diğeri 11 Eylül… (Fehmi Çalmuk, “Yurtta 28 Şubat Dünyada 11 Eylül”, Radikal, 15 Eylül 2002, s.4.)
[5] Saadet Partisi 6’ıncı Olağan Kongresi’nde genel başkanlığa tek aday Temel Karamollaoğlu’ydu. Karamollaoğlu, Saadet Partisi’nin yeni genel başkanı oldu. Karamollaoğlu; Recai Kutan, Numan Kurtulmuş, Necmettin Erbakan ve Mustafa Kamalak’tan sonra Saadet Partisi’nin 5’inci genel başkanı oldu. (“Saadet Partisi’nin Yeni Genel Başkanı Belli Oldu”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2016, s.5.)
[6] Fırat Kozok, “Paralel Yürüdüler Bu Yollarda”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2014, s.7.
[7] Barış İnce, “Bazı İsimler Geldi ve Erbakan’ı Tehdit Etti”, Birgün, 7 Ocak 2015, s.6.
[8] 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı kararlarının tartışıldığı 13 Mart 1997 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında konuşulanlar 28 Şubat davasının duruşmasında okunan tutanaklara göre, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, MGK kararının gereğinin yapılacağını belirtirken Başbakan Necmettin Erbakan da irtica konusunun hükümetle ilgisi olmadığını, irticanın ve kaba softalığın bir nevi hastalık olduğunu söylüyordu. (Türker Karapınar, “Erbakan, ‘İrtica ve Kaba Softalık Hastalık’ Demiş…”, Milliyet, 10 Haziran 2015, s.26.)
[9] Mehmet Tezkan, “Milli Görüşü Aklamayın”, Milliyet, 16 Nisan 2012, s.5.
[10] Ayşe Hür, “Erbakan, Milli Görüş, 28 Şubat”, Radikal, 2 Mart 2014, s.20-21.
[11] Metin Gür, “Cihatla Yıkanan Beyinler”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2003, s.9.
[12] Metin Gür, Avrupa’da İslâmcı Örgütler-Türkiye Kökenli, Evrensel Yay., 2012.
[13] Almanya’da faaliyet yürüten Milli Görüş, Nakşibendi tarikatı, Süleymancılar, Kaplancılar, Nurcular gibi örgüt ve kuruluşlar şöyleydi: İslâm Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı, Düsseldorf-Mülhaim Mescidi Aksa Gençlik Kolları, Hizb-ut Tahrir, Yeni Osmanlılar, Ümmeti Muhammed, Zühre, Dortmund İslâm Cemaatleri Birliği, Bochum İslâm Cemaati, Menzil Dergâhı Avrupa Merkezi, Salim Abdullah İslâm Arşivleri Merkezi, Hessen İslâm Toplumu Milli Görüş Başkanlığı, Milli Görüş Teşkilâtı Cami Dernekleri (doğrudan örgütle bağlantılı olanlar 7 adet), İslâm Kültür Merkezi (Süleymancılara bağlı olanlar 9 adet), İslâm Kültür Merkezleri Birliği, Kaplan Cemaati, Köln Nur Cemaatleri Birliği, Avrupa Türk-İslâm Birliği (ATİB), İslâmic Relief, Anadolu Federe İslâm Devleti (AFİD), Dostluk Yolu Derneği, Türk-Alman Akademisyenler Birliği, Yunus Emre Kültür Derneği, Türk-Hak Derneği, Müslüman Cemaatler Birliği, Ümmet Gazetesi, Hilafet Devleti, Eshab-ı Kehf Derneği, Mehmet Akif Camii-Derneği, Ümmet-i Muhammed’in Sesi dergisi. (Mustafa Balbay, “İrticanın Almanya ‘Kaplan’ları”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2006, s.9.)
[14] Mustafa Balbay, “En Güçlü ve Organize İrticai Grup”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2006, s.11.
[15] Gamze Akdemir, “İlk Kök Salan Milli Görüş”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2013, s.7.
[16] Erol Göka, “Milli Görüş, Özal ve Erdoğan”, Yeni Şafak, 19 Aralık 2013, s.16.
[17] Mayıs 2013’te ABD’ye giderken gazeteciler sormuştu: “Fethullah Gülen ile görüşecek misiniz?” Yanıtı günlerce tartışıldı: “Programımızda yok. Gökten ne yağar ki yer kabul etmez, bu ayrı konu…” Birkaç gün sonra, yardımcısı Bülent Arınç’ı “Sevgilerimi ilet, bir emri olur mu, tavsiyeleri olur mu öğren” diyerek ABD’ye gönderdi. Arınç, 3 saatlik görüşmenin ardından, Gülen’in iktidar üzerindeki etkisini şöyle anlatıyordu: “Hoca Efendi siyaset üstü bir insan. Onu bir partinin dar kalıpları içerisinde düşünmemek lazım. Türkiye’yi ve dünyayı çok yakından takip ediyor. Başbakan’ın şahsına karşı çok büyük duaları var ve çok seviyor.” Bu karşılıklı derin muhabbet, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının ardından belki de bir daha kesişmemek üzere ayrıldı… Erdoğan bu kez tepkiliydi… 17 Aralık’tan 1 ay sonra, 14 Ocak’ta düzenlenen basın toplantısında meşhur tepkisini dile getiriyordu:
“Haşhaşiler denilen örgütün devlet bünyesini nasıl ele almaya çalıştığını gördük. Bizim devletimiz böyle sızıntılara geçit vermedi, vermeyecektir.” Ve hemen arkasından: “İnlerine gireceğiz!” Aslında 17 Aralık soruşturması, 2009’dan bu yana süren gerilimin son halkasıydı… (Fırat Kozok, “Paralel Yürüdüler Bu Yollarda”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2014, s.7.)
[18] Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine, çev: Zeynep Enez, Olvido Yay., 2017.
[19] “Şahin, Fener Şaşkını”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2009, s.4.
[20] “Anadol: Organize Suç Var”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2009, s.4.
[21] Mehmet Gürhan Almanya’da cezaevinde iken düzenlenen sahte vekâletnamenin, Gürhan’ın Haliç Deniz şirketindeki hisselerini İsmail Karahan’a devretmek için kullanıldığı ortaya çıktı. Haliç Deniz şirketi ise Almanya’daki Deniz Feneri yolsuzluğu davasında şu iddia ile gündeme gelmişti: “Almanya’da Deniz Feneri’ne yapılan bağış paralarıyla alındığı belirtilen gemi için Vakıfbank’tan çekilen 1 milyon Avro’luk kredinin 400 bin Avro’sunun Haliç’e havale edildiği.” (Aykut Küçükkaya, “Fener Haliç’i Aydınlatmış”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2008, s.4.)
Bunun yanında Deniz Feneri e.V. hükümlüsü Mehmet Gürhan adına cezaevindeyken Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’a isteği üzerine usulsüz vekâlet düzenlemekle suçlanan İstanbul 10. Noteri açılan ceza davasının ardından açığa alındı. Noterin düzenlediği sahte belgeyle iş yapan Gürhan’ın patronu Karaman hakkında ise herhangi bir işlem yapılmıyor. (Aykut Küçükkaya, “Karaman’a Dokunulmuyor”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2009, s.4.)
[22] “… ‘Deniz Feneri’ne Dava: Organize Dolandırıcılık”, Radikal, 25 Nisan 2008, s.9.
[23] “Malvarlıklarına Tedbir”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2009, s.7.
[24] “Akman İfade Verdi”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2009, s.9.
[25] “Akman’ın Sorgusunun Günlerce Sürmesi Gerekirdi”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2009, s.7.
[26] Gökçer Tahincioğlu, “Soruşturmayı Birlikte Yürütelim”, Milliyet, 3 Mayıs 2009, s.16.
[27] Deniz Feneri e.V.yolsuzluğunun ortaya çıkarıldığı Almanya’da bu kez Münih Savcılığı, suç örgütü oluşturdukları şüphesiyle ülkedeki bazı İslâmi dernek yöneticileri hakkında soruşturma başlattı. ‘Kölner Stadt Anzeiger’ gazetesi, İslâm Toplumu Milli Görüş Derneği (IGMG) Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, Almanya İslâm Toplumu (IGM) Başkanı İbrahim El-Zayat ve beş dernek yöneticisinin suç örgütü oluşturarak yasadışı yollardan para sağladıkları ve bunu ‘İslâmcı hedefler’ için kullandıklarından şüphe edildiğini yazdı. Soruşturmayı yürüten Münih Başsavcısı Anton Winkler gazeteye yaptığı açıklamada, zanlıların para akladıklarından ve dolandırıcılık yaptıklarından, bu yollarla elde ettikleri paralarla Münih ve Ulm kenti çevrelerindeki ‘İslâmcı grupları’ desteklemiş olmalarından şüphelenildiğini söyledi. (“Milli Görüş’e ‘Suç Örgütü’ Soruşturması”, Radikal, 21 Mart 2009, s.14.)
[28] “Feneri Soğutma Çabası”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2009, s.5.
[29] A. Rezzak Oral, “Deniz Feneri Derneği AKP ile Yakın İlişkide”, Akşam, 14 Mayıs 2009, s.8.
[30] “Deniz Feneri’nde İkinci Dalga”, Radikal, 14 Mayıs 2009, s.10.
[31] “Fener AKP’nin Finansörü”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2009, s.4.
[32] “AKP Deniz Feneri’nin Gölgesinde”, Radikal, 4 Eylül 2008, s.7.
[33] “Erdoğan’ın Deniz Feneri Merakı”, Radikal, 16 Eylül 2008, s.6.
[34] İsmail Erel-Hasan Aycı, “Fener Fener Paylaşmışlar”, Hürriyet, 4 Eylül 2008, s.18.
[35] Deniz Feneri Derneği Genel Başkanı Engin Yılmaz, Almanya’da faaliyet gösteren Deniz Feneri e.V. adlı dernekle organik bağları olmadığını ileri sürerken 7 milyon Avro aldıklarını itiraf etti. Yılmaz, paranın tamamen yasal yollardan Türkiye’ye getirildiğini savundu. (Tarkan Temur, “7 Milyon Avro İtirafı”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2008, s.7.)
[36] “Alman Savcı: Asıl Failler Türkiye’de”, Radikal, 17 Eylül 2008, s.9.
[37] Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Zahid Akman, bu kez kendi açıklamasıyla ters düştü. 22 Eylül 2008 günü Armada’da şahsına düşen yüzde 1.07 pay için 2003 yılında 41 bin YTL ödediğini söyleyen Akman, yine 23 Eylül 2008 günü Armada Alışveriş Merkezi Genel Müdürü Yıldır Ertem’in, Akman’ın ortağı olduğu Hayat Yapı’nın kendilerinden 905 bin 597 YTL karşılığı hisse satın aldığını açıklamasının ardından “Yanlış anlaşıldım” diyerek farklı rakam verdi. Ertem’in açıklamasına göre, Akman’ın payına düşen hisseler için ödenen para 292 bin 55 YTL’yi buluyor.Hakkındaki iddialarla ilgili sürekli çelişkili açıklamalarda bulunan Zahid Akman’ı bu kez de ortağı olduğu Armada’nın genel müdürü yalanladı. Akman 22 Eylül 2008 günü NTV ekranında Murat Akgün’ün sorularını yanıtlarken, Armada’ya ortak olurken 41 bin YTL yatırdığını söyledi. (“Akman’ı Ortağı Armada da Yalanladı”, Radikal, 24 Eylül 2008, s.6.)
[38] “MASAK’tan Zoraki İnceleme”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2008, s.6.
[39] “Deniz Feneri’nde Rahatız”, Milliyet, 8 Haziran 2009, s.19.
[40] Mansur Çelik, “Arınç-Akman Kronolojisi”, Milliyet, 4 Haziran 2009, s.14.
[41] “Arınç: Deniz Feneri Ahlâk Dışı Bir Olay”, Milliyet, 23 Mayıs 2009, s.23.
[42] “Akman İçin Yetki Verin Ne Yapacağımı Görün”, Milliyet, 7 Haziran 2009, s.23.
[43] Fırat Alkaç, “Zoraki İstifa”, Taraf, 22 Mayıs 2009, s.11.
[44] “İstifa Polemiği”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2009, s.5.
[45] Deniz Feneri soruşturması kapsamında, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Zahid Akman’la Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın da aralarında bulunduğu 18 kişinin malvarlığına tedbir konuldu. Başbakan Tayyip Erdoğan, Moldova’dan dönüşünde açıklamalarda bulunurken Akman’ın malvarlığına ihtiyati tedbir konulmasının hatırlatılması üzerine, şunları söyledi: “Değerli arkadaşlar, spekülasyonlar, Türkiye’de biliyorsunuz, bir kişinin üzerinde olmuyor. Birçok kişinin üzerinde spekülasyonlar oluyor. Sayın Akman’la ilgili süreç, şu anda devam eden bir süreçtir ve bu devam eden süreçle ilgili olarak da öyle zannediyorum ki kendisi de devam edecek süreçle ilgili olarak kendisini en güzel şekilde müdafaa etmektedir, edecektir. Burada Sayın Akman’la ilgili, onu savunma noktasında olacak olan ben değilim, sayın Akman kendisini en güzel şekilde savunmasını bilir” dedi. (“Malvarlığına Deniz Feneri Tedbiri”, Radikal, 6 Haziran 2009, s.9.)
[46] “Akman’ı Temiz Biliyoruz”, Cumhuriyet, 12 Haziran 2009, s.6.
[47] Emine Kaplan, “Deniz Feneri’ne AKP Zırhı”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2009, s.4.
[48] Deniz Feneri e.V.’nin, bazı kaymakamlık ve AKP’li belediyenin yardım listelerindeki kişiler adına sahte makbuz düzenleyerek milyonlarca lirayı dağıtmış gibi gösterdiği iddia edildi. (Alican Uludağ, “İsim Listesi Belediyeden”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2011, s.6.)
[49] Alican Uludağ, “AKP’den Fener Ziyareti”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2011, s.7.
[50] Osman Çutsay, “Türkiye’dekiler Biliyordu”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2008, s.6.
[51] Osman Çutsay, “Suçun Büyüğü Türkiye de”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2008, s.6.
[52] “Başbakan Deniz Feneri’yle İç İçe”, Radikal, 26 Eylül 2008, s.7.
[53] Ve nihayet bu noktada Türker Alkan da şunlara dikkat çekiyordu: “Anlaşılır gibi değil. Alman yargı organları Türklerin yürüttüğü büyük bir yolsuzluk olayını ortaya çıkarmış. Suçluları derdest etmiş, bize de haber vermiş, ‘Yolsuzluğa karışanların bir kısmı Türkiye’de, mevki makam sahibi adamlar, onlarla da siz ilgilenin!’
Başbakan buna pek kızmış. Her gün bağıra çağıra bu kararı duyuran basın kuruluşlarına saldırıp duruyor. Tam tersini yapması gerekmez miydi? Almanya’ya, ‘Büyük bir yolsuzluğu cezasız bırakmadınız, biz de bunların Türkiye uzantılarını temizleyelim, senelerce savunduğumuz manevi kalkınmaya doğru bir adım atmış oluruz’ demesi gerekmez miydi? Tam tersine, ‘Deniz Feneri’ yolsuzluğunun ortaya çıkmasından çok rahatsız olmuşa benziyor Erdoğan.” (Türker Alkan, “Deniz Feneri’nin Günahları”, Radikal, 9 Eylül 2008, s.5.)
[54] Hikmet Çetinkaya, “Yolsuzluk Oyunu…”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2009, s.5.
[55] Kemal Göktaş, “41 Milyon Euroluk Bağış Şirketlere Aktarılmış”, Vatan, 14 Temmuz 2011, s.18.
[56] Almanya’daki Deniz Feneri e.V. bağlantılı bağış yolsuzluğu soruşturmasıyla ilgili iki skandal bilgi ortaya çıktı. Buna göre 2009’da Kanal 7’nin aranacağı bilgisinin önceden kanal yetkililerine ulaştırıldığı ve bilgisayarlardaki bazı verilerin silindiği öğrenildi. Savcılığın aldırdığı telefon dinleme kararının da bir şekilde şüphelileri sızdırıldığı ve zanlıların konuşmalarına dikkat etmeye başladıkları belirlendi. (Alican Uludağ, “Soruşturmada Çifte Sızıntı”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2011, s.7.)
[57] Hilal Köse, “Deniz Feneri Almanya’nın Oyunuymuş!”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2013, s.10.
[58] Fırat Kozok, “Zahid Akman Yeniden Patron”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2012, s.4.
[59] Aykut Küçükkaya, “Deniz Feneri Tacirleri”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2009, s.5.
[60] Stefan Zweig, Joseph Fouche Bir Politikacının Portresi, çev: Gülperi Sert, Doğu Batı Yay., 2015.
[61] “Akman ve Arınç Cephesi Kızıştı”, Radikal, 30 Mayıs 2009, s.9.
[62] Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, görüşmeleri sırasında Zahid Akman’a hakkındaki iddiaları anımsattığını, Akman’ın da kendisine, “Bunların hepsi iftiradır. Beni bunlarla suçlayamazlar. Mal bildirimimi de günü güne verdim. Deniz Feneri’yle ilgili olarak da bütün ithamlara karşı kendimi savunacağım” dediğini aktardı. (“Arınç: Zahid Akman’ın Bırakmasını İstedim”, Milliyet, 22 Mayıs 2009, s.19.)
[63] Mesut Hasan Benli, “Malları Kaçırmışlar”, Radikal, 21 Ağustos 2011, s.18.
[64] “Deniz Feneri Kapatılacak”, Hürriyet, 7 Ağustos 2011, s.18.
[65] “Almanya’dan Para Aktı”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2009, s.7.
[66] “Suç Vasfı Değişti, Örgüt Kayboldu Köstebek İddiasına Takipsizlik”, Hürriyet,, 10 Nisan 2012, s.13.
[67] Aykut Küçükkaya, “Deniz Feneri’nde Sona Doğru”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2010, s.8.
[68] Türker Karapınar, “Çete ve Sahtecilikten 5 Gözaltı”, Milliyet, 7 Temmuz 2011, s.18 ve Dinçer Gökçe, “Bu Dava Bir Türlü Açılamadı”, Radikal, 19 Nisan 2011, s.18.
[69] Mesut Hasan Benli, “Deniz Feneri Bu Kez Eksik Evraka Takıldı”, Radikal, 15 Mayıs 2009, s.15.
[70] “Fener Eksik Belgeye Takıldı”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2009, s.19.
[71] “Kanal 7’nin Zirvesi Susma Hakkı Kullandı”, Radikal, 22 Ekim 2009, s.8.
[72] Aykut Küçükkaya, “Savcılar Temkinli Davrandı”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2011, s.6.
[73] Deniz Zeyrek, “Savcıların Savunması”, Radikal, 1 Eylül 2011, s.17.
[74] Aykut Küçükkaya, “12 Milyon Avro Uçtu”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2011, s.6.
[75] Mesut Hasan Benli, “Fitre ve Zekâtla Hovardalık Yaptılar”, Radikal, 5 Mayıs 2012, s.16.
[76] Alican Uludağ, “Delil Paniği Yaşıyorlar”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2011, s.6.
[77] İlhan Taşcı, “Yol Ayrımı Deniz Feneri”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2011, s.4.
[78] Türker Karapınar, “Deniz Feneri’nde Savcılara Beraat!”, Milliyet, 26 Şubat 2014, s.24.
[79] Nurettin Kurt, “Alman Makamları Ceza Verdi Türk Makamları Taltif Etti”, Hürriyet, 25 Mayıs 2012, s.15.
[80] Türker Karapınar, “Deniz Feneri’nde Örgüt Bulunamadı”, Milliyet, 10 Nisan 2012, s.14.
[81] İlhan Taşcı, “Fener’in Üstü Örtüldü”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2012, s.6.
[82] Alican Uludağ, “Örgüt Yok, İş İlişkisi”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2012, s.5.
[83] Aykut Küçükkaya, Yüzyılın Yolsuzluk Oyunu, Cumhuriyet Kitap., 2009.
[84] “… ‘Yolsuzluk’a Toplatma İstemi”, Cumhuriyet, 22 Mart 2009, s.4.
[85] Deniz Feneri’nin muhasebesini ‘çözen’ savcılar, beş şüpheliyi yardım paralarıyla gemi ve mülk alındığına ilişkin belgelerle terletti. Aralarında Zahid Akman’ın da bulunduğu 4 kişi tutuklandı. Ankara Başsavcılığı’nın Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği soruşturması kapsamında, aralarında eski RTÜK Başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın da bulunduğu beş şüpheli tutuklama istemiyle mahkeme önüne çıktı. Şüphelilerin 50 saatlik sorguda çelişkiye düştükleri ve sorumluluğu Almanya’daki davada tutuklanan Mehmet Gürhan’a attıkları öğrenildi. Çözülen muhasebe kayıtlarında, şüphelilerin yardım parasıyla Almanya’da taşınmaz edindikleri, paraları kendi şirketlerinde kullandıkları ve Atlas 1 isimli gemiyi satın aldıkları belgelendi. Zanlılar 136 delil dosyasıyla tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkeme, 5 saatlik sorgunun ardından saat 01.00 sıralarında Zahid Akman ile Zekeriya Karaman, İsmail Karahan ve Mustafa Çelik’in tutuklanmasına karar verdi. Erdoğan Kara ise serbest bırakıldı. Tutuklanan 4 kişi, Sincan Cezaevi’ne götürüldü. (Mesut Hasan Benli, “Deniz Feneri Dosyasında 136 Somut Delil”, Radikal, 11 Temmuz 2011, s.12-13.)
[86] Fırat Kozok, “Deniz Feneri ‘Devlet Sırrı’ Oldu”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2009, s.4.
[87] Aykut Küçükkaya, “İki Mehmet de Sustu”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2011, s.8.
[88] Türker Karapınar, “Deniz Feneri ‘Sorgusunda Her Şeyi Unuttu!”, Milliyet, 19 Şubat 2010, s.15.
[89] Aykut Küçükkaya, “Tuzağa Düşüremediler”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2010, s.8.
[90] Soner Arıkanoğlu, “… ‘Fener’ci Başkan Vali Yardımcısı Oldu”, Taraf, 28 Temmuz 2009, s.10.
[91] “Yimpaş, Kanal 7 Kombassan İç İçe”, Hürriyet, 13 Mayıs 2009, s.18.
[92] Aykut Küçükkaya, “Üçüncü Kattaki ‘Son Asıl Fail’…”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2011, s.6.
[93] “Dolandırıcılık Yoksa 41 Milyon Avro Nerede?”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2012, s.6.
[94] Aykut Küçükkaya, “36 Saat Sorgulandı”, Cumhuriyet, 25 Mart 2010, s.8.
[95] Aykut Küçükkaya, “Gemi Parası Kime Gitti?”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2011, s.8.
[96] Mustafa Peköz-Barış İnce, “Paralar Bu ‘Kanal’dan Akmış”, Birgün, 16 Temmuz 2011, s.6.
[97] Kanal 7’deki aramayı önceden şüphelilere sızdırdığı öne sürülen Kırıkkale Belediye Başkanı Korkmaz’ın, Aytaç Et’in başındayken Deniz Feneri e.V. ile 483 bin Avro’luk anlaşma yaptığı ortaya çıktı. Soruşturma dosyasındaki raporda konuyla ilgili olarak “En az 237 faturada ve fatura üzerinde irsaliye yahut bir sevk tarihi bulunmaması nedeni ile bunun ötesinde faturalanan sevkıyatların ne zaman yerine getirildiği açık değildir” ifadeleri yer aldı. (Alican Uludağ, “… ‘Fener’le Kuşkulu İlişki”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2011, s.5.)
[98] Mesut Hasan Benli, “O ‘Bilezikler’ Taşınmaz Oldu”, Radikal, 10 Temmuz 2011, s.10-11.
[99] Dosyadan el çektirilen savcılara ifade veren bir şüphelinin, “Alındı belgelerini Kanal 7 INT’nin canlı yayın aracıyla Almanya’ya biz götürdük. Ben araca Kanal 7’nin önünde bindim. Araç alındı belgeleriyle yüklüydü” itirafını yaptığı öğrenildi. Bazı şüphelilerin buna karşın “Kanal 7 INT’nin aracı ülkeye hiç gelmedi” ifadesini ise Gümrükler Genel Müdürlüğü’nden savcılığa gelen ve aracın Çeşme Limanı ve İpsala Sınır Kapısı’ndan yurda giriş yaptığını belirten yazısı yalanladı. Bu arada e.V’nin depolarında bulanan “sahte alındı belgelerinin” ekinde çıkan fakirlik belgelerinin çoğunluğunun Elazığ, Giresun, Kilis ve Kastamonu valiliklerine kayıtlı yurttaşlara ait olduğu tespit edildi. (Alican Uludağ, “Fener’de Devlet de Şüpheli”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2011, s.8.)
[100] Yeni Dünya’da gerçekleştirilen tasfiyenin adım adım süreci özetle şöyle:
* 2007’de sermaye arttırdı: Kanal 7 markasının sahibi Yeni Dünya şirketin sermayesini 8.6 milyon YTL’den 14.6 milyon TL’ye çıkardı.
* 2008’de sermaye azalttı: Eylül 2008’de görülen Deniz Feneri e.V. davası sırasında ismi en çok geçen şirket bu kez sermayesini yüzde 97.2 oranında azalttı. Sermaye bir anda 14 milyon 600 bin TL’den 400 bin YTL’ye düşürüldü. 14.2 milyon TL’nin ise Almanya’nın asıl failler diye suçladığı şirket ortaklarına dağıtılmasına karar verildi.
* 2009’da Kanal 7’yi devretti: 4 Aralık 2011 tarihine kadar RTÜK’ten Kanal 7 için yayın izni bulunan Yeni Dünya, Almanya’dan Deniz Feneri dosyası gelmeden kanalın yayın hakkını Hayat Görsel Yayıncılık AŞ’ye devretti. (Aykut Küçükkaya, “Fener Şirketi Söndü”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2009, s.1-19.)
[101] Deniz Feneri’nin yanı sıra Yimpaş’a da para kaptıran ve bu nedenle Cumhuriyet’e “Dini duygularımla oynadılar. Bunlar çok vicdansız adamlarmış. Hakkımı helal etmiyorum,” diyen Deniz, mahkemeye şikâyetini geri çektiğine ilişkin dilekçe gönderdiğinden bu yana telefonlara çıkmıyor. Telefonda kendisini eşi olarak tanıtan kişi, Sadık Deniz ile görüşme istediği üzerine “Kocam tatile gitti. Bir süre yok” dedi. “Sadık Deniz neden şikâyetini geri çekti” sorusu üzerine ise “Ben erkek işlerinden anlamam. Ama eşim, onları Allah’a havale etti. Sanıklardan para aldığımız iddiası yalan” diye konuştu. (Alican Uludağ, “Şikâyeti Çekti Tatile Çıktı”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2013, s.10.)
[102] Miyase İlknur, “İnanç Hortumcuları”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2008, s.7.
[103] Miyase İlknur, “Kurban Paraları da RP Kasasına”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2008, s.9.
[104] “Kanal 7’de RP-AKP Kapışması”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2008, s.19.
[105] Metin Gür, “Cemaatte Para Kavgası”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2003, s.9.
[106] Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara, Çağdaş Yay., 1994, s.10.
[107] Milli Görüş’ün güçlü adamı Oğuzhan Asiltürk ağzından kaçırdı. Belki de kaçırmadı, kafasının tası attı; söyledi… İddiası şu; “toplanan paraları” Erbakan’ın çocukları zimmetine geçirdi. Ne parası bu? Cihat parasıymış! (Mehmet Tezkan, “Milli Görüş’ün Cihat Parası”, Milliyet, 12 Mart 2012, s.5.)
[108] “Erbakan Kardeşler Arasında Miras Kavgası”, Hürriyet, 15 Mart 2012, s.9.
[109] Türker Karapınar, “Babam Mallarını Üçüncü Kişilere Emanet Etmedi!”, Milliyet, 22 Mayıs 2012, s.17.
[110] Erdem Gül, “… ‘Dava’nın Parası Paylaşılamıyor”, Cumhuriyet, 17 Mart 2012, s.4.
[111] Neşe Karanfil-Mesut Hasan Benli, “Miras mı Politik Bir Kavga mı?”, Radikal, 17 Mart 2012, s.14-15.
[112] “Miras Kavgası SP’yi Üçe Böldü”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2012, s.8.
[113] “… ‘Deniz Feneri’ni Akladılar! Suçlu Çıkmadı”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2015, s.7.
[114] “Deniz Feneri e.V Artık Resmen ‘AK’…”, Birgün, 20 Temmuz 2012, s.9.
[115] “Yolsuzlukta Kıdem Aldık”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2009, s.13.
[116] “11 Yılda Notunu 1 Puan Artırabilen Türkiye Yolsuzlukta Sınıfı Geçemiyor”, Radikal, 18 Kasım 2009, s.7.
[117] OECD bünyesinde çalışma yapan Mali Eylem Çalışma Grubu (FATF) Türkiye kara paranın aklanmasının önlenmesinde yeterli çalışmayı göstermiyor. Türkiye’nin yer aldığı gri listede Küba, Bolivya, Etyopya, Gana, Endonezya, Kenya, Myanmar, Nijerya, Pakistan, Sao Thome ve Principe, Sri Lanka, Suriye, Tanzanya, Tayland gibi ülkeler bulunuyor. (“Kara Para Uyarısı”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2012, s.10.)
[118] “Türkiye’de Her Üç Kişiden Biri Rüşvet Veriyor”, Taraf, 10 Aralık 2010, s.7.
[119] Sedat Ergin, “Yolsuzlukla Mücadelede Dünya Liginde Neredeyiz?”, Hürriyet, 29 Temmuz 2011, s.20.
[120] “Türkiye Rüşvette Avrupa Birincisi”, Evrensel, 12 Aralık 2013, s.4.
[121] “Uluslararası Şeffaflık Örgütü: Türkiye’de Yüksek Düzeyde Yolsuzluk Var”, Evrensel, 5 Aralık 2013, s.4.
[122] Zeki Tezer, “Yolsuzluk Araştırması Cüret İstiyor”, Cumhuriyet, 20 Mart 2015, s.9.
[123] “Yolsuzluk Algı Endeksi Açıklandı”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2020, s.11.
[124] İyi de “Ne demektir milli? En baştan başlayalım. Puşkin ikonalara inanmıyordu… milli değildi. Belinski de milli değildi. (…) Boris Pilnyak on yedinci yüzyılı milli sayıyor. Büyük Petro milli olana karşıdır. Yani milli olan şey sadece evrimin ölü ağırlığını temsil eden şeydir, eylem ruhu uçup gitmiştir ve geçmiş asırların milli organizmasının hazmedip dışa attığı şeydir o. Öyleyse sadece tarihin dışkıları millidir.
Ama biz tam tersini düşünüyoruz. Barbar Petro, ona karşı çıkan bütün o sakallı ve aşırı süslü geçmişten daha milliydi. Dekabristler de I. Nikolay’ın serfliğinden, bürokratik ikonalarından ve devlet böceklerinden daha milliydi. Milli dışkının ideologları, mistikleri, şairleri ne derse desin bolşevizm de monarşist ve diğer göçmenlerden, (Kızıl komutan) Budyonni de (Beyaz komutan) Vrangel’den daha millidir. (…) milli olan şey halkı daha yüksek bir ekonomik ve kültürel seviyeye çıkaran şeydir,” (Lev Troçki, Sabri Gürses, “Devrimin Silinen Figürü: Troçki!”, Cumhuriyet Kitap, No:1696, 18 Ağustos 2022, s.4-6.) der Lev Troçki…