“Bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı kaşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür”. (1)
“Muasır Medeniyet” denilen 500 yıldır Dünya’nın geri kalanını sömüren, yağmalayan, talan eden kolonyalist, emperyalist, kapitalist Batı’dır… Batı ile dünyanın geri kalanı (Asya, Afrika, Latin Amerika) arasındaki ilişki, sömürü, bağımlılık, hakimiyet ilişkisidir… Dolayısıyla, sürekli olarak eşitsizlik ve hiyerarşi üreten kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, Batı’yı yakalamak mümkün değildir… Esasen öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Yüz yüze geldiğimiz sayısız sosyal kötülükler ve ekolojik yıkım kötü politikalardan çok, kötü sistemin eseri…
Verili eşitsiz ilişkiler bütünü dahilinde kalarak, kendi ayakları üstünde durabilen, bir toplumsal yaşam mümkün değildir… Velhasıl, boşuna neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir…
Kapitalist dünya sistemi hiyerarşik, pramidal bir yapılanmadır. Pramidin tepesinde daima hegemonik kapitalist-emperyalist bir devlet bulunur… Onu ikinci, üçüncü derecedeki kapitalist-emperyalist ülkeler izler… En zenginlerden en yoksullara doğru bir yapı ve işleyiş geçerlidir… Pramidin aşağılarından yukarı doğru zenginlik transferi söz konusudur… Birilerinin (azınlığın) zenginliği, çoğunluğun (pramidin aşağısındakilerin) yoksullaşması sayesinde mümkün oluyor… Bidayetten itibaren şımarık Batı’nın zenginliği, dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı sayesinde mümkün oldu… Aynı harika şair Bertolt Brecht’in tahtarevalli şiirindeki gibi… Kapitalizm dahilinde yoksulluk üretmeden zenginlik üretmek mümkün değildir… Dolayısıyla yeryüzünün lanetlilerinin, şimdiler Güney denilen ülkelerin Batıyı yakalaması, “ilerlemesi”, “kalkınması”, onun gibi olması asla mümkün değildir… Aslında arzulanır bir şey de olmamalıdır… Dünya’yı yaşanamaz bir yer haline getiren kolonyalist-emperyalist Batı’nın nesi sizi cezbediyor? Kolonyalist-emperyalist- ırkçı Batı gibi olmak asla mümkün de gerekli de değildir ama başka şey yapmak, başka türlü olmak da imkânsız değildir…
Kaldı ki, eni-sonu 500 yıllık geçmişi olan kapitalizm bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir ‘uygarlık krizi’ ortaya çıkarmış bulunuyor… Sadece ‘uygarlık krizi de değil, şimdilerde Antropocene denilen bir jeolojik çağ dönüşümünü de tetiklemiş bulunuyor… Bu, insanlığın ve uygarlığın kritik kavşağa ulaştığı demeye gelir… Velhasıl burjuva uygarlığının insanlığa telif edebileceği bir şey yok… İnsanlığın ve uygarlığın geleceği, güzel gezegenimizi yaşanamaz bir yer haline getiren kapitalizmden çıkmaya indirgenmiş bulunuyor… Ya vakitlice kapitalizmden çıkılacak ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak…
Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu kriz kavramı karşılamıyor. Söz konusu olan kriz değil, çöküş… Kriz, normal durumdan, genel denge durumundan bir sapma demeye gelse de geri dönüşü, normale dönüşü de ima eder, oysa çöküş, geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır…
Eğer bir sosyal sistem verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde insanların temel ihtiyaçlarını (beslenme (gıda) barınma (konut), sağlık, eğitim, güvenlik, kültür…) asgari düzeyde bile karşılayamaz hale gelmişse, orada artık krizden değil, çöküşten söz edilecektir…
Türkiye ‘gıda eğemenliğini ve güvenliğini’ kaybetmiş bulunuyor… Tarım ve hayvancılık toplumun ihtiyacı olanın uzağına savrulmuş bulunuyor… Oysa, Türkiye gibi bir ülkenin ihtiyacı olan gıda maddelerini dışardan ithal eder duruma gelmesi, sadece saçma değil, utanılacak bir durumdur… Bu kadar büyük tarımsal potansiyele sahip bir ülkenin ihtiyacı alan gıda maddelerini ithal eder duruma gelmesi tam bir skandaldır… Sadece gıda güvenliği ve egemenliği de değil, enerji güvenliğini ve egemenliğini de kaybetmiş bulunuyor… Oysa bu ikisi bir toplum için hayatî öneme sahiptir…
Cumhuriyetin 100’üncü yılında ülke nüfusunun %60’ı ‘açlık sınırının, %98’i de yoksulluk sınırının altında yaşamaya çalışırken, hangi başarıdan söz edilebilir? Bu, skandal bir gelir (zenginlik) transferidir ki, eşine rastlamak pek mümkün değildir… Ülkenin varı-yoğu dar bir oligarşi tarafından utanmazca gasp edilmiş durumda… Sonra da insanların karşısına çıkıp, büyüme nutukları atıyorlar… Oysa, ekonomik büyüme her koşulda kalkınma üretmez… Neyin, nasıl, ne pahasına üretildiği, üretilenin kimin için ne anlama geldiği de önemlidir… Zira, yüksek büyüme oranlarına rağmen yoksulluk ve doğa tahribatı derinleşebilir… Şimdilerde olduğu gibi…
Sağlık ve eğitim sistemi ihtiyacı karşılayamaz durumda… Can güvenliği problemli… Devlet aygıtı dinci gericilik tarafından kuşatılmış durumda… Hukuk sistemi yerlerde sürünüyor… Hapisaneler muhalif siyasetçilerle, gazetecilerle dolu… Esasen her şeyin özelleştirildiği, metalaştırıldığı, şeyleştiği, paralılaştığı, soysuzlaştığı, müşterekler kategorisine dâhil olan ne varsa tasfiye edildiği, kamu kavramının kullanımdan düştüğü bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Zira, müşterekler, toplumu, insanları bir arada tutan tutkaldır…
Bidayetten itibaren Türkiye’de siyaset, bütçenin, hazinenin, müştereklerin (ortak yaşam alanlarının ve kaynaklarının) yağması ve talanı üzerinde yol aldı… Neoliberal küreselleşme çağında süreç daha da derinleşti, Politik İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla da zıvanadan çıktı… Artık yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey bırakmadılar… Esasen AKP’nin önceki dönemin iktidarlarından farklı olarak, rejimi bir ‘İslam Emirliğine’ dönüştürmek gibi bir ajandası da var ki, bu önemsiz bir ayrıntı değil… Esasen Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur… Yönetme özürlüdürler… 2002 sonrasında yapılanlara bakmak yeter…
Türkiye’deki rejim, bağnaz özgürlük ve demokrasi düşmanıdır… Farklı düşüneni ‘hain’, gerçek muhalifi de ‘düşman’ sayar ve gereğini yapar… En değerli şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını, bilim insanlarını, gazetecilerini, düşünürlerini katletmediği zaman, hapislerde çürütmüş, aç ve issiz bırakmış, ilticaya zorlamıştır… Oysa, özgür düşünceyi, düşünce özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, özgür tartışmayı yasaklayan bir rejim önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker… Şimdilerde Türkiye’de olduğu gibi… Yüzyılda Kürt sorunu neden çözülemedi sanıyorsunuz… Bu rejim varlığını ‘terörle mücadele retoriğine borçludur… “İç düşmansız” yapamaz…
Durum böyleyken, her şey yerlerde sürünürken, çöküş derinleşmişken hangi yüzle ‘başarı’ nutukları atıyorsunuz?..
————————————————————————————————————————
(1). Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası – Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, s. 15