1964 yılı Berlin film festivalinin büyük ödülü olan ‘Büyük Ayı’ Metin Erksan’ın yönettiği ‘Susuz Yaz’ filmine verilmişti. Filmin ödülü almasındaki en önemli etkenin toplumsal bir sorunu yani ‘su’ sorununu tarımsal alanda ortaya çıkan yanlarıyla işlenmesi olduğunu hatırlıyoruz. Filmin hikayesi çok vurucu bir biçimde izleyeni etkileyebiliyor ve sorunun tartışılmasına yol açıcı bir etki gösteriyordu.
1964 yılına kadar su kaynağı kimin toprağından çıkıyorsa su onun ‘malı’ olarak yasalara işlenmişti. Filmin etkisi Türkiye’de yasanın değişmesini sağlamış ve suyu kamunun ortak kullanımına açan yeni yasa çıkarılmak zorunda kalınmıştı. Artık “Bu su benim, çünkü benim topraklarımdan çıkıyor” devri sona eriyordu. Aradan tam altmış yıl geçti ve bugün yine aynı yere geri dönmüş durumdayız. Ancak tek farkla; su artık sermayenin ‘malı’ oldu.
Tüm Türkiye’de olduğu gibi, irili ufaklı bütün sular HES ve barajlar yoluyla doğal akışından koparılıp hapsedilmesiyle GAP ve beraberinde inşa edilen birçok barajın ortaya çıkışı 1964 yılındaki filmi hatırlatıyor. Bu su kimin? Devlet kim? Kimin adına suyu hapsediyorlar? Binlerce yıldır bölgede tarım yapan insanlar artık suya niçin erişemiyor?
Yaşanan su kıtlığı ‘iklim değişimine’ bağlanıp suyu çalanların fotoğrafı görünmez kılınmakta. Bu sadece bizde değil. Tüm dünyada benzer yaklaşımlar kullanılırken, bazıları ise çok net bir biçimde suyun hangi amaçla çalınıp sermayenin hizmetine koşulduğunu ortaya koymaktan çekinmiyor.
Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (Stockholm International Water Institute SIWI) düzenlediği bir seminerde dikkat çeken önemli saptamalar yapmış ve şöyle denmişti: “İyi bir su politikası, yoksulluğu azaltabilir. Kalkınma fırsatları ile sınır aşan suları işletme ve elektrik üretme arasında sıkı bağlantılar kurulmalıdır. Başarılı ülkeler suyu tarımda heba etmek yerine daha kaliteli ve değerli şeylerde kullanıyorlar.” Nedir bu değerli olan?
AB Komisyonu 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme Çalışması’nda, “Orta Doğu’da suyun önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline geleceği ve Türkiye’nin AB’ye katılımıyla beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle nehirleri havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri ile İsrail ve komşu ülkeler arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) uluslararası yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir” yaklaşımı suyun nasıl mal ve silah haline getirilebileceğini gösteriyordu.
AB ile yürütülen katılım görüşmelerindeki ‘çevre’ faslı, Fırat ve Dicle nehirlerinin AB ile birlikte yönetilme kararı üzerinden açılmıştı. Olmadı, fasıllar kapandı. Uzun yıllardır bizlerin çok fazla farkında olmadığımız ancak kapitalizmin üretim ve birikim süreçlerinin temel ihtiyaçlarından olan suyu kontrol ederek kendisini ‘sürdürülebilir’ halde tutmanın hesaplarını yapmaktalar. Peki Türkiye’deki muktedirler bu akıldan yoksun mu? Elbette hayır.
Fasıl kapandı ama, kapitalizmin Türkiye’deki uygulayıcıları olan abdestli burjuva bozuntularının fütursuz ve amansızca yaşamın her alanını sermaye birikimine feda etmesi AB’den daha az akıllı olmadıklarını göstermeye yetmekte. AB’nin ve Stockholm su enstitüsünün verdiği aklı bizim abdestliler çoktan ileriden uygulamakta.
Önce sular doğadan çalındı, sonra barajlara suları toplayıp hapsettiler ve dereler akmaz oldu, sonra DSİ’nin üretici köylüye su sağladığı su pompa istasyonları köylülere zorla kurdurdukları su birliklerine devrini gerçekleştirdiler. Ardından yüksek fiyatlarla bu pompalarda kullanılan elektriğin parasını, köylülerin ürettiği ürünlerin tamamını satmaları halinde bile ödeyememelerinin koşullarını yarattılar. Sonrasında bu birliklere iktidar memurları görevlendirildi.
Ve artık yaşamın en önemli müştereği sermaye devletinin elinde pahalı bir mala dönüştürüldü ve sermaye hizmetlisi oldu, silah oldu, elektrik oldu ve insan dahil tüm canlıların en değerli müştereği olan su artık mal oldu.
Basından takip etmişsinizdir, Bodrum’daki barajlarda su tükendi. Benzer bir durum İstanbul başta olmak üzere birçok kentte yaşanıyor. Bodrum üzerinden baktığımızda havzanın su varlığını Yeniköy – Kemerköy termik santralleri ile Yatağan termik santrallerinin tükettiği görülüyor. Bu 3 santralin toplam elektrik üretim gücü 1680 MW. Bu güçte bir santralin yıllık su ihtiyacı ise yaklaşık 60 milyon m3. Bodrum ve Milas’ın yıllık su tüketimi üzerinden ortaya çıkan yıllık su ihtiyacı ise yaklaşık 35 milyon m3.
Yağmurlar gelmezse İstanbul’da birkaç ay içinde su tükenecek. Neden tükeniyor? Bazılarına göre küresel ısınma! Peki ciddi bir iklim sorunu yaşanırken bunu önlemek için bir şey yapan var mı? Yok. Bakın geçtiğimiz gün Orman Bakanlığı’nın İstanbul için aldığı maden kısıtlama kararı idari mahkeme tarafından iptal edildi. Neden mi? Çünkü Körfez ülkelerindeki petrol zenginlerine parsel parsel sattıkları arazilerin imara açılma zamanı geldi. Katar gibi ülkelere olan borçlar gırtlağa dayanırken, ödeme vadeleri ise çoktan geçti.
Sazlıdere Barajı ve Terkos Barajı (Durusu Gölü) İstanbul için yaşamsal önemde. Bu baraj göllerini kökten yok edecek olan Kanal İstanbul’a bu göller kurban edilebiliyor. Sonra küresel ısınma var, ne yapalım öyle mi? Türkiye’nin tamamında halk içmeye su bulamazken, tarıma su var mı? O hiç yok! Parası olana şişelenmiş su bol ama yoksula tavsiye edecekleri tek su lâğım sularının olacağı günler çok yakın. Türkiye’nin dört bir yanı ‘susuz yaz’ları ve kışları yaşayıp susuzluğa mahkûm bir geleceğe doğru hızla yol alınıyor.