Hannah Arendt, siyaset bilimi ve felsefesinin en önemli, en renkli simalarından biridir.
Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Almanya’da dünyaya gelen Arendt, Almanya’ya entegre olan diğer orta sınıf Yahudiler gibi, kendisini her şeyden çok “Alman” olarak tanımlıyordu ve Almanlarla tam bir uyum içinde yaşıyordu.
Yahudi bir ailenin çocuğu olduğunu elbette biliyordu, özellikle annesi bu konuda kendisini uyarıyordu ama yine de Yahudiliğini ona en çok hatırlatan okuldaki Alman öğrenciler olacaktı.
Yine de, Almanya’nın vatandaşı olmakla Yahudi kökenli olması arasında en küçük bir gerilim yaşamıyordu. Hatta kendi deyişiyle “Yahudi sorunu ile ilgilenmeyi sıkıcı buluyordu”.
Ta ki Avrupa’yı kuşatan ve Almanya’da da iyice ön plana çıkan antisemitizmin gündelik yaşama yansımalarını şahsen deneyimleyinceye kadar…
Almanya’da Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelmesiyle “ikinci sınıf vatandaş” olduğunu hissedecek ve Yahudilerin “nefret nesnesi” olduğunu yaşayarak görecekti.
Ondan önce ilk defa 1926 yılında bir konferans vesilesiyle tanıştığı Almanya’da Siyonist hareketin öncülerinden Kurt Blumenfeld, genç Hannah Arendt’in “Yahudi Sorununa” ilgi duymasını sağlamıştı.
Blumenfeld, Siyonizmin kurucularından Theodor Herzl’in görüşlerini benimseyenlerden biriydi ve Yahudilerin çektikleri acılardan ancak kendi ulus-devletlerini kurmalarıyla kurtulabileceklerine inanıyordu.
Blumenfeld’in de etkisiyle Arendt “Yahudi Sorunu” ile ilgilenmeye başladı ve önemli Yahudi şahsiyetlerden Rahel Vernhagen’in hayatını kaleme almaya karar verdi.
Hannah Arendt’in Vernhagen’in örneğinde göstermek istediği şey, bir Yahudi’nin yaşadığı toplum içinde asimile olmayı istese bile bunu başaramayacağı, toplumun önünde sonunda ona Yahudi olduğunu “hatırlatacağı” ve ayırımcılığa uğramaktan kurtulmayacağıydı.
Kitap tamamlanmadan Naziler iktidara geldi ve “Kristal Gece” olarak bilinen provokasyonu gerçekleştirerek parlamentoyu yaktılar ve ardından da olağanüstü hal ilan ettiler.
Hannah Arnedt bu olay karşısında “şok” yaşayacak ve “artık gelişmeler karşısında izleyici olarak kalamayacağını” söyleyecekti. Onu şok eden bir şey daha vardı: Pek çok aydın ve öğrenci Nazilerin iktidara gelmesini selamlıyor ve yavaş yavaş totaliter rejimin parçası haline geliyorlardı.
Hannah Arendt öylesine derin bir düş kırıklığı yaşamıştı ki, “bir daha hiçbir entelektüel konuya bulaşmayacağım” diyecekti.
İyi ki bu “sözünü tutmadı” ve geri kalan hayatını angaje bir entelektüel olarak yaşadı.
1933 yılında Almanya’yı terk eden Arendt, 1940 yılına kadar Paris’te yaşadı. Bu sürgün döneminde “mültecilik” olgusuyla tanıştı. Sürgün ve mültecilerin hiçbir hakkı olmadığını, ancak “katlanılan kimseler” olduklarını yaşayarak öğrendi ve “hak sahibi olma hakkı” konusunda kafa yormaya başladı. Bütün insanların, sürgünlerle mülteciler dahil, hak sahibi olması gerektiğini savunmaya başlaması bu döneme rastlar.
Hannah Arendt hak sahibi olmayı, “kişinin sadece eylemleri ve görüşleriyle yargılandığı bir ortamda yaşama ve siyasal bir cemaate ait olma hakkı” olarak tanımlıyordu. Buna göre, hiç kimse vatansız kalmamalıydı.
Arndt 1940 yılından sonra Amerika’ya göç etti ve hayatını orada sürdürmeye başladı ve yine orada pek çok önemli esere imza attı.
Ona göre “politikanın anlamı özgürlüktü” ve her zaman çoğulculuk olgusundan hareket edilmeliydi. Ona göre insan değil, insanlar vardı. Çoğulculuk gerçeğini dikkate almayan siyaset kuramlarının insanlara uygun ilerici görüşler geliştirmeyeceğini inatla ileri sürüyordu. Siyaset ile özgürlük birbirinden ayrılamazdı, bu yüzden insanların özgürce konuşarak eyleyecekleri alanın oluşturulması şarttı. İnsanlar ortak bir alanda, bir masa etrafında oturur gibi özgürce konuşup bir birlerine haklar vererek, birbirleriyle müzakere edip eyleyerek otorite ve güç sahibi olabilirlerdi.
Yahudiliğe ve İsrail Devletine Bakışı
Hannah Arendt “Yahudiliğe” ve İsrail devletine bakışıyla da kendine özgü bir düşünürdür.
Diğer kozmopolit Yahudi entelektüeller gibi “Yahudi Sorununa” Siyonizm penceresinden bakmıyordu. Kendilerini yaşadıkları ülkelere “entegre” olmuş, kozmopolit aydınlar olarak algılıyorlardı. Buna rağmen hiçbir zaman “Yahudi” olarak algılanmaktan kurtulamıyorlardı. Yaygınlaşan antisemitizm buna fırsat tanımıyordu. Kuşkusuz, Nazilerin Yahudiler için tasarladığı ve Yahudileri topyekûn imha etmeyi hedefleyen Endlösüng (Nihayi Çözüm) onun için de korkunç olmuştu. Arendt topyekûn imha politikasının uygulandığını öğrendiği zaman dehşete düşmüştü. Diğer Yahudi aydınlarda olduğu gibi, bundan böyle onun da hayatı ve eserleri, Nazilerin uyguladığı ve o güne kadar insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir soykırım olarak tarihe geçen Holocaust tarafından belirlenecekti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilerle dayanışma içindeydi ve pek çok etkinliğe katılıyordu ama yine de “Kutsal Topraklar” üzerinde bir Yahudi devleti kurulmasını öngören Siyonist politikaya sıcak bakmıyordu. Ona göre, İsrail devletinin Filistinlilerin yaşadıkları topraklarda kurulması Filistinlilerin meşru çıkarlarına aykırıydı. Aynı zamanda bu, antisemitizme karşı çözüm olamazdı.
Arendt, Yahudilerin kendilerine ait bir ulus-devlet kurmaları yerine, Filistinlilerle Yahudilerin birlikte yaşayacağı iki-uluslu federal bir devlet kurmalarının çok daha iyi olacağına inanıyordu. Öncelikle yerel düzeyde Yahudi ve Filistinlilerin işbirliği yapmasını savunuyordu. İşbirliği sürecinin olumlu işlemesi halinde, giderek politik düzeyde ortak bir devlet kurma noktasına gelinebileceğini düşünüyordu.
Ne var ki, gelişmeler umduğu gibi olmadı ve 1948 yılında İsrail bir Yahudi devleti olarak kuruldu. Hannah Arendt İsrail devleti kurulduktan sonra da işbirliği, uzlaşma ve barış yolunda görüşler dile getirmeye devam etti. Örneğin, 1950 yılında şöyle yazıyordu: “Orta Doğu’da barışa en çok İsrail devletinin, Arap halkının ve Batı dünyasının gereksinimi vardır. Ancak barış, ateşkesten farklı olarak dışardan dayatılamaz. Ancak görüşmeler yoluyla, karşılıklı uzlaşma ve giderek Yahudi ve Arapların birleşmesiyle sağlanabilir” diyordu.
Bunun sağlanmaması durumunda ise, maalesef artık gerçekleşmiş olan kehanetini dile getiriyor ve savaşın yüz yıl daha devam edeceğini söylüyordu.
Hannah Arendt yukarıda aktardığımız görüşleri nedeniyle Siyonist hareket tarafından hiçbir zaman benimsenmedi. Hatta “Anti-Siyonist” olduğu bile iddia edildi.
Kötülüğün Bayağılığı
Fakat hem İsraillilerin, hem de dünyadaki Yahudi diasporalarının acımasız saldırılarıyla karşı karşıya gelmesi, “Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üstüne Bir Rapor” adlı çalışmasını yayınlamasından sonraya rastlar.
1960 yılında İsrail devletinin bir operasyonuyla Arjantin’den kaçırılarak Kudüs’te mahkeme önüne çıkarılan Adolf Eichmann, Avrupa Yahudilerini gaz kamaralarına taşımaktan sorumlu Nazi subayıydı. 1962 yılında Kudüs’te yargılandı, ölüme mahkûm edildi ve cezası infaz edildi.
Hannah Arendt, bu duruşmayı izlemeyi çok istiyordu ve The New Yorker dergisi adına rapor yazmak üzere Kudüs’e gidip mahkeme salonunda yerini aldı.
Önce The New Yorker’e yazdığı yazı dizisi, ardından da kitap halinde yayınladığı “duruşma gözlemleri” adeta deprem etkisi yarattı.
Evvela kitabının alt başlığı büyük tepki topladı: “Kötülüğün Sıradanlığı…”
Bu başlık Yahudileri çok rahatsız etmişti. İsrail devleti Eichmann’ı bir “canavar”, “olağandışı bir yaratık” olarak gösterirken, Hannah Arendt “onu düşünmekten aciz” ve “aptal” buluyordu. Yaptığı kötülüğün kaynağında da bu acizlik vardı. Eichmann iyi ile kötü arasında ayrım yapabilecek bir düşünme kapasitesine sahip değildi. Konuşmayı becermemesi de bundandı. Bu sıradanlığı sayesindedir ki, milyonlarca insanı yok eden o ölüm mekanizmasında emir-komuta zinciri içinde yer aldı. Açıkçası, böylesi bir kötülüğü ancak sıradanlık yapabilirdi.
Arendt’in tepkiler yol açan diğer bir tespiti ise, Avrupa’da Yahudi Konseylerinin ellerinde bulunan Yahudi nüfusuna dair listeleri hiç direnmeden Nazilere vermeleriydi. Yahudileri kızdıran diğer bir nokta da, Arendt’in, İsrail devletinin Eichmann davasını bir “showa” dönüştürdüğünü ileri sürmüş olmasıydı.
Bütün bunlar Hannah Arendt’i her taraftan yağmur gibi gelen saldırılar altında bıraktı. Bu dönemde büyük acılar içine sürüklenen Arndt, dostlarından oldu, yalnızlığa itildi. “Yahudiliğinden nefret ettiği,” hatta “antisemit” olduğu ileri sürüldü. “Kalpsizin ve kendini beğenmişin teki” ilan edilen Arendt, 1975 yılında öldüğünde hala bu acımasız eleştirilerin hedef tahtasıydı.
Geriye dönüp baktığımızda, Hannah Arendt’in 1940’ların ikinci yarısında Filistin-İsrail Federasyonunun kurulması yönündeki görüşlerinin kıymetini daha iyi anlayabiliriz. Özellikle, “Federal bir devlet kurulmazsa, bu savaş yüz yıl daha devam eder” uyarısı, maalesef ki gerçekleşmeye yüz tutmuş bir kehanet olmak üzeredir…