Kamuculuk deyince öncelikle, ulusal, yerel, kooperatif gibi farklı kolektif mülkiyet biçimleri altında; demokratik toplumun o kurumda çalışanlar, yöre halkı, konunun uzmanları ve üretilen mal veya hizmetlerin kullanıcıları gibi farklı bileşenleri tarafından karar süreçlerine katıldığı bir yaklaşımı anlıyoruz. Diğer bir ifadeyle kamu çıkarının, toplumsal yarar fikrinin kâr hırsı ve rekabetin önüne geçtiği bir anlayıştan söz ediyoruz.
Bu yönüyle kamuculuk-özelleştirme tartışması özünde sosyalizm ile kapitalizm arasında, emekten yana olmak ile sermayenin çıkarlarını savunmak noktasında bir ayrım noktasıdır. İnsan doğasının paylaşmaya, dayanışmaya, kolektif değerlere, emeğinin hakkı ile yetinmeye mi yatkın olduğu; yoksa kâr dürtüsüne, bireysel çıkara, rekabete mi daha fazla eğilim taşıdığı üzerine yürütülen tarihsel, ideolojik tartışmanın yansımasıdır. Ne var ki, her koyunun bacağından asılacağı zihniyetinin yaygınlaştığı, cumhurbaşkanlarının; “benim memurum işini bilir” sözleriyle bürokratik ahlakı ayaklar altına aldığı, başkalarının sırtına basarak yükselme hırsının doğal karşılandığı bir kültürel ortamda kamuculuk anlayışının gelişip, güçlenmesi zorlaşır.
Ancak özelleştirmenin, kapitalist küreselleşmenin, finansallaşmanın tüm dünyada cazibesini yitirdiği bir konjonktürde kamuculuk için önemli bir potansiyel belirdiğini de söyleyebiliriz. Artık ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Jack Sullivan bile,40 yıldır dış politikaya egemen olan neoliberal küresel ekonomik düzenin yanlış varsayımlarının sorgulanması gereğine işaret ediyor. Piyasaların sermayeyi üretken ve etkin bir şekilde tahsis ettiğinden yola çıkmanın, vergi indirimlerinin şampiyonluğuna soyunmanın, kuralsızlaştırma ve özelleştirmeyi körü körüne savunmanın, dış ticaretin liberalleşmesini bir amaç gibi sunmanın yanlışlığına dikkat çekiyor. Elbette Joe Biden’ın sanayi politikasından söz etmesi, Altyapı Yatırımı ve İstihdam Yasasının, Enflasyonu Azaltma Yasasının, Bilim Yasasının getirdiği kamu yatırımlarına hız verme, kamunun araştırma-geliştirme faaliyetlerinde daha fazla söz sahibi olması perspektifi veya Çin’de tek parti yönetiminde devlet mülkiyetinin yaygınlaşması, Şi Cinping’in gelir ve servet adaletsizliklerini törpüleyecek Ortak Refah politikalarını uygulaması kamuculuk kapsamında ele alınamaz. Ancak tüm bu gelişmeler kamuculara piyasacılar karşısında güç kazandıran, piyasa toplumu kurgusunun ideolojik hegemonyasını sarsmak adına cesaret veren bir nitelik taşıyor.
KAMUCULUĞUN KISA TARİHİ
Hatırlanırsa 2. Dünya Savaşı sonrası İngiliz İşçi Partisi programı sadece topraklar ve doğal kaynaklar değil, üretici faaliyetler ve servetin de halka ait olduğundan yola çıkıyordu. Tüm petrol, elektrik, demir-çelik sanayi ve demiryolu havayolu bütün taşımacılığın kamuya ait olduğunun altını çiziyor, Ulusal Sağlık Hizmeti, İngiliz Merkez Bankası’nın ulusallaştırılmasını, kamusal ve yatırımı planlayacak bir Ulusal Yatırım Bankası kurulmasını öngörüyordu.
Sağcı çevreler tarafından sürekli kamu mülkiyetinin Sovyetik bir yönetim tarzına özenti anlamına geldiği propagandası yapılıyor, bir savunma psikolojisi içerisinde basın, ifade, inanç özgürlüğüne sahip çıkıldığını, bireysel özgürlüklerin korunması konusunda duyarlılık taşındığını tekrarlama gereksinimi duyuluyordu. 1995’te tartışmalı bir oylamadan sonra Tony Blair döneminde kitlesel kamulaştırma vaadinde bulunan Dördüncü Madde kaldırıldı. Yeni Labor denilen Üçüncü Yol çizgisinin, piyasacı-özelleştirmeci politikaların yolu açıldı. ABD’de Bill Clinton’un başkanlığında da benzer bir rota izlendi.
Aynı şekilde Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD de 1959 Bad Godesberg Programı ile işçi sınıfının partisi olmaktan vazgeçti. Hedeflerini yurttaşlara sosyal güvenlik sağlamakla sınırladı. Marksizmi reddetti, proletaryanın değişimin öncüsü olduğu fikrini terk etti, sosyal piyasa ekonomisini benimsedi.
1980’lerde Şili’de Chicago Çocukları laboratuvarında geliştirilen formüllerle, ABD’de Reagan, Birleşik Krallık’ta Thatcher öncülüğünde tüm dünyada özelleştirme, finansallaşma, dış ticaret ve sermaye akışlarında liberalleşme yaşanmasının, kapitalist küreselleşmenin egemen olmasının ardından kamuculuk yolunda en önemli dönüm noktasının, 2017’de Jeremy Corbyn’in İngiliz İşçi Partisi başkanlığına gelmesi sonrası yayımlanan Alternatif Mülkiyet Biçimleri raporu olduğu söylenebilir.
Adeta “yeniden kamuculuk” anlamına gelen bu hamle, Thatcher döneminde 1984 yılında British Telecom’un satışını izleyen dönemde sırasıyla gaz, elektrik, su ve demiryollarının elden çıkarılması sonrası bir anlamda rüzgârın tersine dönmesi gibi sembolik bir anlam taşıyordu.
Söz konusu raporda özel mülkiyet sahipliğinin uzun vadeli yatırımlara engel oluşturduğu, üretkenlik kayıpları yarattığı, demokratik tartışmaları baltaladığı, ülkenin bazı bölgelerini ekonomik açıdan ihmal ettiği vurgulanıyor. Bunun artan gelir ve servet adaletsizliğinin, finansal güvencesizliğin başlıca nedeni olduğu ifade ediliyor.
2017 Seçim Bildirgesi’nde de enerji, su, posta ve demiryollarının kamulaştırılacağı vaadinde bulunuldu. Ve partinin seçimlerde oyları kayda değer biçimde arttı. İşçi Partisi 2019 seçimlerini başka nedenlerle kaybetse de Britanya kamuoyunda kamuculuğa destek sürüyor. 2022 Ağustosunda yapılan bir ankete göre, halkın%69’u suda, %65’i otobüste, %67’si demiryolu taşımacılığında, %66’sı enerjide, %68’i postada, %78’i Ulusal Sağlık Sistemi’nde kamu mülkiyetinden yana tavır koyuyor.
Alternatif Mülkiyet Biçimleri Raporu’na göre, otomasyon, dijitalleşme hem bir fırsat hem de tehdittir. Bir yanda maddi refah ve daha fazla boş zaman fırsatı sunarken, öte yandan da artan ekonomik eşitsizlik ve kitlesel işsizlik riski taşıyor. Yeni kolektif ve demokratik mülkiyet modellerinin otomasyonun ekonomik faydalarının geniş kitlelerce paylaşılmasına olanak tanıma potansiyeli bulunuyor.
Uygun ekonomi politikalarıyla asgari ücret artırılarak otomasyon teşvik edilir, gelirler yukarı çekilir. Eğitim sistemi yaratıcılığı sıçratmaya odaklanır. Kısa çalışma haftası üretkenlik artışlarının meyvelerinin adil paylaşımının yolunu açar. Yurttaşlık geliri ödenmesi emek piyasalarında elde edilen gelire eklenerek satın alma gücünü artırır. Özetle, otomasyonun ülke halkı için özgürleştirici potansiyeli açığa çıkartılır.
Ayrıca İtalyan asıllı Londra Üniversitesi öğretim üyesi Maria Mazzucato girişimci devlet temasını işleyerek son yıllarda ana akım mecralarda kamuculuk fikrinin güçlenmesine katkı sağlayan diğer bir isim. ABD’de de Temsilciler Meclisi’nin genç ve solcu üyesi Alexandria Ocasio Cortes, Yeni Yeşil Anlaşma metninde sadece ekolojik konulara el atmadı. Eğitim, sağlık, konut, toplu ulaşımın kamusal ve kâr amacından uzak düşünülmesi gereğine dikkat çekti.
Kamuculuk ile ilgili önemli fikri üretim merkezlerinden birisi de, Amsterdam’da faaliyet gösteren Transnational Institute (TNI) isimli araştırma kuruluşu. Yaklaşık 20 yıldır kamu mülkiyeti üzerine çalışmalar yürütüyor. Özellikle içme suyunun ticarileşmesine karşı sendikalarla, sivil toplum örgütleri, yerel yönetimler ve ilerici akademisyenlerle birlikte “tekrar belediyeleşme” [(re) municipalization] sloganıyla suyun kamulaştırılması ve yerel yönetimlerin bünyesine kazandırılmasına yönelik kampanyalar düzenledi.
TNI’ın 2019 Aralık’ta Amsterdam’da düzenlediği “Gelecek Kamudur” temalı konferansta 58 ülkede ulusal, bölgesel ve yerel yönetimler düzeyinde özelleştirme uygulamasından geri dönülen (de-privatized) 1.408 vakaya yer verildi. Bu sürecin maliyetleri düşürme, çalışanların koşullarını düzeltme, hizmet kalitesini yükseltme ve daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik sağlama anlamında olumlu ampirik sonuçlar verdiği açıklandı. Verilen örnekler arasında özellikle Londra ve Paris içme suyunun kamucu bir yönetim modeline kavuşturulması dikkat çekici.
MODERNLEŞME SÜRECİNDE KİT’LER
Bizde de Kamu İktisadi Teşekkülleri Cumhuriyet’in ilk döneminde hem ilk sanayileşme adımları atılmasında hem de 29 Dünya Ekonomik Krizi’nin olumsuz etkilerinin görece kolay atlatılmasında önemli bir işlev üstlendiler. Ayrıca Aydınlanma’nın, modernleşmenin topluma yayılmasında okullarıyla, sanat ve kültür faaliyetleriyle, spor kulüpleriyle, kamu kamplarıyla büyük katkıda bulundular.
Özelleştirme rüzgârlarıyla, “devlet sucuk yapar mı?, Ayakkabı imal eder mi?” demagojileriyle Sümerbank, Et ve Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu gibi dar gelirli yurttaşların temel ihtiyaç ürünlerini sağlayan; böylelikle bir yandan yoksullara ucuz ve kaliteli giysi, ayakkabı ve gıda sunarken, bir yandan da bulundukları sektörde fiyatları düzenleme işlevi üstlenerek enflasyona karşı barikat oluşturan kurumlar bir bir elden çıkarıldılar. Aynı şekilde kamu bütçesine kayda değer bir vergi geliri aktaran Tekel yok edildi. AKP döneminde de Türk Telekom, Erdemir, TÜPRAŞ ve PETKİM başta gelmek üzere birçok stratejik kamu işletmesi özelleştirildi.
Toplumsal muhalefetin hedefi teknik ayrıntılara takılmadan, tüm bu kuruluşları yeniden kamuya kazandırma perspektifini geniş halk kesimlerine mal etmek olmalıdır. Elbette geçmişteki bürokratik, tepeden inmeci yönetim anlayışı yerini demokratik, katılımcı bir tasarıma bırakmalıdır. Başta çalışanlar, hizmeti kullananlar, çevre örgütleri, yöre halkı yurttaş inisiyatifleri ekonomik kararlarda söz, yetki, karar sahibi kılınmalıdır. Demokratik katılım çalışanların doğrudan iş deneyimleri ve diğer bileşenlerin bilgilerinden yararlanıldığı için kamu işletmelerinin etkinliğini artıracaktır. Aynı zamanda ekonomik demokrasi kültürünün yaygınlaşması işçilerin ve diğer toplum üyelerinin aktif katılımını teşvik ettiği için, politik demokrasiye de katkıda bulunacaktır.
Özetle, kamulaştırma liberallerin öne sürdüğü gibi devletin yurttaş üzerinde baskı kurması, bürokrasi ya da kararların yukarıdan aşağıya topluma dayatılması anlamına gelmez. Tam aksine devletin demokratikleşmesinin, kamu görevlerine bilgi, deneyim, çaba temelinde liyakatli kadrolar atanmasının, kamu işletmelerinde mal ve hizmet üretiminin toplumsal ihtiyaçlar temelinde planlanmasının ilk ve en önemli adımını oluşturur.