Not: Bu yazı, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa’yı ihlal ettikleri gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmalarından önce yazılmıştı. Bir süredir Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un neden her konuşmasında “Yargı bağımsızdır” diye üstüne basa basa vurgu yaptığını anlamaya çalışıyordum. Meğer yargının Anayasa’dan bağımsız olduğunu söylüyormuş, sonunda anladım.
İçinde bulunduğum koşullardan doğru, haliyle, hayatta üzerine hiç düşünmediğim kadar hukuk düşünüyorum, okuyorum, düşündükçe ve okudukça da hukukun tıpkı matematik gibi, mesleğiniz, işiniz, uğraşınız ne olursa olsun, “mutlaka bilinmesi gerekenler” listesinde üst sıralarda olması gerekliliğine daha çok ikna oluyorum.
Verili koşullarda “bilsek ne olacak?” diyebilirsiniz ve haklı olursunuz ama olsun. Bilmek, iyidir.
Yaşadıklarımı, yaşadıklarımızı hukuka dair okuduklarımla anlamlandırma çabam son bir buçuk yılın egzersizi bende. Yüzüncü yaşını fener alayları, konserler ve bayraklarla kutladığımız Cumhuriyet, ne yazık ki, ilk günlerinden itibaren hukuk konusunda hiç de iyi sınavlar verememiş.
Benim okula gittiğim zamanlarda eğitim sisteminde üzerinden “şöyle bir geçilen” ve hakkında konuşulması belli ki “pek de münasip bulunmayan” İstiklal Mahkemeleri’nden başlayabiliriz mesela. 81. yılı 12 Kasım’a denk gelecek Varlık Vergisi ile devam edebiliriz dilerseniz. Yassıada Yargılamaları’ndan 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, DGM’lere, hadi bugüne gelelim, Gezi Davası’ndan Kobanê Davası’na, listeyi sayfalarca uzatmak ne fena ki mümkün…
Ergün Aybars’ın rakamlarla ve “dönemin koşullarıyla” anlatmaya çabaladığı iki ciltlik İstiklal Mahkemeleri kitabı, insanı her satırında dehşete düşürüyor misal. İstiklal Mahkemeleri, kuruluş sürecinde, mahkemelere tanınan sonsuz yetkiler nedeniyle, pek az eleştiri alıyor.
Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’in bence tarihi çıkışı, o az sayıdaki sesten biri… Hüseyin Avni Bey, Meclis konuşmasında mahkemelere tanınan bu sınırsız alanı “Allah bile peygambere bunca yetki vermedi” diye eleştiriyor, sonrasında iki farklı dönemde faaliyet gösteren İstiklal Mahkemeleri’nde olanlar malum…
Küçük bir İstiklal Mahkemeleri tanıklığı… George E. White, Türkçesi 1995’te Enderun Yayınevi tarafından basılan “Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hatıraları” kitabında anlatıyor. White, 1921 Haziran’ında Merzifon Amerikan Koleji’nin yöneticisi. Kolejin öğrencileri “Pontusçuluk” suçlamasıyla kovuşturmaya uğruyor, okula bir general, bir hakim ve askerler tarafından baskın yapılıyor.
White anlatıyor: “Arama görevlileri geldi. General ve hakim duvarda asılı üzerinde Pontus kelimesini okudukları iki harita üzerinden konuşuyorlardı. Birbirlerine ‘bakınız, bunlar kurmayı düşündükleri Pontus eyaletinin haritalarıdır. Bakınız Pontus’un sınırları aynı değil. Birisinde daha geniş. İstekleri arttıkça sınırları daha da genişletiyorlar’ diyorlardı. Duvar haritaları Aziz Paul dönemindeki Roma eyaletlerini gösteriyordu ve yıllar önce Chicago’da basılmıştı. Fakat daha sonra, Türk evraklarında Kolej’de Pontus bölgesini belirleyen haritalar bulunduğu, ihtilalcilerin özellikle Pontus kulübünün aracılığıyla Kolej’le bağlantılı olduğu ve Helenik Krallığı’na ilhak planlandığı yazıldı.”
Türk evraklarında “delil” olarak anılan bu “harita” size bir şey anımsattı mı? Altı yılı aşkın süredir Silivri’de zorunlu ikamette olan Osman Kavala’nın cep telefonundan çıkan Türkiye’deki arı türlerini işaretleyen bilimsel haritanın “bölünme haritası” diye dava dosyasına girmesini mesela?
İstiklal Mahkemeleri’nde Pontusçulukla yargılanıp, asılan pek çok insan olduğunu anımsatayım. Aybars’ın kitabı şehir şehir listeleri içeriyor. Pontusçuluktan yargılanıp asılanların arasında Merzifon Amerikan Koleji öğrencisi Anadolu Rumları da vardı…
İstiklal Mahkemeleri’nden söz ederken şu hatırlatmayı yapmayı da mühim buluyorum: Her bir mahkeme üç ya da beş üyeden oluşuyor, delil şart değil, kişisel kanaate açılan alan muazzam büyük ve mahkeme üyeleri hukukçu değil, mebus!
Türkiye’nin ilk kadın avukatı Malta sürgünlerinden Ahmet Ağaoğlu’nun kızı ve Demokrat Partili Samet Ağaoğlu’nun ablası Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti adlı hatıratında, Yassıada Yargılamaları’nı anlatırken “keşke” diyor, “Yassıada’da da İstiklal Mahkemeleri’ndeki gibi olsaydı, hukukçular olmasaydı.” Bir avukatın, herhalde hukuk sistemine dair söyleyebileceği en ağır şeylerden biri ama ne yazık ki memleket koşullarına çok anlaşılabilir “keşke”.
Hukuk fakültelerinde ders olarak okutulmaya aday Gezi Davası yargılamalarında, 12 Eylül karanlığından ve mahkemelerinden çok çekmiş bir sevdiğim, mahkeme çıkışında bana bakıp “Bizi en azından hukukçular yargılamıştı” demişti misal. Ağaoğlu’nun “keşke”si 2023 Türkiye’sinde hala güncel…
Son birkaç haftadır kişisel gündemim haliyle, AYM’nin Can Atalay’la ilgili verdiği “ihlal” ve “derhal tahliye” kararının bir ateş topu misali bir mahkemeden bir mahkemeye “fırlatılması”. Konuyla azıcık ilgisi olan herkes, hukukçu olsun olmasın AYM kararlarının kesinliğini doğal olarak anımsatıyor.
Üzerinden vakit geçti, unutulmuştur belki, anımsatayım, aynı AYM’nin Cumartesi Anneleri/İnsanları’yla ilgili verdiği “ihlal” kararı aylardır orada duruyor, her cumartesi Galatasaray’da bir araya gelmeye çalışanları abluka altına alan polisler hiç umursamıyor AYM kararlarını.
Tıpkı AYM kararları gibi uygulanması anayasal şart olan (Anayasa 90. madde) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları da AYM kararlarıyla aynı kaderi paylaşıyor, AİHM’nin 10 Aralık 2019’da Osman Kavala hakkında verdiği “ihlal” ve “derhal tahliye” kararı da raflardaki dördüncü yılını tamamlamak üzere.
Can Atalay’ın AYM kararının uygulanmamasına dair açıklamasında, bir hukukçu olarak, son derece yerinde bir gönderme yaptığı “ikili devlet” kitabında Ernst Fraenkel 1934’te kurulan Millet Mahkemeleri’ne değiniyor. Siyasi davalarla ilgili üst mahkeme olarak kurulan Millet Mahkemeleri’nin hakimleri doğrudan Hitler tarafından atanıyor, mahkeme kararları üzerinden temyize gitme hakkı yok. Tanıdık geldi mi?
Fraenkel 3. Reich’ın hukuki gerçekliğini açıklığa kavuşturmaya katkıda bulunmak umuduyla yazdığı ve bence amacına epeyce ulaşıp ne yazık ki pek çok ülkenin başına gelecekleri 1940’ta öngördüğü kitabında önlem devletini ve norm devletini muazzam anlatırken, yüzyıllar öncesinden Socrates’ten bir alıntı yapıyor, güncelliğini hiç yitirmeyen bir alıntı:
“Mahkeme kararlarının geçerlilik iddiasında bulunamayacağı, daha ziyade tek tek kişilerce değiştirebildiği, geçersiz kılınabildiği bir devletin ayakta kalabileceğine inanır mısın hiç? Yoksa, çöküp gideceğini mi düşünürsün?”
Soru yüzyılların ötesinden geliyor ama hala baki… Hukukla ilgilenen herkesin okumasını umduğum Jacques Verges’in kısa ama çok büyük kitabı Adli Hatalar’da şöyle bir tespit var:
“Adli hata bir vakanın daha başlangıcında kaste dayalı dini, toplumsal veya siyasal önyargılarla ya da zahirle körleşmiş hakimin aceleci kanaatinden neşet eder. Adli hata özensizlikle veya suç kastiyle, baştan savma uygulanan muhakeme usulleri içinde yeşerir.”
Yüzyılların ötesinden bugüne, 3. Reich’dan 21. yüzyıla, Fransa’dan Türkiye’ye ne çok bildik, tanıdık, aşina hikâye…
Bütün bunlarla nasıl başa çıkacağız? Bu çürümeyle, hukuksuzlukla ne yapacağız? Ben sanırım yavaş yavaş Süreyya Ağaoğlu ile saf tutuyorum, keşke bizi de hukukçular yargılamasaydı… Hoş, belki de hukukçular yargılamamıştır kimbilir?
Kitaplar
- Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri Cilt 1-2: 1920-1927, 9 Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir, 1988
- George E. White, Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hatıraları, Çeviren: Cem Tarık Yüksel, Enderun Yayınevi, İzmir, 1995
- Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti Sessiz Gemiyi Beklerken, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2023
- Ernst Fraenkel, İkili Devlet, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021
- Jacques Verges, Adli Hatalar, Çeviren: Barkın Asal, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, 2023