Yusuf Tuna Koç
Akademisyen Fırat Mollaer ile Filistin’de yaşanan katliamlar karşısında batının medyasından akademisine, sivil toplumuna kadar gösterdiği tavrı, post kolonyalizm tartışmaları ekseninde konuştuk.
Genel bir soruyla başlarsak, Filistin’de yaşananları nasıl yorumluyorsunuz?
Her şeyden önce İsrail’in yürürlüğe koyduğu faşist tasarının en azından 3 düzeyde işlediğini belirtelim: 1) Gazze başta olmak üzere bütün Filistin topraklarında uygulanan etnik temizlik, 2) Batı Şeria ve Filistin’in diğer bölgelerinde İsrailli sömürgeci yerleşimcilerin yıllara yayılan ama bugünlerde şiddetini arttıran faşist pogromları ve katliamları, 3) İsrail’de nüfusun hatırı sayılır bir kısmını oluşturan Filistinlilerin baskı, korku, tehdit, hapis ve saldırılarla denetim altında tutulup cezalandırılması.
Başka bir deyişle, sorun Hamas’ı cezalandırmak değil. Hamas’ı gerekçe göstererek, Hamas’ı bölgede genellikle İsrail’in işine yaramış olan Işid’le özdeşleştirerek, Batı kamuoyunda İslami teröre karşı savaş söylemini yaratarak Filistin halkını topyekün cezalandırmak, etnik temizlikle yok etmeye çalışmak.
İsrail’in Filistin’de on yıllardır sürdürdüğü işgal, katliamlar batı kamuoyunda, özellikle sol-akademi çevrelerinde görece bir duyarsızlıkla karşılanıyor. Zizek ve Butler tarafsızlık çağrısı yaptılar. ABD ve Avrupa’da akademilerde ciddi bir İsrail desteği ortaya çıktı. Post-kolonyalizm tartışmalarının bugünkü popülerliğini düşündüğümüzde, sizce bu bir çelişki oluşturmuyor mu?
Belirttiğiniz üzere bir çelişki ya da tutarsızlık var. Gelgelelim Avrupalı aydının Filistin konusundaki tutarsızlıkları da dillere destandır. Sorunuz Edward Said’in Fransız filozof Jean-Paul Sartre’la karşılaşmasını hatırlattı bana. Sartre’ı biliyoruz, enternasyonal davaların savunucusu, “angaje” ya da adanmış entelektüel. Said’i de herkes tanır: Büyük yankı uyandırmış Oryantalizm kitabıyla bilinen, Filistin davasının uluslararası alandaki en tanınmış entelektüeli ve sözcüsü. Said, 1970’lerin sonundaki bu karşılaşmada Sartre ve yanındaki pek çok Fransız filozofunun İsrail yanlısı tutumundan söz eder.
Şaşırtıcı gelebilir ama şu da bir gerçek: Batıda sosyalist sol siyasal hareketler, İskoçya, İrlanda ve İspanya gibi ülkelerdeki demokratik kamuoyu tepkileri bir yana, Batı Marksizm’i akımı içinde düşünülen filozoflar da bu konuda genel olarak sessizdir. Eleştirel Teori’nin yaşayan en büyük temsilcisi Jürgen Habermas bir söyleşide Üçüncü Dünya’daki anti-kapitalist ve anti-emperyalist mücadelelere kayıtsız olduğunu belirtmişti. Modern kapitalist toplumdaki baskı ve tahakküm sorunlarına köktenci bir eleştiri yönelten Frankfurt Okulu’nun Avrupa merkezci tutumu dikkat çekicidir. Çok az yorumcu Avrupa merkezciliğin bu eleştirel filozofların kuramlarında nasıl bir eksiklik yarattığını sorgular. Oysa Eleştirel Teori’nin ele aldığı faşizmin (toplama kamplarından uluslararası sözleşmelerce yasaklanmış kitle imha silahlarının kullanılmasına kadar) pek çok boyutu açısından Avrupa’dan önce Avrupa’nın sömürgelerinde tecrübe edildiğini Aimé Césaire gibi anti-kolonyalizmin büyük öncüleri vurgulamışlardı. Frantz Fanon Avrupa’nın Üçüncü Dünya’nın yaratımı olduğunu söylüyordu. Yani Avrupa’yı anlamanın göz ardı edilemez bir parçası sömürgecilik ve emperyalizmi kavramaktı. Eleştirel Teori, kapitalizmin Batı’da işçi sınıfının devrimci güçlerini nasıl dizginlediğini anlamaya çalışmıştı. Bunda sömürgecilik ve emperyalizmin Batı’ya tahakküm ve zor yoluyla aktardığı artı değerin payı da vardı hiç kuşkusuz.
Türkiye kamuoyunda nasıl durum?
Sosyalist solun sol üzerindeki hegemonyasının zayıflamasıyla koşut biçimde (sınıf vb.) başka pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da bazı tutum değişiklikleri gözlemleniyor. Size yakın geçmişten iki örnek vereyim. Örneklerin ikisi de 1980’lerden sonra gelişen ve Türkiye’de ceberut devlet ve siyasi kültürdeki militarizm sorunlarına yönelik eleştirileriyle tanınan sol liberalizmin meşhur temsilcileri. TV’de “militarizm” konulu bir programda konuşuyorlar. Sunucu militarizm konuşulurken İsrail’i de söz konusu etmek gerektiğini düşündü herhalde, “militarizmi teşrih masasına yatırmışken İsrail’den de söz etmek gerekir mi sizce” sorusunu ortaya attı. İki konuk da hafif sendeledi. Ardından, Türkiye’de militarizm konularındaki eleştirel tutumuyla tanınan konuk İsrail’de hiç bulunmadığı için bu konuda konuşmaya tereddüt ettiğini söyledi! Cevaptan tatmin olmamış görünen sunucunun “acaba İsrail militarist olabilir mi?” sorusuna karşı bu kez de “(İsrail) demokratik bir siyaset şeyini kapatmıyor” diye ekledi. Diğer sol liberal ise İsrail’i bugün demokratik yaşam konusunda çoğu kişinin bir ütopya saydığı İsviçre’yle eşleştirmeye vardırdı işi! “Mesela İsviçre’de de herkes asker”, “silahlı olmak ille de saldırgan olmak anlamına gelmez.”
Sol liberalizmin Türkiye’de milliyetçilik, ırkçılık ve anti-semitizm eleştirisinde şampiyonluğu elden bırakmayan temsilcilerinin İsrail hakkındaki “düşünceleri” bunlardı. Pekâlâ, buradaki sorun ne? Sorun ABD-NATO paktı tarafından tanımlanmış Batıcılığı “evrensellik” olarak paketlemeleri ve bu konuda “organik aydın” işlevi üstlenmeleri. NATO’yu kanarya sevenler derneği gibi sunanlar için İsrail’i “Ortadoğu’daki demokrasi adacığı” olarak tanıtmak zor değil tabi. Organik aydınlar, bir CIA-Mossad raporu dili tutturdular, bu örgütlerin maliyetlerini epey azalttılar. İdeoloji zaten en yalın anlamıyla sömürü ve tahakkümü çıplak şiddetten çıkarıp “yumuşatma” ve bir maliyet azaltma işidir. Siyonizm’in saldırgan doğasını “demokrasi, sekülerizm, LGBT, çevre, Kibutz dostu” olarak cilalayıp üzerini örten ideolojik söylemler üzerinde yeniden ve dikkatle düşünmek gerek. Bütün bunlara Siyonizm’e yönelik her eleştiriyi, aralarında bir ayrım gözetmeksizin anti-semitizme indirgeyen bir ideolojik manevra da eşlik ediyor. Karşı karşıya olduğumuz şeyin muazzam bir ideolojik makine olduğunu vurgulamaktan vazgeçmemeli.
Arkasında başka bir gündem yoksa bile burada meseleleri yalıtılmış ve anti-diyalektik bir bakış açısıyla ele alan liberalizm ve sol liberalizmin kuramsal sorunları gün yüzüne çıkıyor. Diyalektik bakış açısı parçaları bütünden yalıtmaya karşı koyar. Buradaki bütünlük ya da yapı nedir? Sömürgecilik ve emperyalizm. İsrail’le ilgili çok az konu sömürgecilik ve emperyalizm bütünlüğünden yalıtılmış biçimde ele alınabilir…
Bu Avrupa merkezcilik ve evrensellik konusu önemli…
Evet. İşgalci İsrail devletinin söylemi kuruluşundan itibaren Avrupa merkezciliğe eklemlenmiş ya da onun üzerine yerleşmiştir. Biliyorsunuz, bahsettiğim pakta göre İsrail, evrensel uygarlığı temsil eden Batı’nın Ortadoğu’daki ileri karakoludur, gerici “Doğu” rejimleriyle çevrelenmiş demokrasi adacığıdır vs. Oysa asıl evrensel olan Filistin davasının dünya çapındaki destekçilerinin oluşturduğu büyük kitlesel direniştir, asıl evrenselci olan İskoçya’dan İrlanda’ya, İrlanda’dan Bolivya ve Kolombiya’ya Kolombiya’dan Cezayir’e ve Asya’ya bu demokratik sese katılmak ve onu yükseltmektir. Hazır sözü gelmişken: Filistin davası ne sadece İslamcıların ne de sadece Müslümanların davasıdır. Hatta onların davası haline gelmeden önce sosyalistlerin davasıydı ve hâlen öyle. Filistin davası ABD’deki Siyah hareketi ve Güney Afrika’daki ırkçı Apertheid rejimine karşı direnişle birlikte modern tarihin en büyük enternasyonal davalarındandır. Filistin kendi başına enternasyonal semboldür, evrenselci kaledir… Bu gerçek, İsrail faşizmine karşı hemen her halkın yükselttiği demokratik protesto hareketleriyle yeniden onaylanıyor.
BBC, DW gibi Avrupa ülkelerinin resmi ajanslarından, Avrupa Parlamentosuna kadar batıda bu son savaşla birlikte İsrail destekçiliği neredeyse karikatürize denilebilecek bir seviyeye çıktı. Hastane katliamı için bile “Savaş suçu sayılmayabilir” denilecek haberler servis edildi. Batının Filistin’de on yıllardır yaşanan, gizli saklı da olmayan binlerce insanlık suçuna rağmen İsrail’e destek konusunda kenetlenebilmesinin, siyasal düşünce geleneği açısından sizce sebepleri nelerdir?
Batı Avrupa ve ABD basınından Avrupa Parlamentosu’na Batının “sivil toplumu” gerçekliği çarpıtmak konusunda büyük bir yarış verdi. 24 Ekim’de İsrail’in eski başbakanı Yair Lapid bir basın açıklamasında tam olarak şu cümleyi kurmuştu: “Eğer uluslararası medya nesnel (objektif) olursa, bu, Hamas’a destek verdiği anlamına gelir.” Düşünün, bir İsrailli politikacı çıkıyor, uluslararası medyaya ayar veriyor; hepiniz, tüm NATO-Batı devletleri paktı bizim kuklamızsınız, palyaçosunuz diyor ve ekliyor: Nesnel olursanız sizi Hamas’a hizmet etmiş sayacağız; haberleri manipüle edeceksiniz. Yair Lapid hakkında bilgi edinmek için biraz araştırma yaptığımda Wikipedia’da “1982 Lübnan Savaşı sırasında” bir helikopterden atılan tozu soluduktan sonra astım krizi geçirip ordudan çekildiğini öğrendim. Çok sıradan bir bilgi gibi görünüyor değil mi? İsrail siyasetindeki önde gelen kişiliklerin birçoğunun ordudan ya da paramiliter örgütlerden geldiğini acaba bizim anti-totalitarizm ve anti-militarizm şampiyonu sol liberaller bilmiyor muydu? Belki bilirler ama “İsrail demokratik bir siyaset şeysini kapatmıyor” diyerek paktın askeri gibi konumlanmayı daha iyi bilirler… Dahası tarafsız ve “evrensel” bilgi kaynağı olarak düşündüğümüz Wikipedia’da da üzeri örtülen bir şey var: 1982’de Lübnan’da olup bitenin savaş değil, İsrail ve onun desteklediği gruplar tarafından Filistinlilere karşı işlenmiş bir soykırım olduğu BM tarafından bile teyid edildi. Oysa Wikipedia’nın Sabra ve Şatilla maddesine bakarsanız, başlıkta çok daha genel ve “ölçülü” bir ifade olan “katliam” sözcüğüyle karşılaşırsınız. BM bunun bir soykırım olduğunu ilan etmiş olmasına rağmen…
Yair Lapid Batı medyasına talimat verir vermez, Batı’nın o “özgür”, hakikat aşığı sivil toplumu ve onu temsil eden kitle iletişim araçları mesajı almıştı: Hamas’ın salıverdiği iki İsrailli rehine, esaretleri sırasında kendilerine ikramda bulunulduğundan falan bahsederken BBC tam aksini (“cehennemi yaşadık” biçiminde) manşete taşıyan ve haberleştiren bir tutum takınmıştı. Bu Batı tarihinde Katolik kilisesini bile yaya bırakan, devasa bir ideolojik aygıt, muazzam bir manipülasyon makinesi. Louis Althusser’i bilirsiniz, “ideolojik aygıtlar” kavramıyla tanınan Fransız Marksisti. Althusser ideolojinin bir yanda ordu ve polis gücü gibi baskı aygıtlarına, diğer yandaysa kitle iletişim araçlarından eğitime çok geniş bir toplumsal sahada mevzilenen ideolojik aygıtlara dayandığını iddia etmişti. ABD’nin Almanya başta olmak üzere pek çok AB ülkesini piyon gibi güdüp yönettiği NATO paktı, askeri, siyasi ve ekonomik bir örgütlenme olması açısından özellikle baskı aygıtı işlevini yerine getiriyor. Sömürgecilik ve emperyalizmin ideolojik aygıt işlevini ise “özgür” Batı basını üstleniyor…
Bu noktada Oryantalist bakış açısının oynadığı bir rol görüyor musunuz?
Geçen sene Şubat ayında patlak veren Ukrayna sorunundan da hatırlarsınız. Söz konusu paktın güya sivil üyeleri askeri bir düzeni andırırcasına süratle hizaya girmiş, iş Dostoyevski ve Tolstoy yasaklamaya, Batı toplumlarında yaşayan Ruslara yönelik ayrımcılığa, insanları sadece Rus olduğu için görevlerinden ya da ülkelerinden uzaklaştırmaya varmıştı. Soğuk Savaş döneminde CIA ve ABD siyaseti tarafından yaratılmış Sovyet karşıtı söylemlere hazır bir paket olarak nasıl başvurulduğunu ibret verici biçimde gördük.
İsrail sorunu ise bundan çok daha sistematik işleyen bir pakt düzeneğine dayanıyor.
Sorunuzda yer alan “oryantalizm” burada çok daha ayırt edici bir biçimde kendisini gösterdi. Edward Said, oryantalizmi “çetin bir kültürel egemenlik yapısı” olarak ortaya koyarken iki kavrama başvurur: Biri Michel Foucault’dan aldığı “söylem” kavramı. Buna göre, oryantalizm, Doğu hakkında konuşan Batılının kendisini içinde konumlandırdığı, düşüncesini sınırlandırıp biçimlendiren, neyi konuşup neyi konuşamayacağını tayin eden, onu doğrudan Doğu’ya ilişkin iki yüzyıl boyunca üretilmiş temsillerin ağına mıhlayan egemen bir söylemdir. Said’in oryantalizmi çözümlemek amacıyla kullandığı diğer kavram İtalyan Marksist Antonio Gramsci’nin “hegemonyasıdır.” Hegemonya kavramı “sivil toplum” ile “politik toplum”un farklı işleyişlere sahip ama diyalektik olarak ilişkili iki alan olduğu varsayımına dayanır. Said buradan hareketle oryantalizmin Batı “sivil toplumunda” nasıl kurulduğunu, Doğu’ya dair söylemleri ve temsilleri birbirine nasıl eklemlediğini gösterir.
Liberal ideolojiye göre sivil toplum devletten farklı ve özerk bir alandır. Oysa belirttiğim gibi, Gramsci’nin sivil toplum kuramında sivil toplum hegemonyanın alanı olarak zor gücüne dayanan politik toplum ya da devletle ilişki içindedir. Said, İngiltere, Fransa ve ABD gibi emperyalist güçlerin siyasal toplumlarının çıkarlarını ilgilendiren bir durum meydana geldiğinde sivil toplumlarına bir “aciliyet duygusu” salıp onları “doğrudan” siyasete soktuklarından söz eder. Sorunuzdaki “oryantalist bakış açısı” burada devreye giriyor. Oryantalizm, Said’in tanımıyla Doğu ile Batı’yı ontolojik ve epistemolojik olarak ayrı tözler biçiminde sabitleyen emperyal bir söylem biçimidir. Batı sivil toplumu, aslında bir sömürgecilik ve emperyalizm sorunu olan olguları derhal “İslam’ı ve Doğu’yu temsil eden Filistinliler” ile “Batı’nın Ortadoğu uzantısı olan İsrail” arasındaki karşıtlıkta sabitler.
Fakat İsrail, oryantalizmin biz ve ötekileri, Doğu ve Batı’yı ayırmak üzere işlevsel olan söylem kalıbının çok daha ötesinde bir maddi ve epistemik şiddete ulaştırdı sorunu. Filistinlileri bir yandan katlediyor bir yandan da söylem düzeyinde insanlıktan çıkarıyor. Başka bir deyişle, İsrail Savunma Bakanı’nın ve savaş kabinesinin diğer üyelerinin açıklamaları Doğulunun kendisini temsil edemediğini, onun Batılı tarafından temsil edilmesi gerektiğini varsayan oryantalist söylemi hazır bir kalıp olarak kullanmayı aştı, Filistinlileri “hayvanımsı yaratıklar” olarak işaretleyerek insanlıktan çıkarmaya yöneldi.
İsrail işgalinin daha ilk günlerinde tanık olduğumuz şey şuydu: Batı sivil toplumunun -kitle iletişim araçları ve diğer unsurlarıyla- kendisini politik aciliyet alarmıyla göreve çağıran siyasi toplumla bütünleşmesi. Bu tür “kriz” anlarında sol liberalizmin özgürlük ve demokrasi açısından yere göğe sığdıramadığı sivil toplum dilinin CIA-Mossad raporlarına benzerliği ortaya çıkar. Tıpkı CIA raporlarında özel olarak işaretlenen stratejik ifadelerdeki gibi: “Strongly pro-American” ya da “strongly pro-Israel.” Deyim yerindeyse “iş”lerini yapıyorlar, işlevlerini yerine getiriyorlar. Strateji, Yunancadan gelen askerî bir sözcük. Yani asker gibi sıraya diziliyorlar…
Postkolonyalizm, dekolonyalizm tartışmaları, Batı’da güncel olarak yaşanan sorunlara dair bir siyaset veya söz üretmiyor. Dolayısıyla ABD’nin, İsrail’in yaptıkları bir nevi gündem dışına itiliyor.
Evet, Batı siyasal toplumu ile sivil toplumu, devlet ile büyük kitle iletişim araçları İsrail’in apaçık savaş suçlarını ve dizgesel biçimde işlediği etnik temizliği ya gündem dışına itiyor ya da bunu haklılaştırıyor. Filistin topraklarında devam eden işgal, İsrail’in hastaneleri bombalaması, ambülansları vurması, mülteci kamplarına yasaklanmış kitle imha silahlarıyla saldırması, elinde silah bile bulunmayan sivilleri, çocuk, kadın ve yaşlıları açıkça hedef alıp katletmesi, Birleşmiş Milletler noktalarını vurması, Filistinlileri zorunlu göçe maruz bırakması, Filistin’i göç ve katliam yoluyla etnik temizliğe tabi tutması… Bütün bunlar gözümüzün önünde yaşanıyor. Bir yanda Moğollara rahmet okutacak insanlık dışı bir zalimlikle işlenen savaş suçları, diğer yanda bunları aklayan Batı medyası. İsrail-ABD-NATO paktının siyasal toplumunun işlediği suçlar Batı sivil toplumunun öncü gücü medya tarafından aklanıyor, sivil toplumla siyasal toplum birleşiyor.
Konu dekolonyalizm tartışmaları ve güncel emperyalizm bağlamında da düşünülemez mi?
Kesinlikle düşünülmeli. İsrail sorununun bir sömürgecilik ve emperyalizm sorunu olduğunu ne kadar vurgulasak azdır. Filistin davasının başlangıçtaki siyasal öznesi olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) gerek kendi iç sorunları gerekse İsrail’in 1970’lerden itibaren derecesini arttıran yok edici siyaseti nedeniyle zayıfladı ve üstünlük Hamas’a geçti. Bu büyük bir değişimdi. 1960’larda Üçüncü Dünyadaki anti-kolonyalist ve anti-emperyalist hava içinde, seküler ve sosyalizan bir hareket olarak gelişen FKÖ İsrail için ideolojik bir tehdit oluşturuyordu. FKÖ, dünya çapında bir ilgi yaratmıştı. FKÖ üyeleri kendilerini enternasyonal bir Üçüncü Dünyacı hareket olarak ortaya koyuyorlardı. Filistin’in büyük şairi Mahmud Derviş’in şu dizeleri dönemin evrenselciliğini ve enternasyonalizmini çok iyi anlatır:
“Yeryüzündeki her başkaldırı sarsar bizi… alırız birer yudum yeryüzündeki her bahçeden… yeter ki seslensin koşarız yardımına yeryüzündeki her yetimin.” Filistin’in büyük entelektüeli Edward Said sorunun özünde yatan şeyin kimlikler savaşı değil sömürgecilik ve emperyalizm olduğunu sıklıkla vurgulamıştır. Filistin’in İsrail’in Gizli Servis örgütü tarafından genç yaşta öldürülen büyük yazarı Gassan Kanafani’nin yazılarında aynı tutumu görürsünüz: Filistin’i enternasyonal mücadelelerle bağlantılandıran ve eklemleyen yeni bir evrenselcilik… FKÖ dekolonizasyon çağının sonuna doğru Filistin’in sömürgecilik ve emperyalizmin gadrine uğramış bir Üçüncü Dünya halkı olduğunu tüm dünyaya ilan ediyor ve bir yandan Che Guevara’dan Nelson Mandela’ya enternasyonal özgürlük sembolleri tarafından diğer yandansa Türkiye’den bütün dünyaya sosyalistler tarafından destekleniyordu.
Bu karşı-hegemonya tavrının İsrail için neden bir ideolojik tehdit oluşturduğunu anlamak zor değil. İsrail FKÖ’yü yok etme projesini işleme koydu. Bu hiçbir zaman sadece FKÖ’nün cezalandırılması olmadı. İsrail, FKÖ’nün örgütlendiği Lübnan’ın Sabra ve Şatilla’sında kitle imha silahları kullanarak Filistinli sivil mülteci halkı acımasızca katletti. BM tarafından soykırım olarak ilan edilen bu olaylar bir örgüte değil halka yönelik topyekün cezalandırmaydı.
Bildiğiniz gibi 1990’lardan itibaren FKÖ’nün zayıflamasıyla Hamas’ın güçlenmesi eşzamanlı gelişti. İdeolojik hat neredeyse tamamen değişti. Filistin davası dünya sahnesine Üçüncü Dünya özgürlük mücadelesi olarak çıkmışken bir İslami kimliğin bastırılması sorununa doğru evrildi. Buna reel sosyalizmin çöküşünü de ekleyin. İdeolojik mücadelelerde pek çok unsurun birleşmesiyle bir hat değişimi yaşandı. Bu yıllarda Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi ABD’nin kurulu düzeninin temsilcileri yeni hattı belirledi. Lewis’in 1990 yılına The Atlantic’teki “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlıklı yazısıyla Huntington’ın 1993 yılında Foreign Affairs’teki ünlü “Medeniyetler Çatışması” yazısı çok “stratejiktir.” Bütün bunlar Soğuk Savaş’ın, reel sosyalizmin ve -FKÖ’nün son temsilcilerinden biri olduğu- Üçüncü Dünyacılığın çöküşü sonrasında emperyalizmin yeni dünya düzeni tasarısını ortaya koyuyordu.
Bugün hâlen 1990’larda yaratılmış egemen emperyalist düzenin içindeyiz. ABD-NATO-İsrail paktı bütün meseleyi Batı-İslam savaşına indirgemeye çalışırken “medeniyetler çatışması”nın kaçınılmazlığı söylemini yeniden üretiyor, orada meselenin esasını gizleyen bir ideolojik söylem buluyor ve yürürlüğe koyuyor. Bu nedenle Filistin davasının ideolojik mücadelesi bu söylemin tayin ettiği hat üzerinde yürürse çok şey kaybeder. Sorunu bir İslam/Yahudi-Hristiyan savaşı, Hilal-Haçlı çatışması olarak ortaya koymak, Yahudi düşmanlığını yükseltmek ABD-NATO-İsrail paktının değirmenine su taşır. Bu, Lewis ve Huntington gibi isimlerin milli güvenlik kurulu raporuna benzeyen düşüncelerinin ve emperyal dış politika anlayışının belirlediği söylem alanında konuşmak anlamına gelir. Anti-semitizmi ahlaki olarak kınamak bir yana dursun bahsettiğim tutum politik açıdan da son derece yanlıştır. Hem, madem dinler ve medeniyetler çatışması yaşanıyor, Sünni İslam şampiyonluğunu elden bırakmayan Suudlar ve diğer Arap ülkelerinin işbirlikçi yönetimlerini nasıl açıklayacağız? Sonuç olarak, Filistin davasının siyasi özneleri değişmiş olsa bile onu yaratan sorun değişmemiştir: İsrail’in Siyonist tasarısı Avrupa sömürgeciliği ve emperyalizmin temsilcisidir.
Son olarak, bu noktayı biraz daha açar mısınız?
Tabii. Siyonizm Avrupa sömürgeciliği ve emperyalizminin mirasını sürdürür. Modern Siyonizmin babası Theodor Herzl bir Yahudi devletinin kurulması için toprak talebini İngilizlere sunduğunda sömürgeci bir fikir olarak Siyonizmin sömürgeci İngilizler tarafından kolayca anlaşılacağını söylemiştir. Siyonizm başından itibaren sömürgeci bir tasarı olarak düşünülmüş ve böyle uygulanmıştır.
Vaat edilmiş topraklar denilen şey, aslına bakarsanız, sömürgeci söylemin bilinmeyen (boş) toprak (terra incognita) yaklaşımının siyasi ilahiyat diliyle ifade edilmesidir. Bu bilinmeyen toprak varsayımı, sömürgeci söylemin kalbidir. Sömürgecilik işgal ettiği toprakları daha önce yerli nüfusun yaşamadığı, bilinmeyen, boş bir toprak parçası olarak ilan eder. Gayatri Spivak gibi söylersek, sömürgeci söylem, sömürge topraklarını dünyalaştırdığını veya bir keşifle dünya sahnesine çıkardığını ilan eder. Bu ABD’de Amerikan yerlilerinin katledilmesinin koşullarını hazırlayan sömürgeci söyleme çok benzer. İsrail’in kuruluşundan sonra 1950’li yıllardan itibaren bakanlıklar ve başbakanlık yapan Golda Meir “Filistinli diye bir şey yoktur” derken Siyonist sömürgeciliğin “boş toprak” söylemine başvuruyordu. (Şimdi benzer iddiaları seslendirmek Nevşin Mengü gibi “gazeteci”lere kaldı.)
İsrail sömürgeci söylemin “uygarlık-barbarlık” ikiliğini de devralmıştır. Savaş kabinesinin temsilcilerinden Netanyahu’ya kadar “barbarlığa karşı uygar dünyanın savaşı” kalıbının nasıl kullanıldığını gördük. Bu söylem İsrail sömürgeciliğini Batı sömürgeciliğiyle eklemleme ve paktı bütünleştirme işlevi de görüyor.
Fakat sömürgeci söylemin kullanımında bazı değişiklikler de göze çarpıyor. Avrupa sömürgeciliği bir “uygarlık misyonuna” dayanıyordu. Bu sözcüğü kullanmak uygunsa daha “şık” görünme çabası vardı. Bunu en iyi ifade edenlerden biri sömürgeciliğin edebiyatçısı Joseph Conrad’dır. Conrad emperyalizm çağının ilk evresinde yayımlanmış Karanlığın Yüreği romanında “uygarlık misyonunu” tanımlar. Buna göre, bir şiddet olarak görünen sömürgecilik, yerlileri daha uygar kılmak ya da uygarlığa katmak gibi “ahlaki” bir sorumluluğa sahiptir; bu “beyaz adamın yükü”dür. İsrail sömürgeciliğinin buradaki konumu tartışmalı. Çünkü “misyon”, barbarlığın pençesinde olduğu iddia edilen bir yerli halkı uygarlığa dahil ederken, İsrail sadece yok etmekle ilgilenip neden yok ettiğini Batı sivil toplumu kanalıyla meşrulaştırmaya çalışıyor. O halde şunu söyleyebiliriz: Sömürgeci söylem bir yandan tüm vahşetiyle egemenliğini sürdürüyor, bir yandan da İsrail sömürgeciliği kendine özgü bir vahşetle nihai noktasına vardırırken sömürgeci söylemde bir değişiklik yaratıyor. En ileri noktasına varan sömürgecilik en tanınabilir yüzüyle görünüyor. Deyim yerindeyse İsrail sömürgeciliği “beyaz adamın yükünü” sırtından atmıştır, o ahlaki bir sorumluluktan büsbütün sıyrılmış, sömürgeciliği salt fizik zor, şiddet ve işgale indirgemiştir. Conrad’ın anlatısında ideolojinin önemli bir işlevi vardır. İdeoloji sömürgeciliğin çıplak şiddet olmadığına ikna edecektir. Oysa Conrad’ın anlatısından farklı olarak İsrail sömürgeciliği gerçek yüzünü sergilemekten utanmaz. Ahlaki misyon yükünden hafiflemiş, ideolojik ikna araçlarına başvurmayı bile gereksiz bulabilen saf kötülük, şiddet ve terör.
Son olarak, Filistin halkının emperyalist bağımlılıklar yapısı tarafından kuşatıldığını da unutmamalıyız. Filistin sömürgeciliğe ek olarak emperyalizmin de nesnesi haline getirilmiş benzersiz bir sömürü ve tahakküm örneği. Emperyalizm sömürgecilikten farklıdır. Toprak işgal etmeksizin, yapısal bağımlılıklar kurarak işler. Bugün Gazze’de devam eden insanlık dışı etnik temizlik harekâtı bir yana, Gazzeli çocuklar içme suyu kıtlığı nedeniyle ölüyor. İsrail Filistin’in suyunun neredeyse tamamını kontrol ediyor. Onun kaynaklarını kurutup suya bağımlı hale getiriyor ve sonra kendi suyunu Filistin’e satıyor. Filistin’e ait su, Filistin topraklarındaki İsrailli sömürgeci yerleşimlerde kullanılıyor. Filistinlilerin yeni su kaynakları bulma arayışlarının önüne geçilip en temel yaşam hakkından bir emperyal bağımlılık yaratılıyor. Ne yazık ki, bu Filistin üzerinde uygulanan emperyalizmin sadece bir yönü…