“Herkesin suskun olduğu
bir cumhuriyette,
özgürlüğün varlığı tartışılır.”[1]
Cumhuriyet’in 100. Yılı’nı eda ettik. 10. Yıl, 50. Yıl gibi onlu sayı sisteminde “dönüm noktası” anlamı atfedilen yıldönümlerine göre, 100. yıl “resmî” törenleri, “katılım”dan çok, “temaşa”ya yönelikti.
Oysa örneğin, “kurucu baba”ların hemen tümünün hayatta olduğu 10. Yıl’ı kutlama faaliyetlerine bakıldığında, her bir yurttaşın şu ya da bu biçimde törenselliğe katılmasının esas alındığı görülür. Hazırlıklar aylar önce başlamış, kutlamalar için özel bir yasa çıkartılmış, tüm ülkede tüm kent ve kasabalarda, mümkün olduğunca çok yurttaşı kutlamalara katacak yöntem ve araçlar en ince ayrıntısına dek saptanmıştır: Konferanslar, halk kürsüleri, konserler, afişler, bildiriler, geçitler… Evet, oldukça “denetimli” bir katılımdır bu; “Cumhuriyet Bayramı”nın nasıl kutlanacağı irili ufaklı bürokratlarca, tören giysilerinin renginden resmigeçitlerin hangi sıralamaya göre yapılacağına, hangi şiirlerin okunup hangi türküleri söyleneceğine dek ayrıntılarıyla tespit edilmiştir.[2]
100. Yıl “resmî“ kutlamaları ise, adeta “katılımsızlık” üzerine kurulmuştu. Cumhuriyet Devleti”ni kendine özgü bir “başkanlık sistemi”yle büyük ölçüde kontrolü altına almış olan AKP iktidarı, olayı -İstanbul Boğazı’nda gerçekleştirilen ve Tayyip Erdoğan’ın “Vahideddin Köşü”nden izlediği “technofest” (TOGG’lar geçidi, savaş uçakları, TCG Anadolu başta, 100 gemilik geçit, Solotürk…) ile halkın pasif izleyiciler konumunda tutulduğu bir “temaşa” düzeyinde tutmaya özen gösterdi. Dahası, iktidarın 100. Yıl’ı kutlamaya dönük her girişiminde vurgusu, 20 yılda, 80 yılda yapılandan daha fazlasını gerçekleştirdikleri söylemi üzerineydi. Bir yüzyıl kapanmış, Türkiye ikinci yüzyıla girmişti: AKP’nin yüzyılı… “Cumhuriyetimiz, hiç olmadığı kadar güvendedir, emin ve ehil ellerdedir,” diye yazıyordu RTE Anıtkabir defterine…
Muhalefet, özellikle CHP ise 100. Yıl kutlamalarını, elinde bulunan yerel yönetimler aracılığıyla (hele ki yaklaşan yerel seçimler göz önünde bulundurulduğunda) AKP iktidarına karşı bir gövde gösterisine dönüştürme çabasına girdi: AKP cenahının Mustafa Kemal’i olabildiğince ikinci plana itip RTE’yi öne çıkarma girişimlerine karşı şedid bir Atatürk vurgusu, halkın en kitlesel biçimde katılması için tüm olanakların seferber edildiği bayraklı yürüyüşler, evlere bayrak asma çağrıları, halk miting/ konserleri… Ana muhalefet partisi her bir yurttaşı kutlamalara gövdesi ve ruhuyla katılmaya, Atatürk’e, devrimlerine, Cumhuriyet değerlerine, özellikle de Laikliğe bağlılığını sergilemeye çağırdı. AKP’nin iktidar öncesinde eleştirip durduğu “elitizm” pozisyonuna bu kez protokolleri, resepsiyonları, resmigeçitleri, CSO konserleri ile iktidar partisi düşmüş, yılların “elitist”i CHP ise “halkla kaynaşmıştı”…
Ama, 100. Yıl kutlamalarının “şampiyon”u hiç kuşku yok ki 29 Ekim’den önce haftalar boyu TV reklam kuşaklarını işgal eden özel sektör/şirketler idi. Haftalar boyunca, Cumhuriyet’in kendileriyle anlam kazandığını, kendileri olmasaydı Cumhuriyet ideallerini gerçekleştirmenin imkânsız olacağını, bugün yurttaşlar mutlu, neşeli, gururlu, mamur-müreffeh bir yaşam sürüyorsa -en azından ekranda boy gösterenler öyle gözüküyordu- bunun Cumhuriyet’in, ama en çok da Cumhuriyet rejiminin kendilerine açtığı olanaklar ve bu olanakları kullanmayı bilmeleri sayesinde olduğunu belletip durdular.
Ve “alternatif”: sosyalist solun bir kesimi, özellikle TKP kökenli partiler (TKP, TKH, TİP, ama aynı zamanda Sol Parti), kendini akıntıdan uzak tutamadı. Kimi daha kayıtsız-şartsız, kimi daha rezervli, 100. Yıl’ı sahiplendiler, “laiklik” vurgusu yaptılar, AKP iktidarının Cumhuriyet rejimini ortadan kaldırma girişimlerini lanetlediler… “Demokrasi” vurgusuyla Türk bayraklı yürüyüşler düzenlediler
Bir başka deyişle, farklı kesimler, 100. yılı kendi meşreplerince yorumlayıp temellük etti, vurguladı ya da silikleştirdi… Öyle ya, cumhuriyet nihayetinde bir “Res publica” idi: kamusal (herkese ait) “şey”…
Bu noktada gel de 22 Temmuz 2023’de yitirdiğimiz sosyolog Kadir Cangızbay’ı anımsama… Türkiye Cumhuriyeti’nin “ne’liği” üzerine son derece dikkate değer yazılarında, Cumhuriyet’in klasik anlamıyla “sınıf” özelliği sergilemeyen Osmanlı’nın bürokratları tarafından kurulduğunu belirtir: “Osmanlı’da ne aristokrasi vardır, ne de burjuvazi. Ayrıca Osmanlı’da kiliseler ve milletler vardır; ama bir Osmanlı Kilisesi, bir Osmanlı milleti ve de bir Osmanlı metropolü, yani bir ana/çekirdek-vatan yoktur. Bürokrat ise, devşirme-kapıkulu geleneği doğrultusunda yer alır: devşirme-kapıkulu, yani devlet tarafından özel olarak ailesizleştirilmiş, kavimsizleştirilmiş, vatansızlaştırılmış, işte o yüzden de her şeyi devlet, kendisi de ancak bu devletle/devlette bir şey ve bu devletin dayandığı tek şey aslında kendisi”[3] diye betimlediği bürokrasi…
Devşirme’nin yerini geç Osmanlı’da muhacirler alacaktır; İttihat Terakki (sonra da Kemalist) kadroları dolduran Balkan ve Kafkas kökenli asker-sivil bürokratlar… Bu “memur”lar, olmadık bir işe kalkışarak “amir”lerini, yani Halife/Sultan’ı devirdiklerinde, bürokrasi kendi kendisinin (ya da daha doğru bir deyişle iktidarın) tek meşru biçimi/meşruiyet kaynağı hâline gelecektir. Artık iş, bu iktidarın üzerine yerleşeceği “ulus”u biçimlendirmeye kalmıştır: “Ancak söz konusu teşkilâtlanma biçimi (ulus-devlet – b.n.) Cumhuriyet’i kuran bürokratlar tarafından, kendi egemenliklerini üzerinde kurup meşrulaştıracakları ve kalıcı kılacakları zemin olarak görülür ki, bu durumda artık toplum, tesviye edilecek ham zemin/engebeli arazi, toplumsal olan da tasfiye edilecek arıza/çıkıntı/engel/münasebetsizliktir: kendi kontrolü dışındaki her türlü toplumsal düzenleme mekanizması etkisiz kılınacak, bunun için de ya doğrudan ve tümden yok/ edilecek/ sayılacak, yok eğer yok/ edilecek/ sayılacak gibi değilse kontrol altına alınmak üzere devletleştirilecek, devlete bağlanacaktır.”[4]
Bu hâliyle Türkiye Cumhuriyeti, yersiz-yurtsuzlaşmış/köksüzleşmiş bir (muhacir) bürokrasi eliyle dil, din, etnisite, aşiret, hemşehrilik vb. vb. her türlü primordiyal bağ(lılığ)ından arındırılarak “hiçkimseleştirilmiş” bir toplum üzerinde şekillenmiştir: Hiçkimsenin Cumhuriyeti… Cangızbay bu tip bir “aidiyetsizleştirme”nin, diyelim ki (idealize ettiği) Fransız Cumhuriyeti’nin her türlü (etnik, yerel, dinsel, sınıfsal…) aidiyete karşı kayıtsız ve eşit mesafeli olup bunu “eşit yurttaşlık” temelinde tezahür ettiren “res publica”sından farklı olduğunu ima eder. Bu vak’ada devlet yurttaşların kimlik/aidiyetleri karşısında kayıtsız, bunlara eşit mesafede değildir: tersine devleti elinde tutan bürokrasi, yurttaşları tümüyle kendi denetimi altında, tek-tip ve ideal bir kalıba dökme çabası içindedir: bir “devlet dini” olarak kurgulandığı ölçüde Sünni-Müslüman, kurgulanmış hâliyle Türk (çünkü bu göçler coğrafyasında “Türk”, bir kurguydu), dış görünüşü, yaşam tarzı, teknolojisi ile Batılı/medeni, duygu dünyasında milliyetçi… (Kayserili “milli şair” Behçet Kemal Çağlar, otobiyografik şiiri “Hâl Tercemesi’nde bu “kombine etkilenim”i şu dizelerle anlatır: “Büyük anam ‘Yasin’, babam ‘Türküm ben’/ Ezberletirlerdi kışın her gece./ Anam başucuma gelir, gizlice, Keloğlan masalı söyler giderdi./ Nutuk söyletmekti hocamın derdi./ Amcamın yanında askerdim dimdik./ Yazın köylü, kışın şehirli idik.”[5])
Cangızbay anlatısını burada keser. Oysa öykünün devamı var…
Kurucu bürokrasinin bu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” tahayyülü, umduklarının tersine, hiç de “ebedi” olmayacaktı… Aslında bu “hiçkimsenin Cumhuriyeti”nin kimlere ait olacağı, daha İttihat Terakki’den itibaren kendini belli etmeye başlamıştı: İzmir İktisat Kongresi’yle birlikte, adı konuldu: Türkiye Cumhuriyeti “kapitalist kalkınma” yolunu seçmişti…
Kapitalist ilişkiler, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” tahayyülünü tedricen kemirecekti tabii. Yine de bu tahayyül devletin kollayıcı kanatları altında palazlanan yeniyetme burjuvazinin toprağına gübre olmayı uzun süre sürdürdü; öyle ya, madem ki “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle”ydik, o zaman işçilerin grev, iş yavaşlatma, işgal gibi “bozguncu” yollara tevessül etmesi, abesti. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle”de kimse kimseyi sömürmezdi ki!
Türkiye burjuvazisi, himayesinde serpilip geliştiği, önüne yeni “lebensraum”lar seren (yalnızca teşvikler, kamu ihaleleri, vergi muafiyetleri değil, aynı zamanda Ermeni soykırımı, mübadele, Aşkale sürgünü, 6-7 Eylül gibi “muhteşem Özel Harp operasyonları” aracılığıyla sermaye transferi) devletin uzun süre gölgesinde seyretti. Ancak 1980’li yıllarda, neoliberal modelin küresel ölçekte galebe çalmasıyla birlikte, Turgut Özal şahsında rüştünü ilan kararı aldı. Oğul, babanın vesayetinden kurtulacaktı!… Üzerinde robdöşambr, ayağında şıpıdık terlikler, Cumhurbaşkanlığı muhafız alayını teftiş eden bir cumhurbaşkanı, kişisel bir “laubalilik”in göstergesi değil, dümeni ele geçirmekte olan, özgüveni zirvede bir burjuvazinin “vesayet rejimi”nden sıyrılma yolundaki gövde gösterisiydi…
Neoliberalizm, sermaye sınıfı içinde de çatallaşmalara yol açmıştı. “Marmara baronları”nın alışılageldik rotalarından çıkarak o güne dek akla gelmedik limanlara dümen kıran gözükara korsan burjuvalar (karapara oyunları, uyuşturucu ticareti dahil) yeni “sermaye birikim modelleri” geliştirerek, kliyantel ilişkilerin de desteğiyle sermaye sınıfına eklendiler. Mafya ayakçılığından oteller zinciri sahipliğine, medya patronluğuna, müteahhitliğe giden yol, kestirmeydi…
Bu katara son katılanlar ise AKP iktidarı ile birlikte önü açılan dindar-muhafazakâr taşra burjuvazisi (Anadolu Kaplanları) oldu… 15-20 yıl öncesine dek Anadolu kasabalarında bezirgânlık yapanlar, Türkiye’nin en zenginleri” listesinde ilk sıraları zorlar hâle geldi… Baş döndürücü bir hızla yükselmişlerdi… Kendileriyle birlikte, hayalleri de büyüdü, “ecdad”ın Viyana kapılarını zorladığı çağların nostaljisi, küreselleşme dalgasından nasiplendikleri ölçüde ete kemiğe büründü… O güne dek kendilerine “kapıcı” muamelesi yapmış Cumhuriyet elitlerinden rövanş vakti gelmişti… Onların “yurtta sulh/ cihanda sulh” şiarına sığan misak-ı milli’lerinin sınırları yıkılmalı, Türkiye ellerinde bir bölgesel, bölgesel de yetmez, bir küresel güce dönüşmeliydi! “Türkiye Yüzyılı” başlamıştı!
Başkanlık sisteminin “tek adam”cılığının tahkim edilen bu fütuhat fantazmalarının gerçekliğe uyarlığı sorunu bir yana, “iç pazar”da bol miktarda alıcısı olduğu belliydi. Kurucu kadronun “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” laik, Batılı(laşmış), vatan sevgisiyle dolu, diğerkâm, faziletli “ulus”u farklı farklı hırslar, özlemler, öfkeler, tutkular temelinde parçalanmış, “iyilik yap, denize at, balık bilmezse Hâlik bilir”den, “Gemisini kurtaran kaptan”lığa¸” “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi”nden “Yağma Hasan’ın böreği”ne hızlı bir geçiş yapmıştı. “Hiçkimsenin Cumhuriyeti” kapanın elinde kalıyordu!
Peki hâl böyle iken, 100. Yıl coşkusuyla bayrağı kapıp sokaklara dökülen bir kısım sosyalistlerin umduğu üzre, CHP’nin bizi çağırdığı “Retro Cumhuriyet”e, dönmek mümkün mü? Ya da başka türlü sorayım: AKP’de tecessüm eden laiklik husumeti, Cumhuriyet’in “fabrika ayarlarına” dönmesiyle mi aşılır?
Bu iki sorunun yanıtı da, “Hayır”dır… Köprünün altından çok sular aktı. “Bu” cumhuriyetin yer yer birbiriyle çekişen, yer yer uzlaşan, birbirini kâh hırpalayıp kâh arkalayan, birden çok sahibi var artık: Marmara Baronları, Anadolu Kaplanları, “Teşkilât-ı mahsusa”nın evrildiği “vatanın (mafyavarî) delileri”, ülkücüler, tarikatlar…
Ve de pek çok suçu: Mustafa Suphi ve 15’ler (1921), Zilan Deresi Katliamı (1930), Trakya pogromu (1934), Dersim Tertelesi (1937-38), Aşkale sürgünü (1943), 6-7 Eylül (1955), 12 Mart darbesi (1971), 1 Mayıs Katliamı (1977),16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamı (1978), Balgat, Bahçelievler (1978), Maraş (1978), Çorum (1979) katliamları, 12 Eylül darbesi (1980), Sivas (1993) katliamı, Kürt bölgelerinde yürütülen “özel harp”, Hrant Dink cinayeti (2007), Roboski (2011), Suruç (2015), Ankara Garı (2015) katliamları…
Bir başka deyişle, Cumhuriyet’in, 100 yıllık ömrüne gayrimüslim, Kürt, Alevi, solcu ve emekçilere karşı işlenmiş pek çok “suç” sığdı… “Laikliği savunmak” adına bunları görmezden gelmek, en hafif terimiyle, aymazlıktır…
“Peki, ya o zaman” mı?
Biz sosyalistlerin, devrimcilerin “yeni bir cumhuriyet”ten söz etmemiz gerekiyor. Tıpkı Avrupa’yı kasıp kavuran 1848 kalkışmasında “burjuvazinin burjuva cumhuriyeti, küçük burjuvazinin demokratik cumhuriyet, işçi sınıfının ise sosyal cumhuriyet istediğini” söyleyip “burjuva cumhuriyet”i “sermayenin egemenliği, emeğin köleliği” olarak mahkûm eden, ya da Paris Komünü’nü “Cumhuriyetin pozitif biçimi”, “Sosyal Cumhuriyet” veya “Kızıl Cumhuriyet” olarak selamlayan[6] Karl Marx gibi:
“(…) Cumhuriyet Fransa ve Avrupa’da yalnızca ‘sosyal bir Cumhuriyet” olarak, yani sermaye ve toprak sahibi sınıfı devlet mekanizmasından dışlayarak onu Komün’le aşan, “toplumsal kurtuluş”u Komün’ün büyük hedefi olarak açıkça ilan eden ve böylelikle de Komün örgütlenmesi aracılığıyla toplumsal dönüşümü garanti altına alan bir Cumhuriyet olarak mümkündür.”[7]
Kuşku yok, “Cumhuriyet” diyen sosyalistler, ikinci cümlede kasıtlarını bürokratların, sermayenin laik ya da İslamcı kanadının, ya da mafya babalarının, “serdengeçtilerin, gökbörülerin cumhuriyeti”nden ayrıştırarak, emekçilerin, ezilenlerin elinde, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği gerçek anlamda güvence alacak bir “Sosyal(ist) Cumhuriyet” vurgusuyla açıklığa kavuşturmalıdırlar…
30 Ekim 2023 20:25:33, İstanbul.
N O T L A R
[1] Montesquieu.
[2] Bkz. Sibel Özbudun, “Cumhuriyet’in Törenleri,” Kaldıraç, sayı 267, Ekim 2023, özellikle ss.59-64.
[3] Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, Ütopya Yayınları, Ankara, 2000, s.26.
[5] Behçet Kemal Çağlar, Benden İçeri, Ajans Türk Matbaası, 1960.
[6] Bruno Leipold, “Social Republic”, 2018, sayı 2.
[7] Karl Marx, 1986b [1871]. First Draft of the Civil War in France. Marx Engels Collected Works, cilt 22, 437-514. Londra: Lawrence & Wishart.