Geçtiğimiz cumartesi günü Londra’da Ekososyalizm Konferansı gerçekleşti. Konferansı çevrimiçi takip etme fırsatı buldum. Kapitalist yıkıma karşı “Sendikalarda, topluluklarda, okullarımızda, kolejlerimizde ve üniversitelerimizde, toplumsal hareketlerde ve işyerlerimizde kök salmış bir eko-sosyalist hareketin nasıl yaratılacağını tartışmak üzere” bir araya getirilen konferans “özel servet, konut ve toprağın kamulaştırılması; piyasa ekonomisinin sona erdirilmesi, emperyalizmin tasfiyesi; sınırların, militarizmin ve polisliğin kaldırılması için mücadele edilmesi ve ekonominin temelden toplumsal dönüşümü” konularını ele alan üç oturumdan oluşuyordu.
Bireyselle kolektif, kısa vadeliyle uzun vadeli, sonsuz ve sonlu olan gibi temel çelişkilere dayanan kapitalist sistemin ürünlerinden olan endüstriyel tarımla veya petrol karlarıyla suyu, havayı kirleten, iklim değişikliği ve bunlara bağlı krizleri derinleştiren şirketlerin ve liderlerin bu olan biten karşısında bugünlerde sürmekte olan COP28 gibi mecralarda her sene bir araya gelip nasıl da sözlerini tutmadıklarına dikkat çekildi.
Bu bağlamda “çevresel” sorunun yaşam maliyeti krizi ile birlikte ele alınması, “Siz dünyanın sonu için endişelenirken ben ay sonuna hazır değilim” diyen iki düzlemin yan yana getirilmesi gerektiği; teknolojinin sosyalist eleştirisinin inşa edilmesi gerektiği gibi önemli noktalar vurgulandı. Kapitalizmin erişilemez kıldığı hizmetleri erişilebilir hale getirmenin yollarını aramak gibi bir mücadele perspektifine; sosyalist bir geleceğin nasıl görüneceğine dair bir gelecek yaratma becerisine ihtiyaç olduğu vurgulandı.
Konferanstan hareketle daha spesifik olarak odaklanmak istediğim konu ise ülkemizdeki gıda, su, enerji, ekosistem konusundaki bir gelişme. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Tarım ve Orman Bakanlığı başkanlığında Ulusal Su Kurulu kuruldu. Kurul, su-gıda-enerji-ekosistem ilişkisini temel alan su arzına ilişkin plan, politika ve stratejilerin oluşturulması gibi çalışmaları yürütecek.
Kurulun 12 yıl önce aynı gerekçelerle “bir düşünce kuruluşu” olarak kurulan Türkiye Su Enstitüsü (SUEN)’den nasıl bir farkı olduğu meçhul. Veya daha sonra “havza ölçekli yönetim planlarının hazırlanması, uygulanması, uygulamalarının takibi sürecinde kurumlar arası koordinasyonun sağlanması amacıyla” kurulan Su Yönetimi Koordinasyon Kurulu’ndan…
Kapitalizmin bireysel, kısa vadeli, kar odaklı işleyişinin sirayeti, her yeni bakan kendine yeniden bir kurul oluşturma gayretinde. Tüm bunlar olurken gıda-su-enerji-ekosistem krizleri ise çözümsüzlüğe sıkışıyor; yüklerini toplumun emeğiyle geçinenleri olarak kolektif sırtlanıyoruz. Bunlar çoğu zaman ana akım siyasal tartışmaların gündemine dahi girmiyor. Halbuki bu konulardaki endişemiz ve çözüme yönelik ihtiyacımız, kaygımız her geçen gün artıyor.
Örneğin herkese ücretsiz temiz su temin edilemiyor. Herkese yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak kadar su, elektrik ve doğalgaz temin edilemiyor. Gıda hakkı kapsamında herkesin yeterli ve nitelikli gıdaya ulaşması sağlanamıyor. Susuzluktan kuruyan göllere ve bu nedenle göç yollarında ölen hayvanlara; Marmara Denizi’ni oksijensiz bırakan, ekosistemi zehirleyen atıksular nedeniyle birçok soruna; kentleşmeye bağlı arazi kullanımı, madencilik, endüstriyel tarım gibi nedenlerle yağış rejimlerinin değişimine; taşkınlara ve sellere daha çok şahitlik ediyoruz.
Şimdi insan merak ediyor yine bildiğimiz bakanlık bürokratlarından oluşan Ulusal Su Kurulu bu sorunlar karşısında nasıl bir tutum alacak. Örneğin dünyanın en büyük kirleticilerinden endüstriyel tarımdan, öve öve bitiremedikleri sözleşmeli üretimden, ekosistemi tahrip eden maden yatırımlarından, dışa bağımlılıktan; suyumuzu, gıdamızı metalaştırmaktan, şirketlere satmaktan vazgeçebilecekler mi? Bireysel, kısa vadeli, kar odaklı kararların; bu doğrultuda oluşturulan kurulların bir işe yaramadıkları gibi daha çok felaket getirdiğini kabul edecekler mi? Gün gelecek “Sudan’da tarım” hikayesi nasıl bittiyse bu kurullar da bitecek; zararı topluma, karı kime yazılacak?