2023, Türkiye siyasetinde bir dönüm noktasıydı. Bu yıl sadece Cumhuriyet’in 100 yılını geride bırakmadık aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin en uzun süreyle iktidarda kalan partisinin (kaybedeceği en olası görülen) seçimlerde yeniden iktidarı kazanmasına tanıklık ettik.
Cumhuriyet tarihinin beşte biri kadar sürede ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin özellikle son 10 yılını belirleyen en önemli dış politika gündemlerinden birisi Batı’dan uzaklaşma oldu. Batı ittifakı ile ilişki, Türkiye’nin ulusal siyasal gündeminin ve toplumsal kutuplaşmasının bir parçası haline geldi. Bir tarafta ülkenin çıpası olarak Batı ittifakını gören muhalif blok, öte tarafta Türkiye’nin bu ittifak tarafından sınırlandırıldığını düşünen iktidar bloku vardı. Batı ittifakı yanlıları ve karşıtları arasındaki bu bölünme ülkenin son 20 yıllık siyasetine renk veren seküler-muhafazakâr kutuplaşmasına da güçlü referanslar içeriyordu.
Eksen kayması, stratejik özerklik, yön değişikliği gibi pek çok kavramla da ifade edilen bu dönüşüm bir yandan da küresel bir eğilimin parçasıydı. Bütün dünyada yükselen popülist siyasal hareketlerin temel dış politika vurgularından biri küresel gelir ve statünün Batı lehine adil olmayan bir biçimde dağıtılmasından şikâyetçi olmaktı.
Tıpkı popülizm gibi kendisi de son derece gevşek bir biçimde tanımlanabilecek olan Batı-karşıtlığı küresel düzlemde farklı aktörlerin birbirileriyle kurdukları dirsek temasının da örgütleyici söylemi oldu. Elbette “Batı” diye yekpare bir bütün yoktu. Ancak stratejik özcü bir kavram olarak “Batı”, bugünün popülist siyasetleri için (tıpkı halk karşısında elitler gibi) kullanışlı bir kategoriye dönüştü. Ve bu kullanışlı kategori Türkiye gibi ülkelerde medeniyetçi siyasetin hem olanaklarının önünü açtı hem de sınırlarını çizdi.
Medeniyetçi Dış Politika
Nitekim bir zamanlar evrensel değerlerin savunuculuğunu yapmış olan Batı (medeniyeti) bir yandan Ukraynalı göçmenlere kapılarını açıyor ama öte yandan (Müslüman) göçü(nü) engellemek üzerinden bütün sistemini radikal bir biçimde güvenlikleştiriyordu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı topyekûn örgütleniyor, savunma iş birliklerini güçlendiriyor, silah üretim kapasitesini artırıyor ve Ukrayna’yı Rusya’ya karşı donatıyordu. Hatta Ukrayna’nın AB üyeliği söz konusu olduğunda içindeki söz dinlemez popülistlere (Orban gibi) ‘sen çık, biz sen olmadan karar verebileceğiz’ diyebiliyordu. Ama aynı Batı, söz konusu İsrail’in Gazze saldırısı olduğunda evrensel standartları ve uluslararası hukuku bir kenara bırakıp koşulsuz ve şartsız İsrail’i desteklediğini açıklayabiliyordu. Kendi içerisinde yükselen itirazlar karşısında düşünce özgürlüğüne set çekebiliyordu.
Böyle bir dünyada Türkiye (kendi medeniyetçi) dış politikasını Müslüman dünyanın liderlerine ve sokağına seslenerek kurdu. Bu dünya dış politikasının ana bel kemiğini oluştursa da (gevşek bir biçimde tanımlanan) Batı-karşıtlığı Venezuela’dan Rusya’ya Türkiye’nin farklı ülkeler ve ittifaklarla kurduğu ilişkinin söylemsel arka planını oluşturdu. Üstelik ülkede zaten var olan Batı şüpheciliği ve muhafazakârlıkla da birleşince her daim şekil değiştiren (shape-shifting) bu Batı karşıtı söylem ulusal konsolidasyonun da bir parçası haline geldi.
Daha da önemlisi Türk dış politikasının bu medeniyetçi anlatısı söz ile eylem uyumunda sözün öne geçmesine de olanak sağladı. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan Filistin sorununda ilk günden itibaren İsrail’i kınayan, Hamas’ı özgürlük savaşçısı olarak niteleyen, Batı’yı çiftte standart uygulamakla eleştiren bir söylemsel strateji izledi. Almanya’da Şansölye Scholz ile yaptığı basın açıklamasında “Bakın ben rahat konuşuyorum, çünkü bizim İsrail’e borcumuz yok” diyecekti. “Borçlu olanlar rahat konuşamıyorlar.” Türkiye İsrail’i bu şekilde eleştirmekten geri durmazken kendi pragmatik politikasını da devam ettirmekten geri durmadı. İsrail ile ticareti ya da diplomatik ilişkilerini kesmedi.
Esasen tıpkı Yunanistan krizinde de olduğu gibi aksiyona dönmeyen bu söylemsel keskinlik bir yandan Türkiye’nin başı dik bir dış politika izlediği hissini vererek ulusal kamuoyunun öfkesini (ve taleplerini) yatıştırıyor, bir yandan da Türkiye’nin pragmatik ve sürekli yön (ve şekil) değiştiren bir dış politika hattı izlemesini mümkün kılıyordu.
Alverci Dış Politika
Son 10 yılda uluslararası ittifakların temel dinamikleri de dönüşüme uğradı. Uluslararası örgütler ve kuralların temel düzenleyicisi olarak kabul edilen çok taraflılık ilkesi (ve pratikleri) ciddi bir biçimde aşındı. Bunun yerini pragmatizm, esneklik ve gücün temel örgütleyici ilke olduğu alvercilik aldı. Alverci ilişki tarzında, tıpkı insan ilişkilerinde olduğu gibi, tarafların birbirine güven duyması gerekmediği gibi birbiriyle katı/kalıcı/sınırları belli ilişkiler de kurması gerekmiyordu. Nitekim tıpkı kendisini önceleyen yıllarda olduğu gibi 2023 yılında da Türkiye’nin dış politikasının ana omurgalarından birini kurum ve kurallardan hazzetmeyen alvercilik (transactionalism) oluşturdu.
Henüz yıl yeni başlamışken, 2 Ocak 2023’te, Danıştay oy çokluğu ile aldığı bir kararla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını hukuken kesinleştirdi. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin önemli bir boyutu elbette hükümetin aileci bir siyasi gündeme dönme arzusuydu, ancak bu durum aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası normlardan ve taahhütlerden uzaklaşma eğiliminin de bir tezahürüydü.
Bu karar ilk olmadığı gibi son da olmadı. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Osman Kavala’nın tahliye edilmesi yolundaki kararını tanımayarak kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından hakkında ihlal prosedürü işletilen bir ülke durumuna düştü. Türkiye’nin hayli çalkantılı geçen 1990’lı yıllarında bile düşmediği bu pozisyona düşmüş olması, pek çok başka dinamiğin yanı sıra demokratik ülkeler grubunun bir parçası olma arzusunun iktidar (ve seçmenleri) açısından muteber bir arzu olmaktan çıkmış olması ile de ilişkilendirilebilir. Ülkesinin ulusal statüsünü kurumları ve demokrasisinde değil, pazarlık gücünde gören bir siyasal iklimde Dilek Kurban’ın ifadesiyle “AİHM’in Türkiye üzerindeki sınırlı gücü de, ahlaki otoritesi de” kalmıyordu.
AB ve NATO
2023 sonuna doğru yayınlanan Borell raporu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkisinde de benzer bir alverci tarzı bulmak mümkün. Rapor, Türkiye’nin tam üyelik perspektifini bir kenara bırakmasa da Türkiye’yi, bir zamanlar AB’nin bir parçası olabilmesi için ön koşul haline gelen demokrasi ve hukukun üstünlüğü yükümlüklerinden azade ediyor. Vize kolaylığı, Gümrük Birliği gibi konularda ilerlemenin mümkün olmasını da Kıbrıs ve Doğu Akdeniz gibi dış politika meselelerinde Türkiye-AB uyumuna bağlıyor. Geldiğimiz noktada gerçekçi olan bu olsa da esasen bu rapor Türkiye ve AB arası ilişkilerde bir nevi alvericiliğin tasdiki.
Benzer bir biçimde İsveç’in NATO üyeliğini ele alalım. Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine karşı kendince ilkesel itirazları var, ama bu ilkesel itirazların ABD’nin Türkiye’ye F-16 satması karşılığında ortadan kalkabileceğini söylemeyen, yazmayan kalmadı neredeyse. Antlaşma gelip tıkanıyor, çünkü yürütme aygıtını temsil eden başkan yasama aygıtını temsil eden Kongre adına söz veremiyor. Bunun üzerine Türkiye de kendi yasama organı adına söz veremeyeceğini söylüyor. Anlaşma ilkelerde değil kimin önce adım atacağında düğümleniyor sanki. Tam da bu düğüm nedeniyle 2023 bitmeden Türkiye tarafından onaylanacağı söylenen İsveç’in NATO üyeliği halen onaylanmış değil.
Türkiye Yüzyılı
2023 seçimleri sonrasındaki en önemli değişikliklerden birisi hiç kuşkusuz Hakan Fidan’ın dışişleri bakanı olarak atanması oldu. Her ne kadar Hakan Fidan’in özerkliği cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler ve karar hakkı veren mevcut kurumsal sistemde sınırlı kalsa da, Türkiye’nin en kritik dönemlerinde MİT başkanlığı yapmış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile diyalog kanalları açık bir ismin dışişleri bakanı olması, dışişleri bakanlığının karar alma süreçlerindeki rolü ve önemini yeniden gündeme getirdi. Hakan Fidan görevi devraldığı devir-teslim törenindeki açıklamasında Türkiye’nin “uluslararası gündemi belirleyen, gerektiğinde oyun kuran, gerektiğinde oyun bozan etkin ve müessir bir aktör olma konumunu güçlendirme” hedefini vurguluyordu.
Bu hedefin son dönem Türk dış politikasının bir diğer alamet-i farikası haline geldiğini vurgulamak önemli. Zira son 20 yılda dış politikada yaşanan en önemli değişim, dış politika alanının iktidarın meşruiyeti ve devamlılığına yönelik ikincil bir alan olmaktan çıkıp iktidarın rıza ürettiği temel bir alan haline gelmiş olması.
Dış politika muhalefet partilerinin iktidar olabildikleri (iktidarı tadabildikleri) 1990’lı yıllardan çok farklı artık. Liderler ulus ötesi bir mahalleye seslenmeden lider olamıyorlar. Statü arzusu ülkenin milliyetçi reflekslerinin en temel bileşeni. İktidar, sınırlarında dünyayı değiştiren üç büyük savaşın cereyan ettiği bir ülkeyi yönetti. Bu savaşlar bu ülkenin iç politikasını yeniden şekillendirdi. İktidara inanılmaz bir güven ve deneyim verdi. Türkiye’nin direnme, savunma ve hatta bu saldırılara rağmen yükselme kapasitesine olan vurgu öne çıktı. Dik duran, dünya liderlerini ayağına getiren, gerektiğinde masadan kalkan, denetleyici kurumlarla gücü azaltılmamış bir liderlik tarzı da bu anlatının sembolü haline geldi.
Bu söylemin bir gerçekliğe tekabül edip etmediğini tartışabiliriz. Zira her şeyi geçelim, Türkiye’nin çok ciddi bir finansman sorunu var. Üstelik kendi refahını sağladığı coğrafya büyük oranda Batı. Ama sürekli şekil değiştiren bir dış politika söylemi, muteber hale gelen medeniyetçilik ve alvercilik “büyüklenmeci” bir anlatıya ciddi bir alan açmış durumda. Bu büyüklenmeciliğin ise toplumsal/duygusal bir karşılığı var. Her anlamda siyasetin, çoğu gerçek değil arzu tarafından yönetildiği hakikat sonrası bir dünyada yaşıyorsak, dış politikayı da o evrenin bir parçası olarak görmek ve öyle anlamak önemli. Dış politika sadece iki ülke arasındaki ilişkilerin seyri değil. Bir ülkenin kim olduğuna/olmak istediğine dair bir arzuyu inşa etmek de aynı zamanda. O arzu siyasal rekabetin ayrılmaz bir parçası üstelik.
***
Şöyle bitireyim, Türkiye’nin alverci dış politika tarzı sürdürülebilir mi? 2022 yılında Ukrayna savaşının tetiklediği gelişmeler ile, Türkiye-AB ve Türkiye-NATO arasındaki ilişkilerin alverci bir zeminde dahi sürdürülebilirliğinin sınırları olacağı konuşulmuştu. Zira her şeyden önce Türkiye, örneğin Hindistan gibi alverci dış politika izleyen bir güçten farklı olarak Batı kurum ve kurallarının içerisindeydi. Bir yandan içinde resmî olarak bulunulan bir ittifakın gerekliliklerini karşılamak zorunluğuna sahipti ama diğer taraftan da bu ittifakın sınırlarını esneten bir dış politika hattı izliyordu.
2023 yılında beklenen bu zorluk gerçekleşmedi. Türkiye bu alverci zemini Batı ittifakı ile tüm kurumsal bağlarına rağmen, onların içinde kalarak korudu. Zira bu durumdan alan memnun satan da memnun gibiydi. “Türkiye ile ne yapacağız” sorusunu seçimler sonrasına erteleyen Batı ittifakı da mevcut haliyle Türkiye ile başka (ve daha derin) bir ilişki biçimine geçme yönünde tercih kullanmadı. Kısacası 2023, dış politikada alverciliğin ve pragmatizmin konsolide olduğu bir yıl olarak tarihe geçmiş olabilir.