Dünya tarihinin son derece özel ve yıkıcı bir döneminden geçiyoruz. Hayatın varlığını ve sürdürülmesini sağlayan biyosferin yıkımıyla karşı karşıyayız. Kapitalizm bir ölüm uygarlığı/ sistemi olarak hayata taammüden saldırıyor.
Biyosfer, yaşayan tüm canlı türlerini, bu türlerin karşılıklı ilişkilerini, tüm canlıların litosferle (taş küreyle) yani canlıların üzerinde yaşadığı taşlardan ve topraktan oluşan katmanla, hidrosferle (su küre) yani dünyadaki bütün sularla; okyanuslar, denizler, göller, akarsular, yeraltı sularıyla, atmosferle yani yerçekimi etkisiyle dünyayı çepeçevre saran gaz ve buhar tabakasıyla etkileşim içinde ekolojik bir sistemdir. Oluşumu milyarca yıldan beri devam eden biyosferin yıkımı veya ölüm tehlikesi olağanüstü bir gelişmedir. Senkronize katastrof ve yok oluş manası taşır. Özellikle kapitalizmin geniş çerçevede 500 yıllık tarihi ve özellikle son yarım asırda yarattığı tahribat bu manada kritik önem taşıyor.
Bir ölüm uygarlığı olarak kapitalizm
Kapitalizm sınıflı toplumların en modern biçimi ve insanın insan ve insanın doğa üzerindeki sömürü ve tahakküm ilişkisinin en rafine halidir.
Kapitalizmin temel karakteristik özelliklerini kısaca şöyle tanımlayabiliriz: En başta yıkıcı rekabete dayanması; varoluşunu sürekli sermaye birikimi ve karın azamileştirilmesi üzerinden gerçekleştirmesi ve işçi üretkenliğini sürekli artırma stratejileriyle hareket etmesidir.
Kapitalizm sadece ekonomik bir yapı değil, siyasi, kültürel ve ideolojik boyutları olan bir dünya sistemidir. Özellikle bir dünya sistemi olduğunun kavranması kapitalizme karşı mücadele ve örgütlenme perspektifini ve diyalektiğini ortaya koyar. Kapitalizmin acıyan yerinin nereleri olabileceğini bize gösterir ve enternasyonal mücadelenin ne derece önemli ve yakıcı bir görev olduğunu ortaya koyar.
Kapitalizm enterkonnekte, küresel, kompleks ve “yaşayan” organik bir sistemdir. Kapitalizm, Yunan mitolojisindeki ölüm tanrısı Thanatos gibidir. Ya da Roma mitolojisindeki Mors’tur. Thanatos öldürerek, öldürdüklerinin soluğuyla beslenir. Thanatos ölümü simgelemez. Thanatos ölümün kendisidir. Thanatos ölümdür.
Bence kapitalizmin en iyi tanımı; Thanatos üzerinden yapılabilir. Yani kapitalizm ölümü simgelemez, o ölümün ta kendisidir. Kapitalizmin bu en temel özelliğinin anlaşılması son derece önemli ve ayrıştırıcıdır. Kapitalizme karşı mücadelenin derinlikli, katmanlı boyutunu ve kapitalizmden kopuşun yaşamsallığını gösterir. Kısaca ölüm, kapitalizmin yaşama biçimidir.
Sınıflı toplumlar tarihinde özel mülkiyet, devlet ve medeniyeti ölümün takip etmesi şaşırtıcı değildir. Tanrı, aynı kökten gelir. Kapitalist sistemde tanrı bir sermaye biçimi olarak paraya dönüşürken, fetiş parada kristalize olur ve tapınılacak nesneye dönüşür aynı süreçte ölüm hükmünü her alana yayar. Kapitalizm paranın ve ölümün imparatorluğudur.
Kapitalizm organikliğini ve yaşamasını ölümün üzerinden kurar. Organikliğini bütün her şeyi metalaştırma sürecinden, inorganikleştirmesinden alır.
Kapitalizm sermayenin sınırsız diktatörlüğüdür. Kapitalizm proletaryayı ablukaya aldığı, kontrol ve denetlediği oranda diktatörlük olarak kalabilir. Sermaye diktatörlüğünü sistematik sömürü, özel mülk ve yabancılaşma üzerinden inşa eder.
Yabancılaşma sınıfın üzerinde yarattığı konsantre yıkıcılıkla sömürünün içselleşmesi ve sürekli hale gelmesini sağlar. Yabancılaşma sınıfı enkazlaştırıcı bir süreçtir. Klasik anarşizmin üç önemli kuramcılarından biri olan Proudhon (diğer ikisi Bakunin ve Kropotkin’dir) “mülkiyet hırsızlıktır” derken, kutsanan özel mülke karşı felsefi bir kavramlaştırma inşa eder, ayrıca hırsızlığı despotluğun takip edeceğini söylemesi boşuna değildir. G. Flaubert’in “Burjuvaziden nefret etmek erdemdir ve bu erdemin ilk şartıdır” sözünün oturduğu bağlamı buralarda aramak gerekir.
Kapitalizmin ruhunu sonsuz bir kar güdüsü belirler. Her şeyi metalaştırması, metaya dönüştürmesi kapitalizmin ruhunun tezahürüdür. Kar ve daha fazla kar mantığı onun manik karakterini oluşturur.
Kapitalizmin iki V’si: Vampir ve virüs
Kapitalist sistemi iki V üzerinden tanımlayabiliriz. Birinci V Marx’ın tanımladığı V’dir. Yani sistemin Vampir karakteri… Kapitalizm emeği emek gücü haline getirerek, artı- değer gaspıyla kendini var eder. Başka manada emeğin emek gücü haline gelmesi, ölü emeğe dönüşme sürecidir. Aslında sermayenin başka bir tanımı ölü emek üzerinden yapılabilir. İkincisi ve benim yaptığım tanımlama: yani Virüsün V’sidir. Birinci V, ikinci V’yi koşullar. Vampir ısırarak, enfekte eder. Virüs hızla yayılır. Kapitalizm bilinçsiz, örgütsüz kitleleri suç ortağı yapar.
Konfor alanları yaratarak, tüketim terörünü normalleştirir, bireyciliği ve egosantrizmi besler. Sermaye bir taraftan emeği ölü emek haline dönüştürür, diğer taraftan toplumu kadavra haline getirir. Benzer yönelimi doğaya karşı gösterir. Sermaye doğaya bir fetihçi, işgalci ve yok edici olarak yaklaşır. Doğa sermaye için stratejik bir alandır. Hem bir hammadde ve enerji kaynağı, hem hiçbir masraf yapmadan hüküm sürdüğü, kalbini söküp aldığı ve sömürgeleştirdiği ve kendini yeniden ürettiği olağanüstü olanakları ifade eder.
Sermaye doğaya gerçek manada araçsalcı bir eksenle yaklaşır. Sermaye için doğa, emek gibi bir kar kaynağıdır. Kar açlığının nesnesidir. Doğa bir habitat, iç içe geçmiş evrenler ve hayatın kaynağı olarak görülmez, o bir “şeydir”, nesnedir ve işgal alanıdır.
Doğanın stratejik işgali ve sömürgeleştirilmesi
Sistem doğa ve insan sömürüsü üzerine kendini inşa eder. Sermayenin sürekli büyüme zorunluluğu ontolojik karakterdedir. Büyüme aynı zamanda toprağın, suyun, havanın sürekli ve derin metalaşması ve bu metalaşmaya bağlı ölümü anlamına gelir. Kapitalizm için emek ve doğanın kar nesnesine dönüşmesi, meta hali aynı zamanda her şeyin çöp haline gelmesi demektir. Sermayenin sürekli kar arzusu, sürekli metalaşmayı koşullar. Doğanın sürekli metalaşması onun yıkımı ve çöpleşme halidir.
Metalaşma sürecinin parçası olarak her şeyi atık ve çöp haline getirme, bir nevi aktüel kapitalizmin varoluş biçimidir. Mesela işsizler ve yoksullar sermaye için bir sosyal atık ya da sosyal çöptür. Bu olguyu sürekli iç savaş stratejileriyle Libya, Afganistan, Yemen, Libya, Irak, Suriye gibi ülkelerin atık ve çöp ülkelere dönüşmesi izler, Afrika bir kıta olarak son yarım asırda çöp kıtaya dönüşmesi tesadüfi değildir. Doğanın kaderi de farksızdır. Doğanın enerji, besin, hammadde, maden olarak yüreği sökülüp alınırken, ölmekte, atık haline gelmektedir.
Kapitalizmin işleyiş yasalarından biri sermayenin yoğunlaşması yani konsantrasyonu ve sermayenin merkezileşmesi yani santralizasyonudur. Bu süreç doğanın sömürgeleştirilmesini ve hızlı yıkımını koşullar. Doğa sermaye için bir hammadde deposudur. Sermaye istila ve taarruzla bu hammadde deposunu yağmalar.
Doğa kapitalizmin doğuş koşullarından itibaren ekolojik yıkım üzerinden şekillenmiştir. Ekolojik yıkım sistemin doğasına içkindir. Özellikle ABD’nin Nagazaki ve Hiroşima’da atom bombasını kullanması ve yaptığı katliam tarihsel bir moment olarak ele alınabilir. Bu pratik bir yandan emperyalizmin agresyonunun nerelere ulaşabileceği gösterirken öte yandan Nükleer çağa girişi simgeler.
Kapitalizmin doğayı ve insanı yok ediciliğin ulaştığı boyutu bize gösterir. Yani son 80 yıllık süreç ve özellikle Neo- liberal kapitalizm olarak tanımlayabileceğimiz son 40 yıllık süreç, en sert, en şiddetli ve çok boyutlu kapitalist yıkımın, yok oluş dinamiklerini açığa çıkaran bir dönemim kapılarını araladı. Bu gelişmeleri tek başına endüstri devrimi, kapitalist büyüme politikaları, kentleşmenin yarattığı olgular üzerinden açıklamak, tek nedenli bir izah ve eksik bir yaklaşımdır. Sorunun sonuçları üzerinde takılı kalmaktır.
Ekolojik yıkımın temel nedeni kapitalizmdir ve onun işleyiş biçimidir. Bir sistem olarak kapitalizmin tarihsel ve toplumsal varoluşudur. Sorun kapitalist işleyişin, hareket yasalarının bütüncül/holistik kavranması ve analizinin yapılmasıdır. Anti- kapitalist bir stratejiyi hayata geçirmektir.
Ekolojik krize farklı yaklaşımlar
1968 küresel isyan hareketi, ekolojik direnişin ilk kolektif biçimlenişi olarak ele alınabilir. 1970-1980’li yıllar ekolojik hareketin şekillendiği dönem olarak dikkat çeker. Son 30 yıllık süreç ekolojik mücadelenin hızla geliştiği, köklendiği ve farklı eğilimler ve anlayışlar olarak kendini dışa vurduğu dönem oldu. Ağırlıkta büyüme ideolojisi karşıtı, küçülmeci akımlar şeklinde biçimlenen ve eko-sosyalizmin (anarşist, liberter Marksist, ütopist sosyalist) varyantları olarak kabul edebileceğimiz bu hareketlerin her biri kıymetli ve manalıdır.
Esasta kapitalizm karşıtlığı üzerinden yerele, yerel inisiyatife ve örgütlenmeye vurgu yapan, eşitlikçi bir toplumu savunan, küçük üretim ve kooperatifçilik üzerinden ekonomik modeller geliştiren, doğal ve küçük ölçekli tarımı savunan, iktisadi aklı eleştiren, ekolojik toplumu hemen şimdi inşa etmeyi hedefleyen ve bu yönde küçük ve alternatif adımlar atan ekolojik direniş ve pratikler ekolojik karşı duruşlar olarak dikkat çekmektedir.
Bu açılımların her birinin teorik olarak kökleri, kapitalizmin gelişim sürecinde ortaya çıkan ve döneminde etkili tartışmalara yol açmış; Malthusçuluk, klasik anarşizm, Fizyokrasi, ütopik sosyalizm gibi felsefi akım ve ekonomik eğilimlere dayanıyor. Benzer kavram haritası ya da kavram matrislerinden hareket edilir.
Küçülmeci teoriler özünde kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına karşı bir tepki ve arayışı ifade ediyor. Özellikle reel sosyalizmin pragmatist, modernist, ilerlemeci, ekonomik büyüme ve kalkınmayı sosyalizmle özdeştiren yaklaşımları ve ekolojik yıkım pratikleri bu düşünsel eğilimlerin sosyalizmle aralarına mesafe koymasına yol açıyor. Ayrıca problemli bir Marksizm okuması yaparak Marksizmin temel kavramlarına spekülatif manalar yüklüyorlar. Mesela üretici güçlere yönelik eleştirileri buna örnektir. Heyulalaşmış ve yıkıcılaşmış bir üretici güç tanımlaması üzerinden, üretici güçler kavramını mekanikleştiren, daraltan bir içerik veriyorlar.
Bunların yanında kapitalizmle sosyalizmi özdeşleştirerek endüstrileşme, büyüme karşıtlığı üzerinden bir ekolojik toplum tasavvuru geliştiriyorlar. Bu toplumun yaratılmasında veya ufkunda anti-kapitalist kopuşun ve özel mülkiyetin ilgasının zorunluluğu es geçilir ve kapitalizmin işleyiş sürecine yönelik net vurgular görülmüyor.
Bu genel tanımlamalarımıza rağmen eko-sosyalist anlayışlar/çizgiler heterojen bir karaktere sahipler ya da eko-sosyalist teorileri, inşa olan, şekillenen bir teorik zemin olarak da düşünebiliriz. Ekolojik mücadelenin seyri ve deneyimlerin teorik tartışmalara ve pratik yönelimlere başlı başına zenginlik katacağını, teoriyi katmanlaştırıp, derinleştireceğini öngörebiliriz.
Ekolojik direnişin ve teorik “savaşın” önemli isimleri var: En başta anarko-primitivist J. Zerzan, eko-anarşist diye tanımlayabileceğimiz M. Bookchin, filozof ekolojist A. Gorz, Liberter Marksist M. Löwy, eko-sosyalist J. Kovel ve Marksist ekoloji üzerine çalışan J.B. Foster gibi…
Foster’in yoğunlaştığı alanlar dikkat çekici: Foster, 16 maddelik ekolojik devrim manifestosuyla eko-Marksist anlayışını ortaya koyarak, ekolojik mücadeleyle sosyalizm arasındaki bağ üzerine çalışıyor. Ayrıca Marx’ın ekolojik sorunları ele alışının bir nevi arkeolojisini yapıyor ve Engels’in ekoloji teorisine katkılarının altını çiziyor.
Doğadan insanın ontolojik kopuşu
Marx, yabancılaşma teorisini erken çalışması olan 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda inşa etmeye başlar. Teori zamanla iç zenginliği içinde derinleşir, meta fetişizmi kavramı üzerinden daha detaylı ele alınır. Özellikle Marx’ın olgunluk dönemi eserleri olan Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı (1859), Grundrisse (1857-58) ve Kapital (1867) çalışmalarında konu daha geniş ve kapsamlı içeriğe bürünür.
Marx, 1844 gibi erken tarihte yaptığı yabancılaşmış emek vurgusuyla, yabancılaşma sorununu felsefe, din ve siyasi alanın ötesine taşır. Bu adım hem G. W. Hegel’in , hem de L. Feuerbach’ın yabancılaşma anlayışını eleştirerek aşmasını gösterir. Marx yabancılaşmış emek tanımlamasıyla yabancılaşma teorisini meta üretimine dayanan ekonomiyle- kapitalizmle – doğrudan bağ kurarak inşa eder, boyut ve derinlik kazandırır.
Kapitalizm özünde bir meta üretimi toplumudur. Her şeyi metalaştırarak kendini yeniden üretir. Böylesi bir toplumsal yapının ilk yıkıcı sonucu, özünde doğanın bir parçası olan ve doğayla ilişkisini yeniden üretim üzerinden kuran, emeğin doğadan kopmasıdır.
Emeğin metalaşma süreci bu kopuşun en uç ve en yıkıcı biçimidir. Bu süreçle emek, kendinin de parçası olduğu doğayı tüketmeye başlar. Her alanı kapsayan ve yayılan metalaşma süreci bu tahribatı artırır. Aynı zamanda kendisi ölü emek olan makinalar vasıtasıyla doğanın tahribi ve tüketilmesi inanılmaz boyutlara ulaşır. Değişim değeri üzerinden şekillenen bu süreç bütünüyle kapitalizmin ruhunu oluşturan kar maksimasyonuna hizmet eder.
Kısaca doğanın metalaşması, emeğin emek gücü haline dönüştürülmesi ya da metalaşmasından sonra daha da hızlanmış ve derinleşmiştir. Emeğin yabancılaşması ve Marx’ın hapishaneye benzettiği üretim sürecinde disiplin altına alınmasıyla, doğanın yıkımı arasında düşündüğümüzden daha içkin bağlar vardır. Kapitalizmde sadece kar için üretim ve değişim değerinin belirleyiciliği emeği ölü emek haline getirirken, doğayı da ölü doğaya dönüştürmektedir.
Marx emeğin yabancılaşma olgusunu dört düzeyde ele alır. Birbirini besleyen ve etkileyen bu içerikler üzerinden yabancılaşma teorisini kurar. En başta insanın kendi emek ürünlerine yabancılaşmasını analiz eder. İkinci vurgusu insanın kendi emeğine yabancılaşmasıdır. Üçüncüsü insanın öteki insanlara yabancılaşmasıdır. Dördüncüsü ise insanın kendi insan doğasına yabancılaşmasıdır. Bu, insanın organik parçası olduğu doğaya yabancılaşmasını koşullar (bir dahaki makalemizde Yabancılaşmış Emek veya yabancılaşma teorisi üzerinde spesifik olarak duracağımızdan bu yazıda sadece konsantre vurgular yaptık). Bu konsantre yabancılaşma süreci sermayenin emeği kontrol ve disiplin altına almasını, yarattığı tersine dünyayla hegemonyasını pekiştirmesini sağlar. Sonuç olarak tarihsel özne muktedir olma kudretini kaybetmekte ya da bu kudretinin farkına varmamaktadır.
Kapitalizm doğanın düşünen varlığı ve onun organik parçası olan insanın doğadan çok yönlü kopuşunu yaratmış, doğanın olduğu gibi insanın da ontolojik yıkımının önünü açmıştır.
Bugün gelinen aşama korkutucudur. İnsan bir anlamda doğadan ontolojik kopuş yaşamaktadır. İnsanın doğayla ilişkisi, yabancılaşmanın başka biçimi olan insanın insanla ilişkisi gibidir. Yani “şeyle” ya da nesnenin nesneyle ilişkisi gibi…
İnsan için doğa artık parçası olduğu, yaşayan, soluk alıp veren bir “evren” değil, sadece yararlanılan, işgal edilen, özel mülk haline getirilen, piyasa değeri olan “şeydir”. Bu sürecin bir başka izahı tersinden insanın kendine yabancılaşmasının ifadesidir. Ontolojik kopuşun bir devamı ve parçası olan başka bir başka olgu ise insanın doğayla epistemolojik kopuşudur. İnsanın doğanın dilini, ruhunu, atmosferini, yapısını unutması, anlamaması, bütünüyle yabancı görmesi, ondan korkması ve bir güvensizlik unsuru olarak algılamasına yol açmıştır. Bu iki olgunun kaçınılmaz sonucu ise insanın doğadan etik kopuşudur. Bütün bu yabancılaşma unsurları ya da vektörleri doğanın talanına ve yıkımına hatta ölümüne karşı insanı duyarsız kılmakta, kapitalist yağma ve talanın parçası hatta suç haline getirmektedir.
Ekolojik kriz hatta eko-ölüm sürecinde bile kitlelerin genel duyarsızlığının, umursamazlığın ve normalleştirmelerinin köklerini buralarda aramak gerekir. Bu durum bir çürüme halinin ve kapitalizmin ruhunu anlatmak için kullandığımız ikinci V’nin, yani kapitalist virüsün ne derece etkin olduğu göstermektedir. Kitleler kapitalist virüsle enfekte olmuş haldedir.
Ekolojik hareketle sınıf hareketinin rezonansı
2008 yılından beri farklı fazlarını yaşadığımız kapitalizmin yapısal krizi tarihsel bir momentin önünü açtı. Multi kriz şeklinde gelişen kapitalist kriz, ekolojik ve sağlık krizi gibi yeni nesil krizlerle derinleşiyor. Kapitalizmin varoluşsal krizinin önünü açıyor.
Kapitalizmin yapısal kriz anları küresel finans kapitalin kâr açlığının şiddetlendiği yüksek konjonktürlerdir. Ve her sistemik krizde, ekolojik yıkım olağanüstü noktalara ulaşır. Moment olarak kapitalizmin tarihinin en yok edici dönemini yaşıyoruz.
Özellikle son 30 yıllık süreç ekolojik krizin, dünyanın yokoluş noktasına ulaştığı koşulları yarattı. Ve bu olağanüstü momentte sınıf hareketiyle, ekolojik hareketin veya direnişin rezonansını kurmak ve devrimcileştirmek yaşamsaldır.
Ayrıca emeğin ve doğanın metalaştırma ve sömürgeleştirilmesi kapitalizme karşı doğrudan mücadelenin, doğrudan eylemin, direnişin ve örgütlenmenin ortaklaşmasının, iç içe geçmesinin ve aynı eksende yürütülmesinin koşullarını yaratmaktadır.
Ekolojik krize karşı kapitalizm bu iki sömürge alanında muazzam bir enerji birikmektedir. Bu alanlarda kristalize olacak bir enerji ve eylemin içinde inşa olan devrimci bir örgütlenme kapitalizmin varlık zemini ortadan kaldıracak içeriktedir.
Ekolojik hareketin emek hareketiyle gireceği yüksek rezonans ideolojik ve pratik defansların kolayca aşılmasını sağlarken, mücadelenin tekil kalma riskini ortadan kaldıracağı gibi, yoldaşlığın mücadelenin içinde kurulmasını sağlayacaktır.
Son bir vurgu kadın özgürlük hareketi için yapılabilir. Neo-liberal kapitalizmin üç sömürge alanı emek, doğa ve kadındır. Emeğin, doğanın ve kadının sömürgeleştirmesine karşı emek, doğa ve kadın özgürlük mücadelesinin devrimci bileşkesini yaratmak, 21. Yüzyılda başka bir dünyanın imkanını yaratmak anlamına gelecektir. Görev acilleşmiş ve yaşamsallaşmıştır.
Artık karşımızda önce Engels, daha sonra Rosa’nın belirttiği gibi “Ya sosyalizm ya barbarlık” seçeneği yok. Durum daha da vahimleşmiştir. Artık tek bir seçeneğimiz var: “Ya sosyalizm ya yokoluş!”.