Dünyanın gündeminde soykırım suçu var. İsrail, Gazze’de işlemeyi sürdürdüğü insanlık suçları nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) yargılanıyor. Güney Afrika tarafından açılan dava, bu suçların ‘soykırım’ tanımına uygun olduğu iddiasıyla derhal durdurulması için tedbir kararı talep ediyor. Mahkeme heyetini en çok zorlayacak meselenin ‘kasıt’ şartı olması bekleniyor. Suçlamaları mahkemeye sunan Güney Afrikalı hukukçular, Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant’ınkiler başta olmak üzere İsrail devletinin önemli şahsiyetlerinin beyanlarını soykırım iradesinin kanıtı olarak değerlendiriyorlar. Bu ifadelerde dışa vurulan soykırım kastının İsrail ordusunun düşünce ve pratiğine içkin oluşu üzerine de veriler sunuyorlar. İsrailli hukukçularsa savunmalarında, iddia tarafı olan Güney Afrika’nın Hamas’ın işlediği suçlardan söz etmediğini vurgulayarak Holokost’un tekrarını önlemek amacıyla oluşturulmuş bir hukuki enstrümanın Hamas gibi terörist grupların elinde bir silaha dönüşmesi tehlikesine dikkat çekiyorlar.
Sonuçta, oldukça güçlü veriler ortaya konmuş olmakla birlikte mahkeme, söz konusu beyanatı intikamcı ruh halinin dışa vurumu olmaları nedeniyle somut kanıt olarak değerlendirmeyerek İsrail’i mahkum etmeyebilir. Mahkum etme ve tedbir kararı alma durumunda bile kararın icrasını sağlayacak somut bir uluslararası merci mevcut değil. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bu kararı dikkate alarak İsrail’e çağrıda bulunmak ve uymama durumunda yaptırım kararı almak durumunda. Ama şimdiye kadar somut bir ateşkes kararı bile çıkaramayan BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı alması da oldukça zor. Bu nedenle UAD yargılaması, bir kısım Batı medyası tarafından soykırım ve savaş suçları tanımları üzerine bir “okul münazarası” olarak hafifseniyor. Ama uluslararası bir mahkeme tarafından soykırımcı damgası yemenin kendisi, İsrail gibi soykırım yaşamış bir halkın kurduğu bir devlet için oldukça ağır bir sonuç olmak için yeterli. Hatta bu suçlamayla yargılanmış olmak bile tarihe düşülmüş önemli bir not, temizlenmesi zor bir leke olarak kalacak. Güney Afrika medyasında gözlendiği kadarıyla, ülkenin halkları haklı bir gurur içindeler. Otuz yıl öncesine kadar Apartheid rejimi altında yönetilmiş bir ülke bugün Filistin halkının maruz kaldığı insanlık suçlarına karşı uluslararası zeminde mücadele bayrağını yükseltiyor.
Kent meydanlarında düzenlediği mitinglerle her gün İsrail zulmünü destekçilerine tel’in ettiren Erdoğan yönetimi, davayı bazı kanıtlar sunarak destekleyeceği beyanında bulundu. AKP’li belediye başkan adayları, medyadaki kanaat önderleri ve Erdoğan’a sadık devlet memurları, İsrail karşıtı nutukları yüksek perdeden tezahüratla karşılayarak hep birlikte coşuyorlar. Hilafet ve Şeriat sancakları da bu vesileyle ülkenin dört bir yanında açılma fırsatı buluyor. Yine de, oturduğu yerden protesto ediyormuş gibi yapmak yerine neden ekonomik yaptırımlar ve hukuki tedbirler gibi daha etkili yöntemlere başvurulmadığı soruları sorulmaya devam edecek. Yalnızca Gazze halkına değil Hamas’a da desteğini ilan eden Türkiye’nin, herkesten önce davranarak bu davayı açması beklenirdi. Bu ikiyüzlü tutumun temel nedeninin İsrail’e karşı yükseltilen hamasetin “özde değil sözde husumet” olduğu, çünkü iki ülke arasında ticaretin savaşın dördüncü ayında da tam yol devam ettiği biliniyor. Bir başka neden, Türkiye’nin Uluslararası Adalet Divanı’yla ilişkilerinin limoniliği olmalı. Resmi olarak tüm BM üyesi ülkelerle birlikte taraf olmakla birlikte divanın zorunlu yargı yetkisine şerh düşmüş bir ülkedir. Davanın böyle sorunlu bir üye tarafından açılması pek uygun kaçmayacaktı. Bir başka neden daha var ki bunun izahı da İsrail Dışişleri Bakanı Katz’dan geldi: “Geçmişinde Ermeni soykırımı olan ve dünyanın bu konuda susacağını düşünen bir ülkenin cumhurbaşkanı, İsrail’i suçlamaktan gurur duyuyormuş.” Katz ya da başka bir İsrailli yetkili “geçmişinde Apartheid olan Güney Afrika’nın” diye başlayan bir cümle kuramıyor. Çünkü inkâr yerine geçmişiyle hesaplaşmayı seçmiş, ‘Hakikat ve Uzlaşma’ süreçleri yaşamış, o anlamda lekesiz bir devlet var karşısında.
Türkiye, Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni 1950’de imzalamış. O tarihten sonra olacak soykırımları düşünerek imzalamış olsa gerek çünkü geçmişe dönük sorularla baş etmesi oldukça zor. 1915 Ermeni ‘tehciri’ üzerine sorular, boynuna asılı durmayı sürdürüyor. Tehcir üzerine soru sormak, ülke içinde iyi karşılanmıyor ve Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanma nedeni olabiliyor. İnkâr zorunluluğu söz konusu. Oysa devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün halinde sürekli inkâr içinde oluşu, sosyalleşmiş bir ruhsal bozukluk olarak ciddi bir halk sağlığı tehlikesi. İnkârcı kolektif özne, Ermeni varlığını inkâr etmeyi sürdürmekle kalmıyor, karşısına çıkan her toplumsal sorunu, inkârının konusu olan o toplu günah anına endeksleyerek algılıyor. Sonuçta, “komünizm tehdidi” de son Kürt isyanı da aynı ‘milli’ reflekslerin ve savunma mekanizmalarının tetiklenmesine neden oluyor. Freud’un deyişiyle nevrotik hatırlamıyor ama tekrarlıyor.
O tekrarın sonuçlarını merak edenlerin Selahattin Demirtaş’ın savunmasına bakmaları gerekiyor: “Kürtleri ve Kürdistan’ı inkar insanı, insanlığı inkardır. Kürt milletinin bir tarihi vardır. Bu inkarı kabul edersek onursuz oluruz. Bunu inkar eden birisinin riyakar olduğunu çok iyi bilirsiniz. Başka birinin kimliğini inkar eden biriyle karşılaşsak kendimizden utanıyoruz. … Utanç duyuyoruz. Bize, Kürtlere bu dayatılıyor. Köle lazım size! Hayır, biz özgür insanlarız, bizim milli marşımız var. Kaç Türk bunu biliyor?”