Yazar, Gabriel Garcia Marquez’den bir alıntıyı not etmiş romanının girişine: “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” Romanının merkezine yerleştirdiği babası Hasan’ın yaşam hikayesinden dinleyip tahayyül ettiği hatıralarından yola çıkarak, geçtiğimiz yüzyılın başından Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşuna uzanan adanın yakın geçmişinde bir yolculuğa çıkarmış okurunu da.
Romanın her bir bölümünün başına, bir yazardan alıntı, ya da şairden mısralar yerleştirmiş. Böylece her bölümün öncesinde bir yandan okurunu daha derin düşüncelere teşvik ederken, ilgisini de canlı tutmaya mı çalışmış?
Sanırım…
Yazarın uzun yıllar gazetecilikten mütevellit bilgi birikimi, akıcı dili ve hayal gücü eşliğinde babasının yaşam hikayesi üzerine kurguladığı ‘Öksüz Atlar Ülkesinde’ romanı, geçtiğimiz yüzyılın başından Cumhuriyetin kuruluşuna kadar uzanan adamızın unutulmaya yüz tutmuş yaşam tarzlarıyla dolu. Bu yönüyle romanı, ‘adanın yakın geçmişine dair bir hatırlatma’ olarak tanımlamak da mümkün.
Yazarın genelde kronolojik tarih sıralamasına uygun olarak anlattığı olaylar arasında kitabın sonunda yer alan Stella’nın katledilmesi olayı nedense başa sarılmış.
Devamında geriye sarıp İzmir’e ayak basan Yunan ordusu ve İzmirli Ortodoks Rum ve gayrimüslim sivil yaşamların yükselişine yer verilmiş. Savaşın Türklerin lehine gelişmesiyle bu kez şehirdeki gayri Müslimler için bir felakete dönüşmesi, küçük bir kız olan Stella’nın ailesi çevresinde yeniden inşa edilmiş. Ve İzmir’den kaçıp kurtulmayı başaran o ‘Simirni’li’ (İzmirli) küçük kızın, Stella’nın, Kıbrıs’ın karma bir köyünde ebelik yaparken nasıl milliyetçiliğin kurbanına dönüşebildiği, adanın yakın tarihine eklenmiş.
Romanın baş kahramanı Hasan, Osmanlı’nın sürgün fermanıyla Anadolu’dan Kıbrıs’a, Poli’nin tepelik köylerine yerleştirilen Yörük bir ailenin oğlu olarak, ancak 38’inci sayfadan itibaren okurun karşısına çıkarılıyor.
20.’nci yüzyılın başlarında, Kıbrıs’taki yoksul ailelerin çocuk yaştaki kızlarının Araplara satılmasına aracılık eden “bohçacı kadınlar”, giysi satmaya gittikleri uzak köylerde, “yoksul ailelerin erkek çocuklarının da şeherdeki (Lefkoşa) varsıl ailelere pazarlamasına” aracılık etmektedir. Babasının aniden hastalanıp ölümüyle, annesinin dayısına, dayısının da köye gelen ilk tefeci-bohçacı kadına teslim etiği (sattığı) Hasan, daha ilkokul çağındayken şeherde tüccar bir ailenin hizmetkarı olarak bulur kendini. Bir görevi de besleme verildiği tüccar ailenin çocukları her gün okula giderken, onların arkasından yürüyerek çantalarını taşımak zorunda kalmasıdır. Taşıdığı çantaların ağırlığından çok, diğer çocukların alaycı-küçümseyen bakışları onun çocuk yaşında en ağrına giden olay olarak yer eder belki de hatırasında. Çocukların, ulaşımın zor sağlandığı uzak köylerdeki ailelerinden koparılıp, kilometrelerce uzakta şeher yaşamlarına savurduğu yoksulluğun utanç verici zalimliği, dönemin eşit olmayan acımasız koşulları böylece Hasan’la çıkar okurun karşısına.
Varsıl Türk ailenin haksız yere evden kovduğu Hasan’ın, düşüncesinde yüzleri giderek silikleşen ailesine duyduğu sitem bir yanda, her zor anında kendisine annelik eden hamamda tellaklıkla malul kendi gibi yalnız kadın yanı başında…
Varsıl Türk ailesinin kapı dışarı ettiği Hasan’a, geçimini atlardan zar-zor sağlayan bir Rum ailesinin yanında boğaz tokluğuna iş bulunur.
Ahırdan dönme küçük bir odada, besleme verildiği Türk tüccardan daha az utanç vericidir belki bu yaşamı onun için. Üstelik atları ve nalbantlık mesleğini öğrenmektedir. Ancak ailenin Rum kızıyla yaşadığı gönül ilişkisi ortaya çıkınca oradan da kovulur Hasan. (1)
Annesini, kardeşini ve kendini bohçacı kadına teslim eden dayısını ancak yıllar sonra Baf’ın uzakta dağ başındaki doğduğu köye gidince görür. Derken İkinci Dünya Savaşı patlak verir. O da pek çok Kıbrıslı gibi, maddi zorluklar nedeniyle askere yazılır. Afrika, Ortadoğu ve nihayet İtalya’ya uzanan coğrafyalarda, daha önce çalıştığı ve iyi anladığı Kıbrıs’ın ünlü at ve beygiriyle, lojistik destek kıtasında katılır savaşa.
Onyedinci bölümden sonra savaş sonrası geri döndüğü adada Hasan evlenir. Ailesinin geçimini önce İngiliz sömürge idaresinde, sonrasında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti yıllarında tarım mesleğiyle idame ettirir. Atlar ise peşini hiç bırakmaz. Ona eşlik etmeye, iş yaşamını parlatmaya devam ederler.
Bu arada Hasan’ın yaşamı İzmir’den Vadili köyüne yerleşen Stella ile kesişir.
Romanın sonu da yazara ismini veren tarihi bir olayla bitiyor.
Nasıl mı?
Bunu da ancak romanı son cümlesine kadar okuyunca öğreneceksiniz.
Romanda öne çıkan anekdot ve yorumlara gelince: Bunu da eleştirinin ikinci kısmına bırakalım.
………………………………..
(1)Nedense Fasli’nin hemen yanındaki Androliku köyünden Hasan ile besleme verildiği Rum ailenin kızı Hambu’yla olan aşklarından bir kesiti hatırlattığı dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır.