Yine göçük altında işçiler. Doğal afetlerde ‘gayrıdoğal’ inşaat yüzünden felaketlere neden olanlar şimdi de göz göre göre işçilerin toprak altında kalmasına ve siyanürün toprağa sızmasına neden oldular. Bunların sisteme dair bir sorun olduğu tartışma götürmez. O kurulu sistemin de topluma ve çevreye verdiği zarar da üst boyutlarda. Çok eski değil, daha 2022’de İliç’te siyanür boru hatlarında meydana gelen arıza nedeniyle durdurulan altın madenciliği faaliyetleri daha sonra faaliyete geçmenin ne anlama geldiğini de ortaya koyuyor. Ve o sürede kesilen 16 milyon 441 bin TL’lik trajikomik cezanın acısını bu şekilde çıkaran sermaye yine bireysel kusur imişçesine muamele görecek. Sermaye böyle bir şey; küresel veya yerel tahakkümü yaldızlı sözlerle gerçeklik olarak kabul ettirmeye çalışırken neden olduğu felaket ve kıyımlarda bireyselliğe sığınır. Kimi zaman soykırım, kimi zaman ekokırımdır yaşatılan ama sorumlular ya bireylerdir ya da hiç yokturlar.
Bu felaketler bize can acıtarak toplumsal ve ekolojik yaşamın nasıl iç içe geçtiğini bir kez daha gösteriyor. Doğaya ait olan ancak ona yabancılaşan insanın toplumsal yaşamı, bu yabancılaşmanın etkilerini özellikle geç kapitalist dönemde iyice açığa çıkarıyor. Bir yandan BM İklim Zirveleri -COP-, BM Sürdürülebilirlik Hedefleri, COP21 ya da bilinen adıyla Paris Anlaşması sürekli gündemde iken öte yandan fosil yakıtlar ve özellikle kömür üretimi şu ya da bu nedenle önemli ölçüde artıyor. Almanya, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesini fırsat bilip kömür üretimini artırırken Greta Thunberg’in ‘hiç olmazsa nükleer enerji kullanın’ demesi hala aklımda. 2023 yılı bir yandan rekor sıcaklık kaydına mazhar olurken(!) diğer yandan küresel planda karbondiyoksit ve diğer sera gazlarının en yüksek salınımlarının gerçekleştiği yıl da oldu.
Ekolojik sorun- toplumsal sorun
Bir yanda ekolojik felaket, diğer yandan bunun toplumsal yansımaları. Türkçeye ÇSY (Çevresel – Sosyal – Yönetişim) olarak çevrilen ESG (Environment – Social – Governance) bir paradigma olarak reel ekonomi ve finans kapital çevrelerinde dilden düşmezken ortaya çıkan veriler akışın anti-ÇSY çizgisinde seyrettiğini gösteriyor. Ada ülkeleri ve iklim değişikliğinden doğrudan zarar gören ülkelere verilecek BM fonunun son İklim Zirvesi’nde 700 milyon dolar olarak operatif hale gelmesi ile Ukrayna’ya savaş için ek 60 milyar dolar yardımı (evet, iklim yardımının yaklaşık 86 katı) tek başına yapmaya hevesli ABD’nin durumunu karşılaştırmak durumu gözler önüne seriyor. Laf çok, iş yok.
İklim sorununda bu sorunu sermayenin perspektifinden hareketle çözeceğini iddia edenler dahi çevre – toplumsallık ilişkisini kabul ediyorlar. Etmemeleri garip olurdu zira ‘reel’ ekonomi bu sorunlara neden oluyor ama onları ‘kendince’ çözmeye çalışıyor. Onların iddiası kârlılık ve büyümeye rağmen sürdürülebilirliğin gerçekleşebileceği yönünde. Bu -birçok nedenden ötürü- mesnetsiz iddianın eleştirisini başka bir zamana bırakalım ve anti-kapitalist perspektifte ekolojik mücadelelerinin sınıf mücadelesi ile olan konumsallığı üzerinde duralım bu yazıda.
Sınıf savaşımı ekolojik sorunu da ulusal sorunu da içerir
Matthew T. Huber’in oldukça beğenerek okuduğum ve Türkçeye ‘Sınıf Savaşı Olarak İklim Değişikliği’ olarak çevirebileceğim “Climate Change as Class War” adlı eserinde yazar Marx ve Marksçı düşünce üzerinden iklim değişikliğine karşı mücadelenin neden sınıf savaşımının bir parçası (yani kendisi) olduğunu gayet makul bir biçimde ortaya koyuyor. Parça, ek değildir; bütüne aittir; haliyle iklime karşı mücadele sınıf savaşımın hem parçası hem de ‘kendisi’dir. Daha önce de Domenico Losurdo’nun Sınıf Savaşı: Politik ve Felsefi Bir Tarih (‘Class Struggle: A Political and Philosophical History’) adlı eserinde, usta işi bir biçimde, ekoloji sorununu, ulusal sorunu nasıl sınıf savaşlarının formları olarak ortaya koyduğunu hatırlamakta fayda var. Toplumsal bütünlük içinde bunları sınıf savaşımlarının dışında değerlendirmek pek değerli Marx’ın kendisine felsefi altyapı anlamında da karşı düşmek demek. Bu konuda okuma yapmak isteyenlere John Bellamy Foster ve Paul Burkett’in Türkçeye Ceylan Yayınları (Polen Ekoloji Kitaplığı) tarafından “Marx ve Yeryüzü: Bir Anti-Eleştiri” isimli ortak çalışmalarını öneririm.
Ekolojik mücadelenin sınıfsal temelleri
Çevre sorunlarının temelinde sonsuz büyüme ve sermaye birikimine odaklanan, kaynakların aşırı sömürülmesiyle ve kirlilikle sonuçlanan bir sistem mevcut. Kirlilik, kaynak kıtlığı ve çevresel bozulmanın yükü yoksulları ve işçi sınıfını orantısız bir şekilde etkiliyor. Bir bakıma, çevre sorunlarından en az sorumlu olanlar en ağır sonuçlara katlanmak zorunda kalıyor. Sınıf savaşımından uzak, sermayeyi es geçen ekolojik hareketler hiç fayda sağlamaz demiyorum ama bir şeyler eksik kalıyor; yara tedavi edilmeye çalışılıyor ama kaynağının kurutulması mümkün olmuyor. Sistemin kendisi sorgulanmadan, sistem içi teknolojik çözümler (karbon depolama vs.) ya da bireysel davranış değişiklikleri (deniz kenarına gidip çöp toplama) ile değişim beklentileri maalesef belirli bir yere kadar yol alabilme ile sonuçlanıyor ve görünen o ki öyle olmaya da devam edecek. Endüstriyel sermayenin neden olduğu kirlilik sandığımızdan çok daha fazla bir boyutta.
Bunun yanısıra, sınıf mücadelesi salt ekonomik taleplerden fazlasıdır… Marx’ın tabiri ile sadece bedeni değil sinir sistemini de bitiren bir sömürü düzeneği mevcut. Sömürüye ve sermayenin yıkıcılığına karşı tanınma, eşitlik ve sürdürülebilir bir yaşam biçimini esas almalı. Akademik çalışmalar, toplumsal eşitsizlik, yoksulluk ve ekolojik bozulma arasında birbirlerinden ayrılamaz bağlantılar -korelasyon- olduğunu göstermekte. Daha az kaynağa ve gelire sahip toplulukların genelde en ağır çevre kirliliği ve çevresel tehlikelere maruz kalması tesadüf değil. Deprem ile sermaye ürünü sistemlerin ortak noktası bu: yoksul ve ezilen her türlü bedeli ödüyor. Sermayenin bir kısmının iklim değişikliğinden zarar görüyor olması bunu gölgelememelidir.
Yeşil Sol Parti ve DEM Parti
Siyasi örgütlenme ve partilerin iklim değişikliği konusunda ortaya koymaları gerekli olan tavır bu ekolojik ve toplumsallığı birbirlerinden ayırmadan politika yapmaları şeklinde olmalı diye düşünüyor insan. Hoş, seçime girecek partinin ismi değişti ama Yeşil Sol Parti bu konuda model bir parti. HDP ve DEM Parti de öyle. Yaşamın bütünselliği içinde ekolojinin yerini oturtabilen bir geleneğin sözcüleri. Belki de tek talihsizlik bu ekolojik yaşam talebine rağmen şovenizmin değişik formları üzerinden ayrımcılık yapılması bu siyasete, siyasi geleneğe.
Madencilik, kömür, daha geniş anlamda tüm fosil yakıtların tüketimini etkili bir biçimde azaltmak için etkinlik ve eylemsellik gerekiyor. Bu tek başına bir siyasi oluşumun yapabileceği bir şey değil elbette. Ancak bu konuda duyarlılık ve farkındalığa sahip yapılar ve bireyler ile ortaya çıkacak bir inisiyatif çok güzel olurdu. Ekonomi ve iklim ile ilgili talepler kapsamında halka açık şirketlerin yıllık toplantılarına gitme ve talepleri dile getirme, maden ve işyerlerinin kapatılma talepleri ile birlikte o işyerlerinin yerine yenilenebilir enerji üzerine faaliyet gösterecek işlerin kurulması şartını koşma, iş garantisi, eğitim gibi talepler yurtdışındaki örneklerden. Toplumsal tarafı doğru bir şekilde ele alınmayan ve sadece iklim ile sınırlı taleplerden oluşan mücadelelere en başta karşı çıkanların içinde az ücretle canını tehlikeye atan işçilerin de olduğu bir gerçek ve kimse bu yüzden onları suçlayamaz.
Bitirirken
15 Şubat’a denk geldi bu yazıyı teslim tarihim. Bu vesile ile İmralı’daki tecridin bir an önce sona ermesini diliyor ve bir birey olarak talep ediyorum. Şahsi düşüncem odur ki Öcalan ve diğer siyasi tutsaklar ile cezaevlerini çözüm olarak görenlerin nihai olarak prangaladıkları kendileridir. Kendilerinin de ötesinde tüm bir toplumsal yaşamdır. Zulmün dönüp dolaşıp esir aldığı zalimin kendisi olur. Kürtlerin (ve Türklerin) daha iyi bir geleceğe dönüşümü adına bu tutsaklıklar bir an önce sona erdirilmelidir. Bu dilek ve özlem ile noktalıyorum.