Yaşar Kemal’in romanlarından biri, adını 20. yüzyıl başlarında yaşanan Ezidi kıyımı sırasında kan akan Fırat Nehri’nin görüntüsünden alır: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana. Vahşet, insan hafızasından asla silinmese de kan, zaman içinde doğa bünyesinde eriyecek; sonunda sular yeniden berrak akacaktır. Şimdi Fırat suyu muhtemelen zehir akıyor ve bu hacimde siyanürün doğa bünyesinde emilmesi mümkün görünmüyor. Tarihinde birçok kez kan akmış olan Dicle ve Fırat nehirlerinden beslenen Mezopotamya coğrafyası, Basra Körfezi’ne kadar susuzluk ve zehirlenme tehlikesiyle karşı karşıya.
İliç altın madeninde yaşanmakta olan ve Çernobil’le kıyaslanan ekolojik felaketin üzerini örtmek için bir eski başbakan pişkin beyanlarda bulunuyor. Birinci dereceden sorumluluğu bulunan Murat Kurum da öyle. ‘Ezan susmaz, bayrak inmez’ edebiyatı eşliğinde Fırat Nehri zehir akmaya devam ediyor. Aslında dört dörtlük bir rüşvet-satış yolsuzluğuyla karşı karşıyayız. Maden şirketi, 2010 yılında gözüne kestirdiği İliç bölgesinde istihdam, konut ve para vaatleri karşılığı köylülerden tapu topluyor. Çevre ve Şehircilik Bakanı’ndan ruhsat temin ediyor. Okur-yazarlığı şüpheli bir şahıs adıyla kurulan Binali Yıldırım Üniversitesi’ne ve Erzincan futbol kulübüne sponsor oluyor. Binali bey, “bu madeni eleştirenlerin sinsi planları var” buyuruyor. Yabancı şirketin Türk ortağının CEO’su damat Berat Albayrak belli ki zor kapıları aralayıveriyor. Zaten aynı damat bir süre sonra Enerji Bakanı oluyor. Şirketin bütün Erzincan’ı kalkındırması nedeniyle CHP milletvekili Mustafa Sarıgül de derhal destek açıklamaları yapıyor. Tabi ki bütün ‘komisyonlar’ sarayın kasasında tek bir elde toplanıyor. Bundan kimsenin kuşkusu yok.
Muhalifler, asıl olarak son yirmi yıl içinde devlet tarafından yetkilendirme değil de adeta bir işporta tezgahından komisyon karşılığı satışa çıkarılan maden arama ve işletme ruhsatları, yargının tedbir ve durdurma kararlarına uyulmaması, ÇED raporlarının hazırlanmasındaki usulsüzlükler, denetimsizlik, vergi kaçırma, vergi affı ve benzeri kamusal yolsuzlukları, bu felaketin merkezine oturtuyorlar. 2006 yılında Uşak Eşme’de yaşanan aynı felaket başta olmak üzere Bergama, Fatsa ve son yıllarda Kazdağları gibi birçok siyanürlü altın arama vakasının yarattığı çevre tahribatını vurguluyorlar.
Milli duyguları yüksek derecede olan muhalifler ise, meseleye anti-emperyalist mercek üzerinden Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi, yabancılara peşkeş çekilmesi olarak bakıyorlar. Bu söylemsel dizge içinde asıl sorumlu ‘vatanı’ sömüren yabancı büyük devletlerken (neyse ki bu kez işin içinde Katar sermayesi olmadığından Arap nefreti zikredilmiyor) AKP de onların komprador yerli işbirlikçileri oluyor. Bu devlet ve millet bazlı eleştiri, daha rafine akademisyenlerin dilinde, bir küresel kapitalist neo-liberal saldırı kontekstine oturtuluyor. Milli kaynaklar yabancılara peşkeş çekiliyor. Çok-uluslu şirketler, dünya coğrafyasının her köşesine üzerinde yaşadığımız gezegeni yok etme pahasına arsızca saldırılarını sürdürüyorlar. ‘Yerli ve milli’ iktidar da bu saldırı sistematiği içinde kendi çevresini zenginleştirmekten başka hiçbir şeyi umursamıyor. ‘Irmağının akışına ölürüm Türkiyem’ diye düğün-dernek göbek atan İslamcılar ve milliyetçiler bir yandan da el ele verip toprağın ‘Araplara’, vatanın dibini de bir bütün halinde ‘gavurlara’ satış halindeler.
Bu eleştirilerin hiçbiri mesnetsiz ya da bütünüyle yanlış değil. Somut verilere dayanan eleştiriler. Ama bu ideolojik merceklerle varılacak sonuçlardan ne gibi çözümler üretileceği bir muamma. AKP projesinin küresel neo-liberal ağlara eklemlenerek nasıl ilerleme kaydettiği üzerine daha nesnel bir soruşturma gerekiyor. Ülkede gelir dağılımı adaletsizliğiyle bu tür facialar arasındaki ilişki sorgulanmadan içinde bulunulan durumun anlaşılması mümkün görülmüyor. Çünkü her ne kadar çevre bilinciyle bir miktar direniş gösterilmiş olsa da, çok uluslu maden kartellerinin sistematik saldırısı, çoğunlukla yerel halkın ve genel olarak toplumun rızasıyla hayata geçiyor. Her cinayetin çözümünde elzem olduğu üzere parayı takip etmek yanında söz konusu kitlesel bir kıyım olduğundan bu kolektif rızanın nasıl üretildiğine bakmak da önem taşıyor.
Türkiye’de gelir dağılımı uçurumunun büyümesi, güvencesiz (sözleşmeli) emeğin yaygınlaşmasıyla mümkün oluyor. Örgütsüzleştirilen güvencesiz emek, çökertilmiş orta sınıflarla birlikte bir lütuf ekonomisine bağımlı hale getirildi. Ülke topraklarının devasa bir maden arama/çıkarma şantiyesine dönüşmesi bu koşullarda mümkün oluyor. Tarım arazileri, otlaklar, ormanlar, sit alanları ‘para’ ettiğinden yerel topluluklar ve kamu otoritesi tarafından elden çıkarılıp ekonomiye kaynak yaratılmış oluyor. Karşılığında taahhütnameler imzalatılıyor. Herkes payını alıp susuyor. Yabancı şirketler, saray çevresi, iktidara yakın iş çevreleri, yerel eşraf ve yerel halk sıralamasıyla giden bir piramit içinde bir rıza imalat zinciri de kenetlenmiş oluyor. Sayısında sürekli tırmanış görülen iş kazaları ya da cinayetleri ve bunlara eşlik eden ekolojik felaket külliyesi, ‘eğitim zayiatı’ muamelesi görerek derhal üzeri örtülme ve unutulma eğiliminde.
Durumu anlamak için modernleşmenin başat sorunlarından birine eğilmek gerekiyor ki bu, doğa-akıl karşıtlığı içinde aklın mutlak olarak tercih edildiği ve doğanın akıl tarafından sömürgeleştirilerek insan tarafından sınırsız sömürüye açılması gereğini vazeden ultra-Kartezyen zihniyettir. Pre-modern bir ideolojik olgu olan dinin, dolayısıyla da örneğin siyasal İslamın bu zihniyetle sorun yaşayacağı beklense de böyle olmadığı Suudilerden Malezya’ya kadar küresel kapitalist moderniteyle uyumlu Şeriat düzenlerinden artık anlaşılıyor. AKP rejiminin ‘başarısı’ kendi öncüllerinden farklı olarak neo-liberal küresel dinamiklerle eklemlenme becerisinden kaynaklanıyor.
Sonuç, önümüzdeki ekolojik felaketler zinciridir. Fırat suyunun zehir akmasıdır. Kapitalist modernite eleştirisi ve insan yaşamının doğaya uyumlu olarak yeniden örgütlenmesi gereği dikkate alınmadan üretilecek çözümler, günümüzün Türkiye muhalefetinden gelenler kadar etkisiz olmaya mahkumdur. İlginç olan, birçok ‘özgür’ ve ‘entelektüel’ birey, yeni bir durumu miadı dolmuş kavramsal araçlarla eleştirmeye çabalarken, on yıllardır izole edilmiş bir insanın, yeni eleştirel araçlar üretmek üzere girmiş olduğu doğru arayış ve vardığı önemli sonuçlardır. Öcalan, İmralı’daki hücresinden binlerce mil uzaktaki yakın dönemin önemli düşünürlerinden Murray Bookchin’le kurduğu iletişim sonucu ‘demokratik modernite’ başlığı altında önemli tezler ortaya attı. Çözüm düşünenler için ilk ve yetkin adrestir.