Aşağıdaki yazıyı 24 Nisan 2019’da yazmışım. Aradan 5 yıl geçti. Yazdığım makale bugün adadaki varlığının 60.yılını kutlayan BM Barış Gücü’nün tesis edilmesini sağlayan o meşhur 186. Sayılı kararın nasıl ve ne şartlarda alındığını irdeliyor.
Bugün 186.sayılı kararı sanki de Türkiye’nin haberi olmadan alınmış gibi lanse etmeye çalışan hamaset cephesi kumandanları, olayı tabii ki başka bir boyutta, mağduriyet odaklı anlatırlar.
Gerçek şu ki bugün adada oluşan ve Kıbrıslı Türkleri bitme noktasına getiren talihsiz olaylar silsilesinin en köşe taşlarından bir tanesi 4 Mart 1964 tarihinde alınan ilgili BM kararıdır. Şimdilerde bu kararı bir mağduriyet diye alan çözüm karşıtlarının o zamanki ataları, aslında bu kararın alınmasının en büyük faillerindedir.
Bunu bilmeden tarih okuması yapmak, olayın gerçeklerini bilmeden çarpıtarak konuşmak, adanın geçmiş ve şimdiki nesillerine bir fayda sağlamadığı gibi, gelecek nesillerine de fayda getirecek değildir…
****
186 sayılı karar ve gerçekler…
21 Aralık 1963’te Kıbrıs’ta başlayan ve giderek tırmanan şiddet olaylarının önüne geçmek isteyen BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs olaylarını görüşmek üzere 18 Şubat 1964 günü toplanır. İsmet İnönü başbakanlığındaki CHP-AP koalisyon hükümeti, bu görüşmelere sonraları 12 Mart 1971 rejiminin başbakan olarak atayacağı genç bir diplomatı, Nihat Erim’i gönderir.
Erim, İnönü’den aldığı yetki ile New York’a gider ve zorlu görüşmelerin ardından Bolivya, Fas, Brezilya, Fildişi Sahili ve Norveç temsilcilerinin hazırladığı 8 maddelik bir tasarıda uzlaşılır.
Tasarıdaki maddeler şöyledir;
1- Tüm devletlere Kıbrıs’taki durumu zorlaştırıp, karmaşaya neden olacak ve uluslararası barışı zora sokacak davranışlardan kaçınmalarını hatırlatmak,
2- Kıbrıs Hükümeti’nden şiddete son verilmesi için gereken önlemleri almasını istemek,
3- Cemaatlere itidal ve temkinli hareket etmeleri için çağrı yapmak,
4- Genel Sekreter’e karşı sorumlu ve Komutanın Genel Sekreter tarafından atanacağı bir barış gücünün kurulması,
5- Barış Gücü’nün Ada’da sükuneti sağlayarak uluslararası barışı tehdit edecek hareketlere engel olunması,
6- Barış Gücü’nün 3 ay süre ile Kıbrıs’ta kalması ve masraflarının birliği oluşturacak ülkeler ve Kıbrıs Hükümeti tarafından karşılanması,
7- Kıbrıs meselesine barışçı yollardan bir çözüm bulunmasını temin etmek için bir arabulucunun seçilmesi ve arabulucunun yapacağı girişimler hakkında Genel Sekreter’e raporlar sunması,
8- Arabulucunun ödeneklerinin uygun biçimde BM tarafından sağlanması.
İnönü de tasarıyı iyice inceledikten sonra, 3 Mart 1964 günü Nihat Erim’e ‘kabul et’ diye mesajını gönderir.
Ertesi gün toplanan BM Güvenlik Konseyi, Türkiye’nin de olumlu oy kullandığı tasarıyı oy çokluğu ile kabul eder.
İşte o karar, bugün Kıbrıslı Rumların ada üzerinde ‘tek yetkili temsilci’ oldukları yönündeki global kabulün temelini oluşturan meşhur 186 nolu karardır. Bu karar aynı zamanda adada ‘anayasal düzenin bozulduğuna’ işaret eden de bir karardır. Dahası bu bozulan anayasal düzenin müsebbibi de o günden beri ‘ayrılıkçı’ damgasını yiyen Kıbrıslı Türklerden başkası değildir.
Yine bu karar aynı zamanda BM’nin adaya gelmesine de yol açmıştır. Ancak, BM, tasarıya tezat olacak bir şekilde, orada vurgulanan ‘bozulan anayasal düzeni yeniden tesis etme’ gibi bir anlayışla adaya gelmemiştir. (Parantez açmam gerekirse, tasarıyı bir zafer olarak lanse eden Makarios’un, tek kazancı ‘adanın resmi yasal sahibi’ olmasının yanı sıra, Türkiye’nin olası bir müdahalesini BM askeri yoluyla önlemesi bir diğer kazancıdır.)
Peki, nasıl olur da Türkiye, bu kararla birlikte adadaki Kıbrıslı Türkleri ‘lalettayin’ bir halk statüsüne düşüren böylesi ‘vahim’ bir hatayı yapar?
Görünüşe (ve siyasi analistlere) göre bunun bir tek sebebi vardır; 1959 Garanti ve İttifak Anlaşmaları uyarınca, Türkiye’nin tek taraflı adaya müdahale seçeneğinin ‘baki’ kalması.
Kararı alırken İnönü’nün de en çok dikkat ettiği nokta bu olur.
Yukarıda vurguladığın BM’nin bozulan düzeni yeniden tesis etme yerine bir nevi arabuluculuk görevine soyunması, bir yandan Türkiye’nin garantör statüsüne halel getirmezken, bir yandan da BM’nin asker göndermesine engel olmayarak, bu rolünü ‘çekince’ altına da sokmuştur.
Nitekim, Milli Şef İnönü’nün uzun siyasi hayatında ‘sonun başlangıcı’ sayılan meşhur Johnson Mektubu olayı da işte Türkiye’nin bu tek taraflı müdahale etme sevdası yüzünden meydana gelmiştir.
4 Mart kararı ile ‘vahim bir hata’ yaptığı için eleştirilen İnönü, önce 12 Mart 1964’te Rumlara bir nota verir, ardından da 16 Mart 1964’te, TBMM’de gizli oturumda 491 vekilin 487’sinin desteğini alarak ‘adaya asker gönderme’ yetkisini alır. Milli Dava bir kez daha birleştirici unsur olmuştur.
Tüm bunlar yaşanırken adadaki olaylar yine dinmeyince, İnönü bu kez işi fiiliyata döker, donanma Akdeniz’e açılır.
Ancak Amerikan 6.filosu, adanın sadece 60 kilometre batısına konuşlanarak Türk donanmasını ‘daha fazla devam etme’ diye uyarmakla kalmaz, ABD Başkanı Lloyd Johnson tarafından bizzat İnönü’ye, ‘bütün diplomatik teamüllerden uzak’ son derece sert bir mektup gönderilir. Mektupta Türkiye’ye açıkça ‘müdahale etme, sana müdahale ederim’ denmektedir. Çaresiz kalan İnönü geri adım atmak zorunda kalır, Türk Donanması geri döner ve müdahale edemez.
Uzun lafın kısasını yazmam gerekirse, bugün bizi adanın kuzeyinde tanınmazlığın demir kafesi içinde tutan, adanın eşit iki ortağından biri olmaktan neredeyse sonsuza kadar uzaklaştıran BM’nin meşhur 186 sayılı kararında bizzat Türkiye’nin de imzası vardır.
Söz uçar, yazı kalır, tarihe not düşelim…