Adamızın kuzeyinde yaratılan illüzyon, birçok insanımıza gerçekleri unutturmuşa benziyor ki günlük yaşantımızda karşılaştığımız sorunlara normal ülkelerde görülen cevaplar aramaktadırlar.
Karşılaştığımız sorunların gerçek sebebi ise Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü ve Türkiye’nin bir alt yönetimi olmamızdır. Bu gerçeği görerek olaylara yaklaşımda bulunmak yerine, gerçekleri görüp susmak veya ‘mış’ gibi yaparak gerçekleri gizlemek, örgütsel ve bireysel davranış biçimine dönüşmüştür.
Hayat pahalılığı günlük hayatta herkes tarafından dile getirilen bir sorundur.
Bu sorunun gerçek nedeni 1974’ten sonra kullanmak zorunda bırakıldığımız Türk lirası para birimi olmasına ve bu para üzerinde herhangi bir kontrolümüz olmamasına rağmen soruna yaklaşımda, piyasanın denetimsiz oluşunu, mal ve hizmetler üzerindeki aşırı kar hırsını öne çıkaran yorumlar görmekteyiz.
Oysa sorun bizim olmayan, istikrarsız bir para birimini kullanmak ve bu paranın resmi tedavülde olduğu Türkiye’nin demokratik ve ekonomik olarak kötü yönetilmesinin yarattığı yüksek enflasyon hastalığının Kıbrıs’ın kuzeyindeki etkisidir.
Mülkiyet konusu ise bir başka yanıltmacadır. Adamızın kuzeyinde, Kıbrıs Sorununun çözümsüz kalması için yaratılan mülkiyet rejimi, ‘ganimet’ adı altında Kıbrıslı Rumlardan çalınan taşınmazların, adanın kuzeyinde yaşayanlara uluslararası hukuk ihlal edilerek dağıtılması ile ortaya çıkmıştır.
1974 yılı sonrası Kıbrıslı Rumlar’a ait mülkler kişilere tapulanmıştır. İlginç olan Türkiye’nin taraf olduğu Lozan Antlaşması ile yapılan mübadelede, kişilere ait mülkler titizlikle değerlendirilerek kişiler tazmin edilirken, 1974 yılındaki savaş sonunda yaratılan mülkiyet rejimi, Türkiye’nin yarattığı uluslararası hukuksuzluk örneğidir.
Günlük hayatımızda, kuzey Kıbrıs’ta normal gibi gelen mülkiyet alım satımı veya bu çalınan topraklar üzerinde yapılan inşaat işleri, aslında Türkiye’yi yönetenlerin, Kıbrıs Türk toplumunu suçlarına ortak etmekten başka bir şey değildir. Tüm bu yapılanların bedeli bir gün ödenecektir.
1949 Cenevre Sözleşmesi, işgal edilen ülkelerdeki sivil halkın korunması noktasında, bu ülkelere nüfus taşınmasını yasaklamakta ve bunu savaş suçu olarak nitelemektedir.
Adamızın kuzeyine sistematik olarak, 1974 yılından beri Türkiye’den nüfus taşınmakta ve demografik yapı korkunç boyutta değişime uğratılmıştır.
Bu konu 1992 yılında Cuco Raporu olarak Avrupa Konseyi‘nde kayıt altına alınmıştır. Adamızın kuzeyinde, karma evliliklerden doğanlar dahil, en iyi ihtimalle 135 bin Kıbrıslı Türk kalmıştır.
Oysa yapılan resmî açıklamalarda nüfusumuzun 400 bin civarında olduğu söylenmesine rağmen, gerçek nüfusun bunun iki katı olduğu açıktır.
Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’nın 2008 yılında tek tek okullarda yaptığı bir araştırmada anne babası TC’li olan öğrenci oranı yüzde 37, anne-babası Kıbrıslı Türk yüzde 34, anne-babası 1974 sonrası Kıbrıs’a getirilen KKTC vatandaşı TC’li yüzde 19, anne-babasından biri Kıbrıslı Türk yüzde 9 ve üçüncü ülke vatandaşı anne babanın çocukları yüzde 1 olarak tespit edilmiştir.
Kullandığımız para bizim değil, üzerinde yaşadığımız toprağın büyük çoğunluğunun mülkiyeti bizim değil ve hepsinden önemlisi çoğunluğu bu ülkeye aidiyet duymayan insanlar topluluğu bizim değil, biz bu ülkede nasıl normal bir hayat varmış gibi hareket edebiliriz?
Bunun da ötesinde siyasal irademiz gasp edilip, oluşturulan bu kukla siyasi rejimi nasıl normal karşılayabiliriz? Tüm bu gerçekler ışığında tüm enerjimizi Kıbrıs sorununu çözmek ve adayı birleştirmeye harcamalıyız.
Bunu da uluslararası hukukun bizlere verdiği toplumsal hakları kullanarak, gücü güçle dengeleyerek yapabiliriz ve cesaretle bize bu işgal rejimi dayatanlara karşı ilkeli durarak başarabiliriz. Korkakların, koltuk düşkünlerinin ve ganimetçi yalaka takımı ile sahte milliyetçi ve sahte solcuların bu kavgada yeri yoktur.