Ortaçağ’dan modern döneme Avrupa’da toplumun sosyal sınıflarını, yani bir anlamda sosyal hiyerarşiyi, üç ana zümre oluştururdu. Aynı zamanda siyasi süreçler üzerindeki etkileri bağlamında da aynı sıralamaya sahip olan bu üç zümre – ki bunlar birinci, ikinci ve üçüncü kuvvetler olarak tanımlanırlar, sırasıyla kilise, soylular ve halktan oluşurdu.
1789 Fransız İhtilali sırasında siyaset üzerinde belirleyici öneme sahip bir diğer unsurun varlığı da ortaya çıktı ve 19’uncu yüzyılın başlarından itibaren, BASIN da bu zümreler bağlamından hareketle, Dördüncü Kuvvet (The Fourth Estate) olarak tanımlandı.
Basın ilerleyen dönemdeyse, modern devletlerin kuvvetler ayrılığı ilkesi, yani yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız güç ve sorumluluk alanlarına ayrıldığı sistemin dördüncü kuvveti halini aldı.
***
Basın, ya da daha da damıtılmış haliyle haber medyası, başta Avrupa olmak üzere günümüz demokratik toplumlarında siyaseti şekillendiren/denetleyen belki de en önemli güç.
Kamusal alanda halk yararına faaliyet gösteren bu kurum, siyasetin hesap verebilir olması yönündeki gerekliliğin işlevsel olmasının da ana itekleyicisi.
Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, demokrasi kurallarının layıkıyla işlediği toplumlarda.
Yani bizim gibi ‘sakat’ demokrasilerde değil!
***
Liberal sistemlerde patronaj sisteminin medyada da egemenliği ele geçirmesi, elbette sektöre kamusal yarardan çok medya patronunun siyasi/ekonomik yararını gözeten bir kimlik kazandırsa da, hâlâ halkın çıkarına çalışan hatırı sayılır oranda saygın medya kuruluşu var. Ve bu saygın yayın organları sayesinde, siyasetçiler canları çektiğince ‘at koşturamıyor’, en ufak bir hata onların sonunu hazırlayabiliyor, demokatik teamülleri içselleştirmiş ülkelerde.
Örneğin bir bakan 2006 yılında, zorunlu TV lisans ücretini ödemediğinin basına yansımasının hemen ardından istifa ediyor İsveç’te. Geçtiğimiz yıl mesela, özel kaleminin ve hükümetinde görevli bir bakanın, kendi adını kullanarak bir yolsuzluğa karıştığının ortaya çıkmasının ardından, Portekiz başbakanı istifasını sunuyor Cumhurbaşkanına. Bundan daha iki ay önce, bu kez Norveçli bir bakan, üniversite döneminde yazdığı bitirme tezinde intihal yaptığı basında çıkınca, istifa mekanizmasını devreye sokuyor derhal.
Rahatlıkla çoğaltabileceğimiz bu örnekler, elbette tek başına basının yarattığı bir dinamik değil. Burada siyasi ahlak denen mevhum da illa ki devrede.
Genel tanımıyla tüm kamu görevlilerinin halka karşı sorumluluğudur bu; görevlerini dürüstçe ve sadakatle, adalet ilkesini azami düzeyde gözeterek, mütevazı yaşamlar sürerek ve kamu yararını, kendi kişisel çıkarlarının üzerinde tutarak icra etme sorumluluğu…
Gelin görün ki bizde, ne siyasi ahlaktan söz etmek mümkün, ne de dördüncü kuvvet etkisi yaratabilecek bir basın ahlakından!
Yüzüne tükürsen yarabbi şükür diyen siyasetçi-bürokrat şurekası, bu son yaşadığımız yolsuzluk olaylarında da geleneği bozmayıp, üç maymunu oynamaya devam ediyor.
Çok zor koşullarda görevini layıkıyla yapmaya çalışan çok küçük bir azınlığı tenzih ederek söylüyorum, medya sektörü de ne yazık ki çeşit türlü siyasi ve ekonomik angajmanı müsade ettiği oranda ses çıkarır durumda.
Hem siyaset hem de medya; “bizdense koru-kolla, bizden değilse yargıla” mantığıyla hareket ettiği sürece de, “temiz siyaset, temiz toplum” gibi kavramlar, bize birkaç beden büyük esvaplar olarak kalmaya devam edecek.