Zaman geçiyor, zaman değişiyor, sayılı gün çabuk geçiyor. Zaman sayılabilir olduğu anda başka bir zaman oluyor. Dünya saatinin otoritesi, zamanın heterojenliği, bilincin akışından ilhamla zamanın akışkanlığı, başlıklar da akıyor.
Bin beş yüz yıl önce Saint Augustine’e zaman nedir diye sormuşlar; “Kimse sormazsa bunun cevabını biliyorum. Ama anlatmam gerekiyorsa bilmiyorum” demiş.
*
Geçen hafta Beyaz Saray’ın 2026’ya kadar Ay merkezli yeni bir saat sistemi hazırlaması için NASA’ya talimat verdiğine dair haberler çıktı. Buna ihtiyaç duyulmasının nedeni ise sıklaşan Ay görevleri, artan uydular. Gezegenin, birçok veriden mülhem “kalp atışını” esas alan dünya saati, yerçekimi ve hızı farklı olan Ay’da hassas zamanlamalar açısından uyumsuzluk yaratabiliyormuş.
*
Saatleri ayarlama haftası gibi aynı günlerde bir de “artık saniye” haberleri girdi dolaşıma. Kayıt alınmaya başlanan 1960’lı yıllardan beri dünyanın dönüşü hızlanma eğiliminde. Bu nedenle günler milisaniye birimlerinde kısalırken mesela 5 Temmuz 2005, 1973’den beri en kısa günmüş. 2020’nin ortasında bu rekor kırılmış. Bu hız değişimleri “artık saniyelerin” eklenmesini gerektiriyor, aksi takdirde 2012’de olduğu gibi çok kişiyi etkileyen dijital karmaşalar yaşanması muhtemel.
Dünyanın hızının artışında küresel ısınmanın da tesiri tespit edilebiliyormuş. Avrupa Birliği’nin iklim izleme servisi Copernicus’a göre geçtiğimiz Mart, kayıtlardaki en sıcak Mart ayıydı. Malum, yaşanan her yılı rekor kılan, gezegendeki insan varlığının geleceği açısından acıklı bir manzara bu. Neticeye bakarsak gezegenin dönüşü ile atom saatleriyle tanımlanan bir günü eşleştirmek için 2029’da zamana yeniden bir müdahale gerekecek. Bir saniyenin lafı mı olur denebilir ama bunun bir gün ya da hatta topluca istersek bir yıl olabileceği fikri tatlı bir şekilde kaşınıyor insanın kafatasında.
*
Ta 1800’lerin sonuna kadar dünyada ortak bir saat sisteminin bulunmayışı tuhaf gelebilir şu an. Standart zamana duyulan ihtiyacı gören ve harekete ilk geçen aslında demiryolu şirketleri. Farklı zaman dilimleri uzun yolculuklarda öyle karmaşaya yol açıyormuş ki 1883’te tek sisteme geçildiğinde bazı yerlerde aynı öğlen iki kez yaşanmış.
Sonrası 1884’te yirmi beş ülkenin katılımıyla toplanan 1. Meridyen Konferansı, Greenwich’in sıfır meridyen noktası tayini, 1912 Uluslararası Zaman Konferansı… Standart zamana geçmek, farklı ülkelerde yıllara yayılan bir süreç. Zıplayalım, mesela saniye ibresi akıcı olarak hareket eden elektrikli modern saatlerin icadı 1916. Düşününce tüm bunlar aslında ne kadar yeni organizasyonlar.
*
PÖ ve PS. Pandemiden önce, pandemiden sonra. Birçok insan artık bir şey anlatırken (neredeyse) tüm gezegen tarafında anlaşılabilir bu hafıza standardını kullanıyor. Öncesi, hele sonrası sisli bir zaman parçası.
*
Zaman ve uzam algısının biçimleniş serüvenine, buradan doğan kültüre teknoloji tarihi, bilim, felsefe, psikoloji, sanat gibi alanlar üzerinden bakan Stephen Kern, kitabında Kont Helmuth von Moltke’yi anıyor. 1891’de beş ayrı saat dilimi olan Almanya’nın parlamentosuna bu meseleyi çözmek için başvuran, standart zamanın hararetli destekçisi Moltke, bu adımın dünyada işbirliğini artıracağını ve barış getireceğini düşünen biri. Ne yazık ki hiç öyle olmamış. İnsanlığın buradan çıkardığı gerçekler ise standart zamanın kolaylaştırdığı askeri harekatlar ve derken 1914 yılında koca bir dünya savaşı.
*
Çalışma saatlerinin dikkatle kaydedilmesi, dakikliğin temel bir çalışma prensibi olarak tanımlanması daha önce de vardır ama daha 1890’ların başından itibaren bazı fabrikalarda işçilerin giriş-çıkış saatlerini tam olarak kartlara basan makineler kullanılmaya başlanmış. İnsanlık namına hayrı dokunabilecek her nevi teknolojik ve bilimsel gelişme, işveren açısından çalışanlar aleyhine kullanılabilecek bir potansiyel demek. Bugün biyometrik kayıt sistemleriyle, yapay zekânın da işe sürülmesiyle sermaye, kârdan zarar etmemek için milisaniyelerin peşinde koşuyor.
*
Tüm bunların yaşandığı 19. yüzyıl sonuna empresyonizm ve “zamanın sanayileşmesi” çerçevesinden eğilen “Monet’in Dakikaları” adlı bir kitap varmış, okumadım, merak ettim. 19. yüzyıl Avrupa sanatı üzerine çalışan André Dombrowski, Sanayi Devrimi’nin ilk anda akla gelmeyecek müdahalelerinden olan zaman algısındaki etkisini izlenimcilik ve özellikle Monet’in “an” algısı üzerinden anlatıyor.
Monet bugün daha çok, şiirsel bulunan doğa resimleriyle hatırlansa da etkileyici kent manzaralarının da ressamıdır. Dakikliğin, kesinliğin, modernliğin çağına, bulutsu bir perdeden, kendi iç saatiyle yaklaşır.
Hafızamın sisi içinden bir makale beliriyor aynı esnada: Monet’in resimlerindeki dumanlar ya da Turner’ınkilerdeki sis düpedüz Sanayi Devrimi’nin yol açtığı hava kirliliğinden dolayı da olabilirmiş.
Not: Stephen Kern’in “Zaman ve Uzam Kültürü (1880-1918)” Ali Selman çevirisiyle İletişim Yayınları’ndan. Marc Wittman’ın yazdığı, Özde Duygu Gürkan’ın çevirdiği “Hissedilen Zaman” Metis Bilim’den. “Monet’s Minutes: Impressionism and the Industrialization of Time” adlı kitap geçen yıl Yale University Press’ten çıkmış.