Dünyada insanoğlunun ilk yaşam bulduğu yıllar yüzbinlerce yıl gerilere gitmektedir.
O günlere dair bulunan tüm izler insanoğlunun ve dünya kültürünün çok önemli öğeleri olarak değer bulmaktadır.
Son günlerde Güney Afrika’da bulunan vadi balığının (vatoz) taştan yapılmış sanatsal öğesi sanatla uğraşan herkesi çok heyecanlandırdı. Sanat tarihçileri başta olmak üzere ilk sanatsal öğrenin 300 bin küsur yıllık bir mazisi olmasının sanatın köklerini o günlerde aramamıza neden olacak.
Kentimiz de taşıdığı kültürel miras açısından dünyaya damgasını vurmuş kentlerden biridir. Mağusa’nın 2300 yıllık geçmişi yanında surların Lüzinyan döneminde (1192-1489) inşası 700 yıldan fazla geriye gitmektedir. Kent savunma amaçlı Lüzinyanlar tarafından surlarla çevrilirken o yıllarda dünyanın en zengin kentlerinden biriydi.
Doğu ve batı arasında dünya ticaretinin en önemli limanı Mağusa limanıydı. Hristiyanlar Kudüs’ü kaybettikten sonra da Doğu Akdeniz’deki en uçtaki liman kenti Mağusa olmuştu.
Kent bu ticaretten ciddi biçimde payını alırken en çok dikkati çeken ürünlerin başında deve kılından yapılan ve adına camelot denen kumaşların Mağusa’da işlendikten sonra batının zengin nüfusuna ve saraylarına satılmasıydı.
Yapılan ticaretin bıraktığı gelirlerden kentte birçok din ve medeniyeti yansıtan birçok katedral ve kilise yapılmıştı. O günkü ticaretten elde edilen gelirle yapılan bu anıtsal eserlerin 365 adet olduğu söylense de bugün ayakta kalan sadece 25 civarında yapıdır. Bunların birçoğunun depremlerde zarar gördüğü ve yıkıldığı söylenmektedir. Bir kısmı da kentin Venedik işgalinden sonra surların geliştirilmesi için hızlıca gereksinim duyulan taşların elde edilmesi için yıkıldığına dair de bulgular vardır. Yaklaşık 550 dönümlük bir alana yayılan Mağusa suriçinin bu kadar zengin bir kültürel mirasa sahip olması elbette hem Mağusa hem de Kıbrıs için büyük bir değerdir.
Bu kültürel mirası dünya halklarına nasıl sunuyoruz? Bu değerlerin turizme katkısı nedir?
Tüm dünyada özellikle pandemi sonrasında gelişen ve değişen bir turizmden bahsedebiliriz. Büyük otellerde, çok modern yapılar içinde kentlerin dışında konaklama yerine, küçük butik oteller veya konukevlerinde tarihi mekanlarda ve kültürel mirasın yoğun olduğu kent merkezlerinde konaklama öne çıkmıştır.
Tarihe, kültürel mirasa, yürüme mesafesinde ulaşabilme ve yöre halkı ile beraber yaşayıp onların kültürlerine dokunabilme, onların yiyip içtikleri mekanları kullanabilme yönünde bir eğilim vardır. Hele buraları kumsal ve güneşten de faydalanabilecekleri bir uzaklıkta ise (yani yürüyüş, bisiklet ya da toplu taşıma ile varabilecekleri bir mesafedeyse) turistin tercihi kendi deyimleri ile “old city” yani eski şehirlere yöneliyor.
İşte tam da bu noktada Mağusa suriçi ayrı bir önem kazanıyor. Son yıllarda belki de 200 yatağa yaklaşan konaklama mekanlarıyla suriçinde halkın kendi inisiyatifiyle bir turizm gelişmektedir. Bu konuda merkezi ve yerel otoritelerin bir düzenleme getirme konusunda şu ana kadar herhangi bir girişimi yoktur. Belediyenin kültürel mirasın restorasyonu ile ilgili çalışmaları dikkat çekerken ve çok önemliyken bunun ötesinde suriçinin bütünlüklü bir turizm planlaması, toplu taşımacılığı, eğlence ve konaklama mekanlarının ayrı ayrı değerlendirilmesi yönünde bir otorite yoksunluğu, suriçinin çok daha büyük bir turizm potansiyeline erişmesini şimdilik engelliyor.