Geçtiğimiz hafta Washington kaynaklı iki kayda değer gelişme yaşandı. Birincisi, IMF Yönetim Kurulu’nun Kristalina Georgieva’yı ikinci kez başkanlığa atamasıydı.
İkincisi ise Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in Dünya Bankası ile ilk 3 yılda 18 milyar dolar finansman sağlayacak bir çerçeve anlaşması imzalandığını açıklamasıydı.
IMF GELİR ADALETSİZLİĞİNİ TELAFFUZ ETTİ
İsterseniz IMF ile başlayalım. Georgieva döneminde IMF’nin fon sağladığı ülkelere dayattığı kemer sıkma politikalarında bir değişiklik gözlenmemekle birlikte; gelir ve servet adaletsizliği konularında daha duyarlı davrandığı, gerekirse sermaye kontrolleri uygulanabileceğini vurguladığı, kamu bütçelerinden sosyal harcamalara özellikle yoksulluğa yönelik programlara kaynak ayrılmasını desteklediği gözleniyordu.
Georgieva yeniden atanma kararı alınmadan yaptığı konuşmalarda, önde gelen ekonomilerin uzun dönemli düşük bir büyüme performansı sergilemesinin nedeninin servet ve gelir eşitsizliği olduğunun altını çizdi. IMF başkanlarının ağzından her zaman, ticaretin ve sermaye akışlarının serbestleştirilmesi, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, sıkı para politikalarının tavizsiz uygulanması yollu standart reçeteler duymaya alışkın gözlemciler açısından bu demeç bir ilke işaret ediyordu. IMF başkanı, John Maynard Keynes’in okulu olarak bilinen Cambridge Üniversitesi King’s College’da yaptığı sunumla, ünlü iktisatçının zamanında 100 yıl içinde yaşam standartlarının 8 kat yükseleceği öngörüsünün doğru çıktığını, ama büyümenin nimetlerinin paylaşımı konusunda bu denli iyimser bir tablodan söz edilemeyeceğini söyledi. Georgieva’ya göre, önümüzdeki 100 yıl için IMF araştırmaları çerçevesinde iki senaryo var. Ya “düşük ihtiraslı”, küresel üretimin üç kat arttığı, yaşam standartlarının ikiye katlandığı bir duruma rıza gösterilecek. Ya da daha sürdürülebilir, daha adil bir seçenek benimsenip, yaşam standartlarının dokuz kat artması sağlanacak (The Guardian 14 Mart 2024).
Daha sonra IMF bloğunda yayımlanan, IMF baş ekonomistinin de imzası bulunan bir makale, merkez bankalarının faiz artırımları sonrası ortaya çıkan tabloyu analiz ediyor. Uzun vadeli reel faizlerin devam etmesinin, düşük büyüme temposunun ve özellikle pandemi döneminde sosyal transferlerle artan kamusal borcun finansal istikrar ve kamu maliyesi açısından büyük risk oluşturduğuna dikkat çekiyor. (IMF Blog The Fiscal and Financial Risks of a High-Debt, Slow-Growth World, Tobias Adrian, Vitor Gaspar, Pierre-Olivier Gourinchas 28 Mart 2024).
IMF SERVET VERGİSİNE NASIL BAKIYOR?
Böyle bir tehlikenin oluşmamasının başlıca koşulu ise, bütçe gelirlerinin artmasıdır. Derken bu meyanda IMF’den beklenmeyecek bir başlıkla, “Serveti Nasıl Vergilendirmeli” konulu kapsamlı bir araştırma yayımlandı. Bu çalışmanın tam da Türkiye’de servet vergisinin tartışıldığı bir döneme denk gelmesi de ilginç. Ancak varılan sonuçlar, bekleneceği üzere aşırı servet sahiplerini ürkütecek cinsten değil. Çünkü, bir kişinin veya şirketin fiziksel ve finansal tüm varlıkları ile tüm yükümlülüklerinin farkından oluşan net servetinin zamana yayılarak vergilendirilmesi yaklaşımı adil ve pratik bulunmuyor. Bunun yerine, serveti oluşturan varlık kalemlerinin sağladığı sermaye kazançlarının ayrı ayrı vergilendirilmesi salık veriliyor. Vergi oranları artırılarak, vergi hasılatını düşüren açıklar kapatılarak, adaletin sağlanması öneriliyor. Yine de net servet vergisinin belli bir limiti aşan servetler için uygulanabileceği söyleniyor. Böylelikle Joe Biden’ın 2025 yılı için vaad ettiği 100 milyon doları aşan servetlerin %25 vergilendirilmesi gibi planlar için açık kapı bırakılıyor. (How to Tax Wealth, Shafik Hebous, Alexander Klemm, Geerten Michielse ve Carolina Osorio-Buitron, IMF How to Note Mart 2024). Tüm bunlara karşın IMF’nin servet vergisini telaffuz etmesi yine de bir aşama sayılabilir. Önümüzdeki haftalarda Türkiye’de bir servet vergisinin gereği ve uygulanabilirliği konusunda sürdüreceğimiz i tartışmalara katkı sağlayabilecek bir metin kaleme alındığı söylenebilir.
DB’YLE 18 MILYAR DOLARLIK ANLAŞMA
Dünya Bankası (DB) sitesinde 2024-2028 yıllarını kapsayan Ortaklık Anlaşması Çerçevesi’nin Türkiye’nin uzun vadeli potansiyelini artırmak, yüksek-gelirli ülke statüsüne yükselme çabalarını hızlandırmak, yakın dönemli şoklara karşı iyileştirmek ve yeniden imar çabalarını desteklemek amacıyla imzalandığı duyuruldu.
Bu dönemde DB’nin üç alana odaklanacağı belirtiliyor:
• Yüksek ve sürdürülebilir üretkenlik artışı: İklim değişikliğine akıllı yanıtlar üreten tarım, gıda güvenliğinin sağlanması, sanayi sektöründe karbon salımlarının azaltılması, 6 Şubat 2023 depreminden etkilenen bölgelerin ekonomik iyileşmesinin desteklenmesi.
• Kapsayıcı hizmetler ve istihdam: Gelir ve diğer eşitsizliklere yönelik kadınlar, gençler ve savunmasız gruplar için istihdam yaratılması; sağlık ve eğitime erişimde farklılıkların giderilmesi, yerel yönetim altyapı ve hizmetlerinin desteklenmesi.
• Doğal felaketlere karşı dayanıklılık: Felaketlere karşı dayanıklılık ve hazırlığa öncelik verilmesi, doğal kaynakların yönetimi ve temiz enerjiye geçişin sağlanması.
DB GÜZELLEMESI
Anlaşmanın duyulması üzerine Türkiye kamuoyunda hemen DB’nin proje bazlı kredi verdiği, çok ayrıntılı bütçelenme talep ettiği, harcamaların sadece ve sadece önceden belirtilen kalemler için yapılabileceği tarzı yorumlar paylaşıldı. Bu yönüyle de israfa, keyfi harcamalara, kapsam dışı alanların finansmanına kapalı bir çerçeve bulunduğu üzerinden, DB güzellemesi yapılmaya başlandı. Evet bunlar doğru. 18 milyar doların zamana yayılacağı, Türkiye’nin bugün yaşadığı döviz sorununa fazla etki yapacak bir nakit akışının söz konusu olmadığı değerlendirmesi de yerinde. DB’den sağlanacak finansmanın uygun faiz koşullarına sahip ve uzun vadeli doğası da biliniyor. Böyle bir anlaşmanın, piyasalardan borçlanmak açısından olumlu bir referans oluşturacağı da söylenebilir.
Gelgelelim, Washington İkizleri diye bilinen IMF-DB’sının koordineli biçimde uyguladıkları neoliberal politikaların dünyadaki derinleşen gelir ve servet dağılımı bozukluklarının başlıca sorumlularından biri olduğu, piyasalaşma ve finansallaşma süreçlerinin toplumların tüm dokularına yerleşmesinde ağır vebal taşıdığı da artık genel kabul görüyor. DB eski baş ekonomisti Nobel ödüllü Joseph Stiglitz’in Washington Uzlaşmasını tüm ülkelere tıpa tıp aynı reçeteyle dayatmaları olgusunu, “kurabiye kalıbı” metaforuyla betimlemesi örneği hala hatırlanıyor. Neoliberalizmin ülkelerin toplumsal dokularında yarattığı tahribat konuşulmadan, küresel kapitalizmin bugün yaşadığı tıkanıklıkta IMF-DB’nin rolü masaya yatırılmadan düzülen övgüler en hafif tabiriyle havada kalıyor.
DB MASUM SAYILABILIR MI?
2000’lerin başında Kemal Derviş’in IMF-DB programını “15 günde 15 yasa” sloganıyla hayata geçirdiğini; işe IMF’nin 7.5 milyar dolar EK Rezerv Kolaylığı, DB’nin 5 milyar dolar proje kredisiyle başlandığını hatırlayalım. 15 yasa tütün, şeker, enerji piyasası, telekom kanunlarını da içeriyordu. Bu politikalar hep DB’nin yapısal uyum programlarıyla hayata geçirildi. O dönem özelleştirme hızlandırılıp, enerjiden iletişime, eğitimden sağlığa kamunun egemen olduğu tüm sektörler piyasa rekabetine açıldı. Kamu yatırımlarını iyiden iyiye kıstı, elini mal ve hizmet üretiminden, hatta altyapı hizmetlerinden çekti. Özel emeklilik fonlarını, özel üniversiteleri, özel sağlık kurumlarını teşvik etti. Toplumsal hizmetler bir kar alanı olarak tanımlandı, kamunun ekonomideki rolü iyice daraltıldı.
Derviş programının 2022’den sonra AKP iktidarı eliyle bir bir hayata geçirildiğine tanıklık ettik. Bugün tarımın gerilediğinden mi şikayet ediyoruz.? Cep telefonu faturalarının kabardığından mı? Elektrik zamlarından mı? Fahiş özel okul, özel hastane ücretlerinden mi? Kamu-Özel İşbirliği projelerinin kamu bütçesine ağır yükünden mi? Tüm bu sorunların altında o gün uygulanan bu politikalar, neoliberalizmin özelleştirme-piyasalaştırma-finansallaştırma zihniyeti yatıyor. O bakımdan DB’nin teknik, ilkeli, sadece kendi işine bakan; ideolojilerden, ön yargılardan arındırılmış masum bir kuruluş gibi sunulması pek gerçekçi görünmüyor. Bu noktada kamucularla piyasacılar arasındaki açı farkı bir kez daha ortaya çıkıyor.