Milli mücadelenin ilk adımı olan 19 Mayıs, ülkenin ve geleceğin umudu gençlere armağan edildi. Onlardan laik cumhuriyete sahip çıkmaları beklendi. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir bayrak yarışı gibi elden ele sürdürülmesi gerektiği bilinciyle hareket edenler olduğu gibi, bu mirası elinin tersiyle itip darbelerle, katliamlarla, faili meçhullerle cumhuriyeti ve temel kazanımı olan eşit yurttaşlık hakkını tarumar edenler de oldu. Demokratik laik cumhuriyetten eksilte eksilte bugünün gençlerine yoksulluk, mutsuzluk ve öngörülemeyen bir gelecek kaldı.
***
IPSOS’un gençlerin görüş, tutum ve davranış ölçümlerine yer verdiği araştırmasının sonuçları çarpıcı.
Verilere göre, 18-24 yaş aralığındaki gençlerin ülkeleriyle kurduğu aidiyet duygusu Türkiye ortalamasının altında. Gençler genele göre, vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nden ve başarılarından daha az gurur duyuyor, kendileri için burada bir gelecek hayal edemiyor. Her on gençten dördü yurt dışında çalışmak istiyor. Hayatlarından memnun değiller ve beklentileri düşük. Başarısız olma korkuları iki kat daha yüksek. Her on gençten sekizi Türkiye’nin ekonomisinin mevcut durumunu kötü buluyor.
Eğitimden yargıya, kültürden sanata iktidarın her alanda öne çıkarmayı sevdiği millilik ve yerlilik söyleminin, gençlerdeki aidiyet duygusunu azaltmış olması üzerinde durulması gereken bir konu. Huzurlu ve mutlu bir hayat sürmenin yanında iyi bir mesleğe sahip olmayı dileyen gençler için devletin onlara sunabileceği en önemli hizmet kaliteli ve dünyadaki gelişmelere entegre, bilimsel bir eğitim. Gelin görün ki, bugün tartıştığımız konuların başında müfredatta yapılmak istenen ‘yenilik’ geliyor. Bilim ve teknoloji, önceki kuşağın bile uyum sağlamasını güçleştiren bir hızla gelişirken, fen-matematik ders içerikleri sadeleştirme adı altında eksiltildi. Yerli ve milli sayılmayan evrim teorisi bir çırpıda çöpe atılabildi. Ahlak, sadece din dersinin konusuymuş gibi, felsefi bilgi önemsizleştirildi.
***
Yerli ve milli ekonomik kalkınma modeli dendi, insana değil betona yatırım yapıldı. Önümüzdeki yıllarda ancak kendi yediğini üretebilen ülkelerin ayakta kalabileceği bilinirken, verimli tarım arazileri imara açıldı. Ülkenin doğal kaynakları, neredeyse sınırsızca şirketlerin kullanımına sunuldu. Bir yandan kendi ihtiyacını karşılayıp, bir yandan dünyaya katma değeri yüksek ürünler üretip satabilmenin imkanları oluşturulacağı yerde, yapımından işletmesine her adımda yabancılara kazandıran nükleer tesisler, maden ocakları övüldü. Faiz ile enflasyon arasındaki sebep sonuç ilişkisi iktisat bilimine rahmet okutularak ters yüz edildi. Türk Lirası değersizleşti, halk yoksullaştı, işsizlik arttı, emek ucuzladı.
Kültür ve sanat, Erdoğan’ın zaman zaman etkili olamadıklarından yakındığı bir alan. Yıllar önce bir müze açılışında söylediği gibi “bugün küresel güç olarak gördüğümüz ülkelere baktığımızda, onları günlük hayatımızın her alanında asıl karşımıza çıkaranın kültür ve sanat ürünleri olduğunu görürüz.” Elbette kültür ve sanat da yerli ve milli bir çehreye büründürülmeliydi. Tarihi baştan yazan, hamaseti yüksek, bütçesi zengin Osmanlı dizi ve filmleri çekildi. Kimi sevildi kimi beğenilmedi. Saray yemeklerine katılan sanatçılar makbul sayıldı, diğerleri meclisten miting alanlarına kadar her yerde eleştirildi, hedef gösterildi. Şarkı sözleri, sahne kostümleri, film senaryoları milli ve manevi değerlere aykırılıkla suçlandı. Festivaller, konserler, sergiler yasaklandı.
Ve yargı, o da millileşti. Dendi ki, ulusal yargı bağımsızdır. Aksini kanıtlayan pek çok siyasi dava açıldı, haksız tutuklamalar yapıldı ve hukuki anlamda tartışılması mümkün olmayan iddianameler yazıldı. Anayasa’yı tanımadığını söyleyen siyasiler, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını yok sayan alt mahkemeler oldu. Ülkenin gençleri, bir bayram gününde daha mutsuz ve umutsuz. Kiminin ülkeyle bağı kopmuş, kiminin koptu kopacak. Onlara bunca yıl korumak ve ilelebet yaşatmak üzere ne bırakıldı, ne kadarı layık görüldü önce bir onu sorgulamak gerekir.