Bazı işler farklı nedenlerle yeni simgelere dönüşebiliyor. Örneğin limon satmak diplomanın geçinmeyi sağlama güvencesini yitirdiği bir çağda dahi “diplomalı” bir işin karşı kutbu gibi. Aynı zamanda pazarda misal elma satmaktan farklı ama haysiyetli bir alt çizgiyi işaret ediyor. “Simit sat onurlu yaşa” kalıbıyla birlikte seyyar simitçilik, kestane satmaktan farklı, daha ziyade “onursuz” görülen işlerin karşısında haykırılan bir “küçük” iş olmuş. Pis iş denince akla ilk gelenlerden biri tuvalet temizlemek olabilir. Pistir, ağırdır, günümüzde daha ağır ve pis işler de vardır ama insan ifrazatıyla yakın temasın doğurduğu dehşet benzerlerinden ayırır. Yönetmen Wim Wenders son filmi “Mükemmel Günler”de meramını bu “en” üzerinden kurmuş diye düşündüm. “O bile”, “bunu yapmasına rağmen” ile başlıyor sanki her şey.
İzlemeyenlerin seyir zevkine limon sıkacak bir yazı bu. Kültür endüstrisinin küresel sohbet odasında, filmi “mükemmel” bulamayarak azınlıkta kalmanın nedenlerini arama mesaisi. Film kadar, hatta daha çok, yarattığı etkiyi anlamlandırma çabası. Bu büyü neden?
*
İyi bir hikâye anlatıcısı olan Wenders izleyenin nazikçe elinden tutup sakinleştirmek istiyor; Hirayama’nın güzellikleri fark etmek, kaydetmek, yetinmek gibi bu düzenin kıymetsizleştirdiği fiillerle ördüğü özel dünyasına çağırıyor.
Mutluluk, esenlik, huzur denilen insanlık hallerini zamane ambalajlarından sıyırıp çekirdek üzerine düşünmenin, her birini yeni bir kamusallıkla tanımlamanın, kendine yetmenin ve kendiyle barış sağlamanın kıymetine inanırken… Bu düzenin dayattığı hayatı, biraz da çatlaklarında bulunacak güzelliklerin, sevdiğimiz müziklerin, edebiyatın, seçtiğimiz sohbetlerin ve kimi anların çekilir kılabileceğini düşünürken… Yalınlığın, küçük olanı seçmenin “zenginliğine” ikna olmuşken… Kafama üşüşen sorularla neden daha ilk çeyreğinde sığınabileceğim bir mağara olmaktan çıkıyor film?
Neden bir temizlik işçisi değil de, oraya “düşmüş” ya da onu tercih etmiş bir kahramanımız var? Direttiği ince kültür zevklerine daha yakıştığından mı, yoksa bu seçimdeki erdemi vurgulamak için mi? Hayatının ne yaptığını bilmediğimiz en az elli yılının kefaretini öder gibi, asıl seçtiği çilecilik gibi görünen bir karakter nasıl bu kadar yaygın bir özdeşleşme yaratabiliyor? Kurmacada gerçeğin tam temsili aranmaz ama bunu sormak hikâyenin özüne dair: Neden yaptığı işin normali olan hiyerarşiden, denetim mekanizmasından azade neredeyse bir serbest meslek sahibi gibi Hirayama? Neden üstüyle tek teması karikatürleştirilmiş bir figür olan genç çalışma arkadaşı onu yarı yolda bıraktığında oluyor? Film boyunca bu umumi tuvaletlerde neden gerçekten insan pisliğinin zerresini görmüyoruz? Bu temizlik kültürel bir fark olarak okunabilir mi?
*
İki yıl önce Wim Wenders kendi sitesinden Tokyo’nun Shibuya bölgesindeki “üst düzey” umumi tuvaletlerle ilgili bir sanat projesine başladığını duyurmuş. Bu özel tuvaletler Tadao Ando, Shigeru Ban gibi dünyaca ünlü mimarlar tarafından tasarlanmış. The Tokyo Toilet, “Mükemmel Günler”i şu an bir halkla ilişkiler malzemesi olarak kullanıyor. Yeni turist rotaları oluşabilir.
*
Bir zengin bu filmi izlediğinde “Doğru ya, hayatın sırrı burada” der mi? Çıplak ellerle şevkle işe girişen, dip köşeyi aynalarla kontrol eden Hirayama’nın işini-iyi-yap mübalağası gerçek bir temizlik işçisinin asabını bozmaz mı? O zaman bu fantezi, aslen yaptığı işi tuvalet temizlemeye benzeten ve yaşadığı kadarını kabullenebilmek için nedenler arayanlar için mi? Yoksullaşan orta sınıfın Hirayama’nın güzelliklerinde bulduğu bir devam pansumanı mı? Pastoral bir şiirsellik, aforizmik bir felsefi bulutla çevrili hikâye, sorgulamadan, değiştirme inancından caymış, kapitalizmin doğal uzantısı olan yabancılaşmayı, depresyonu zararsız ve masrafsız şekilde halleden ideal çalışanı, kanaatkâr yurttaşı anlatmıyor mu aslında?
Ağaçları ve yaprakların arasından süzülen ışığı, her sabah gökyüzünü sevmek için buradan dolanmamız şart mı? Varlığımızı gezegende yeniden konumlandırmaktan doğan tevazuya, tüketim toplumunun dayattığı tatminden, sahte arzulardan kendini özgürleştirmeye dair doğru soruları üretiyor mu gerçekten? Bu kadar eleştirisiz bir bakış neye yetiyor?
*
“Küçülme”, kapitalizm sonrasına dair tartışmalarda özellikle son on yılda çokça anılan, üzerine kimi daha liberal kimi komünizme uzanan farklı tonda argümanlar üretilmiş bir konu. Japon Marksist akademisyen Kohei Saito da bu mevzuda akla ilk gelen isimlerden. Saito’nun Karl Marx’ın Ekososyalizmi, Antroposende Marx, Yavaşlama: Küçülme Manifestosu gibi kitapları Japonya’da milyonlarca sattıktan sonra, birçok dile de çevrildi.
Bu yazı zihnimden geçerken Saito’nun bu film hakkındaki fikrini merak ettim. Üzerine bir şey yazmış ya da söz söylemiş görünmüyordu. Bir söyleşi yapmak istediğime dair bir mail attım kendisine. Nazikçe reddetti ve şöyle dedi: “Bu filmin küçülmeyle ya da yavaşlamayla bir ilgisi yok. Hatta temizlik işçilerinin güvencesiz çalışma koşulları gibi, filmin geçtiği Shibuya bölgesinde devasa boyuttaki kentsel dönüşümün yıkıcılığı gibi birçok meseleyi de gizliyor.”
*
Hirayama sevilmeyecek adam değil, biz de duygusuz değiliz, ama Hirayama’yı sevmek onun daha fazla ağaç görebileceği zamana sahip olmasını talep etmeyi getirmez mi? Bir arkadaşına borç verdiği anda süfli büfelerde yiyebildiği yemekten dahi mahrum kalıp kanserojen hazır market noodle’larına mecbur kaldığı ya da gözü gibi baktığı kasetlerini satmayı düşündüğü bu hayata rıza da mı ortaklaşıyoruz? Ağaçlar sürgün verir, gözümüz uykudan kapanana kadar roman okuruz, Patti Smith de ne güzel söyler yoksa. Ama bu tam olarak neyin nostaljisi, neyin sığınağı, neyin huzuru?