2007 yılında, tarihin en ağır finans krizlerinden biri ABD’yi vurduktan kısa süre sonra Avrupa’ya da yayılacak ve kıtayı derin bir duraklama dönemine sürükleyecekti. Yükselen kamu borcu iflas riskini artırdıkça birçok ülkeler Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’den oluşan üçlü Troyka’dan kredi almak zorunda kaldı.
Borçlarını ödemekte zorlanan devletler, bu kredilerin karşılığı olarak, 1990’ların yeniden yapılanma önlemlerini bile gölgede bırakacak kadar ağır kemer sıkma politikalarını hayata geçirmek zorunda kaldılar.
Troyka Diktatörlüğü
“Yapısal reform” tabiri, radikal bir anlambilimsel dönüşümden geçti. Kökeni, işçi hareketinin külliyatına dayanan kavram, sosyal şartlarda yavaş fakat kalıcı iyileştirmeleri işaret ederken, bugün ise refah devletinin derin bir erozyonu anlamına geliyor. Bahse konu olan sözde reformlar –gerileme demek daha doğru olacaktır– birçok kazanımı ortadan kaldırırken, 19. yüzyılın açgözlü kapitalizmini hatırlatan hukuki ve ekonomik şartları geri getirdi. Bu korkunç bir resesyonun şartlarını oluşturdu.
Egemen sınıflar altsınıflara karşı büyük bir kararlılıkla mücadele ederken, buna karşı direniş büyük oranda zayıf, örgütsüz ve parçalı bir biçimde gerçekleşti. Bu durum emekçi haklarının otuz yıl önce hayal bile edilemeyeceği kadar gerilediği gelişmiş ülkelerin göbeğinde de çokuluslu şirketlerin emek gücünü ekstrem biçimde sömürdüğü, ülkelerin kıymetli doğal kaynaklarını soyduğu dünya ekonomisinin çevre ülkelerinde de aynıydı. Tüm bu gelişmeler eşitsizliklerin devasa bir biçimde büyümesine ve zenginliğin paylaşımının gezegenin ayrıcalıklı sakinleri yararına büyük ölçüde değişmesine sebep oldu. İş güvencesizliği, işçiler arası rekabet, hayatın her alanının metalaştırılması, en yoksul tabakanın kendi içerisindeki çatışmalar ve yeni, çok daha işgalci bir kapitalizmin insanların yaşamlarını ve bilinçlerini görülmemiş bir biçimde yozlaştırmasıyla toplumsal ilişkiler derin bir değişime uğradı.
Eşzamanlı olarak, Avrupa’da yaşanan kriz hızla siyaset dünyasına sıçradı. Geçtiğimiz otuz yılda, karar alıcı güçler giderek siyaset alanından ekonomi alanına devredildi, ekonomi şu anda siyasete egemen olduğu gibi sıklıkla da değişime elverişsiz bir gerçeklik olarak tanımlanıyor, gündem belirleyici bir konumda olduğu gibi kritik tercihlerin de halkın denetiminin dışında bırakılması garanti altına alınmış durumda.
Ekonomik Mecburiyetler
Çok da uzun sayılamayacak bir süre önce siyasal eylemin alanı olduğu düşünülen, bugün sözde ekonomik mecburiyetler tarafından belirleniyor, bunun siyasetsizlik maskesinin ardına saklanan ideolojisi ise aslında tehlikeli bir otoriter biçim ve tamamen gerici bir içerik barındırıyor. Buna en iyi örnek, “bütçe anlaşması” olarak da bilinen Ekonomik ve Parasal Birlik’te İstikrar, Koordinasyon ve Yönetişim Anlaşmasının (TSCG) Avrupa ülkelerinin yasalarına dengelenmiş bütçe mecburiyetini zorla sokması.
Ulusal meclislerin siyasal-ekonomik hedefler konusunda bağımsız karar alabilmesinin önüne duvar ören TSCG, en borçlu AB ülkelerinin sosyal devlet yapısını zayıflatmaya ve ekonomik resesyonu derinleştirmekle tehdit etmeye yarıyor.
Çoktandır yürütme gücünün yasama gücüne karşı güçlendirildiği antidemokratik eğilimler ve oransal seçim sistemlerinden çoğunluğu sağlamanın ek faydalar getirdiği biçimlere geçilmesi, ulusal parlamentoların temsiliyet niteliğini zayıflatmıştı. Fakat son olarak parlamentodan piyasa ve onun oligarşik aktörlerine iktidarın devredilmesi, bu dönemin demokrasisine en büyük darbeyi vurdu.
Borsa endeksleri, kredi kurumlarının değerlendirmeleri ve devlet tahlillerinin getiri farkı çağımız toplumunun en büyük fetişleri: Halkın iradesinden çok daha büyük bir değer kazandılar. Bu sayede milyonlara en büyük zararı veren kararlar, “piyasaların restorasyonu” açısından son derece ehemmiyetli olarak sunuldu.
Siyasetin en görünür olduğu an, ABD ve Avrupa’da 2008 başında bankaların kurtarılması örneğinde gördüğümüz üzere ancak ekonomiyi kurtarması için yardıma çağrılmasıyla ortaya çıkıyor. Finans temsilcileri en son kapitalist krizin etkilerini yumuşatmak için siyasi müdahaleye ihtiyaç duydu duymasına ancak ekonomik yönelimlerin ve krizin temelindeki yasaların yeniden tartışmaya açılmasının kararlılıkla karşısında durdular.
Ekonominin gücü elinde tutan hükümetlerin amaçları, kadroları ve yapıları üzerindeki kontrolü giderek artıkça, merkez sağ ve merkez sol hükümetlerin sosyoekonomik yönelimleri arasında bile bir fark kalmamaya başladı. Geçmişte “çıkar grupları” tarafından kontrol etmeye çalıştıkları ana akım medyaya, hükümete ya da iktidar yolundaki partilere büyük meblağlarda finansman sağlanırken 21. yüzyılda ana unsur, uluslararası kuruluşların buyurduğu hükümler oldu.
Teknokrat hükümetler
Bunun en büyük kanıtı, “teknokrat hükümetler” dönemi ile geldi. Luca Papademos ve Mario Monti Yunanistan ve İtalya’da seçimlerden bağımsız şekilde başbakan olarak atandı. Bu yıllarda, Sosyalist Enternasyonaldeki kimi aktörler de benzer bir yola girdi. Neoliberalizme herhangi bir alternatif olamayacağı inancıyla, Avrupa Halk Partisi grubundaki merkez sağ partilerle ittifak kurarak sistemin ekonomi ve topluma dair ana unsurlarını eleştirisiz bir biçimde benimsediler.
Buna iyi bir örnek, Alman Sosyal Demokrat Partisinin Angela Merkel’in şansölyeliğini 2005’te ve 2013’te destekleyerek tüm özneliğinden feda ettiği Almanya’daki Grosse Kaolition (Büyük Koalisyon) oldu.
Jean-Claude Juncker ve Ursula von der Leyen Avrupa Komisyonu başkanları olduğundan beri, Avrupa Halk Partisi ile Sosyalist ve Demokratların İlerici İttifakı arasındaki büyük koalisyon AB’nin temel kurumlarını yönetmeye devam ediyor.
Marcello Musto – Sosyoloji Profesörü, York Üniversitesi – @MarMusto
Çeviren: Yunus Emre Ceren