Geçtiğimiz hafta sonu yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrası ‘aşırı sağın yükselişi’ teması, Avrupa kamuoyunda sıklıkla tartışılan bir gündem maddesi haline geldi. Özellikle Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi’nin aldığı oyun, Cumhurbaşkanı Macron’un partisi Rönesans ve koalisyon ortaklarının oy oranının iki katını aşması, Macron’u erken seçim kararı almaya yöneltti. Almanya’da ise aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi, en çok oyu alan ikinci parti olurken, mevcut koalisyon ortaklarından Sosyal Demokratlar ve Yeşiller önemli oy kayıplarıyla seçimi tamamladılar. İtalya’da Başbakan Meloni ve İtalya’nın Kardeşleri Partisi birinci parti olarak çıkmayı başardı ve pozisyonunu konsolide etti.
Seçim sonrası çeşitli medya organlarında yapılan yorumlarda genellikle aşırı sağın yükselişinin temel dinamiğinin göçmen karşıtlığı olduğu ya da kültürel öğelerle bu gelişmelerin açıklanabileceği yönünde açıklamalar ağır basıyor. Bu yazıda, bu yorumların yaşanan gelişmeleri anlamlandırmada, özellikle kök nedene gitmede eksik kaldığını ileri süreceğim. Biraz geriden alarak süreci açıklayıp, esas olarak aşırı sağın yükselişinin kökeninde neoliberalizmin krizi olduğunu açıklamaya çalışacağım.
YENİLEN 1968 DEVRİMİ
1945 sonrasında Avrupa siyasetini şekillendiren temel güç sosyal demokratlar ve onun daha solunda yer alan sosyalistler ve işçi hareketleriydi. Bu, Refah Devleti olarak adlandırılan ve ekonomik büyümenin nimetlerinin işçi sınıfı ve sermaye tarafından paylaşıldığı bir düzene işaret ediyordu.
Bu paylaşımın kökeninde emek üretkenliği artışları ile reel ücret artışlarının el ele gitmesi vardır. Bu sayede emeğin milli gelir içindeki payı artmış, sosyal yardımlar ve kamu harcamalarıyla desteklenen iç talep, güçlü ekonomik büyüme oranlarını getirmiştir.
Savaş sonrası yıkımın ortaya çıkardığı yaraların sarılmasını ve büyük yatırım programlarını getiren bu dönemin bir istisna mı yoksa tekrar edilebilir bir model mi olduğu konusunda çeşitli yaklaşımlar mevcut. Ancak eğer 1945-1980 arası dönemi bir parantez olarak kabul edersek, 1980 sonrasında esasında kapitalizmin ‘normal’ işleyişine döndüğünü ileri sürebiliriz.
1980 sonrasını belirleyen, 1970’li yıllarda sınıf mücadelesinin şekillenişiydi. 1970’ler 1968 Hareketi ile zirveye ulaşan ancak daha başarıya ulaşamayan devrimci hareketlerin yenilgisi anlamına geliyordu. Aynı şekilde 1970’lerin sonu, kapitalizmin krizinden çıkış için sermayenin yeni karlılık stratejileriyle dünya ekonomisini yeniden şekillendirdiği bir dönemdi.
NEOLİBERAL MERKEZ
Bu dönem bir yandan Keynesyen politikaların geride bırakılmasını ve sistemin kökeninde yer alan işçi sınıfının ve sendikaların gücünün kırılması yönündeki adımlardan oluşuyordu. Diğer yandan da ekonomi yönetimlerinin kural temelli bir şekilde yeniden yapılandırılmasına ve özellikle para politikasının siyasetin etkileyemeyeceği bir yerde konumlandırılmasına dayanıyordu. Bu dönemde teknokratik kurumların öneminin artmasına şahit olduk. Merkez Bankalarının ekonominin kilit kurumları haline gelmesi, uluslararası ekonomik kurumların öneminin artması ya da serbest bırakılan sermaye akımları sonucunda ülke ekonomilerinin finansal krizlerle karşılaşmaları, yeni dönemin temel özelliklerindendi.
Bu dönemde, Dani Rodrik’in ifadesini kullanırsak, bireysel hakların genişlediği sınırların belirsizleştiği ve ulus devlet otoritesinin üst bir organ olan AB’ye transfer edildiği bir hiper-küreselleşme dönemi yaşandı. Bu hiper-küreselleşme dönemini neoliberal merkez siyaset şekillendirdi. Merkez sol ve merkez sağ, aynı ekonomik programda ve büyüme modeli savunusunda birleşti.
Sosyalistlerin ve solun güç yitirmesi, neoliberal dönüşüm programlarının bizzat sosyal demokratlar tarafından uygulanması, geniş toplum kesimlerini ve özellikle mavi yakalıları giderek milliyetçi-muhafazakar propagandaya karşı savunmasız bıraktı.
FİNANSAL KRİZ
Bu genel eğilim sürerken gelen 2008 krizi ve 2008 krizine Avrupa’da verilen politika tepkisi, neoliberal politikaların devamı anlamına geliyordu. Genellikle kamu harcamalarının kısıtlanması, sosyal yardımların azaltılması ve vergilerin artırılması gibi önlemleri içeren kemer sıkma politikaları, toplumun siyasetçilere ve kurumlara olan güvenini daha da geriletti.
Sonuçta, ‘yozlaşmış siyasi ve ekonomik elitlere karşı halkın gerçek çıkarlarını savunduğunu’ ileri süren milliyetçi-muhafazakarlar, popülizmi ve kutuplaştırmayı güçlü siyasi bir strateji olarak kullandığında, geniş kesimlerin desteğini aldılar.
Yani kriz karşısında, bizzat krize neden olan ekonomi politikalarıyla devam edilmesi (yani daha fazla neoliberalizm) merkez siyasetin erimesinin gerisindeki temel dinamiktir.
KEMER SIKMA
Reel ücretler açısından bakıldığında, Almanya’da özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile 2022’de başlayan enerji fiyatlarının yükselişinin etkisi, önceki kriz dönemleriyle karşılaştırıldığında çok daha büyük olmuştur. Örneğin 2008 yılındaki Küresel Finansal Kriz sırasında Almanya’da reel ücretler oldukça sınırlı bir şekilde yüzde 0.4 oranında düşmüştür. 2020’deki Kovid-19 salgını sırasında da reel ücretlerdeki düşüş yüzde 0.8 oranında kalmıştır. Ancak 2022’deki düşüş yüzde 3.4’ü bulmuştur (s. 16, dileyen okuyucu şu çalışmaya göz atabilir). Uzun dönemli baktığımızda ise 2020-2022 arasındaki dönemin (özellikle de 2022’de) 1950 yılından bu yana reel ücretlerin en çok düştüğü yıllar olduğunu görüyoruz (s. 12).
Üstüne üstlük, reel ücretlerin baskılandığı ve ekonominin durma noktasına geldiği 2023 yılında Almanya’daki Anayasa Mahkemesi’nin ek bütçe harcamalarını iptal etmesi üzerine, yeniden kemer sıkma politikalarına dönüldü. Yani geleneksel olarak ücret baskılamasına ve ucuz enerji girdisine dayalı ihracata dayalı büyüme modelini sürdürmek giderek daha zor hale geliyor.
Almanya için sıraladığım bu sorunlar, diğer Avrupa ülkelerinde faklı düzeylerde yaşanıyor ancak 2008 krizi sonrasında bir bütün olarak Avrupa’nın ihracata dayalı bir büyüme modeline geçişte, özellikle Güney Avrupa ülkelerinin kemer sıkma ve yapısal uyum programlarıyla ‘ıslah edilmeleri’ etkili olmuştu.
DEMOGRAFİK KRİZ
Sıraladığım tüm bu sorunlara, bir yandan gelir dağılımı eşitsizliklerinin artmasını, diğer yandan da geniş toplum kesimlerinin daha önceden var olan haklarını günden güne kaybetmeleri ekleniyor.
2008 krizi sonrası uygulanan kemer sıkma programı ve refah devleti uygulamalarının kısmen geri çekilmesi ya da kapsamının daraltılmasına ek olarak Avrupa ülkelerinin yaşadığı daha temel sorun, nüfusun yaşlanması, yani demografik krizdir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa toplumları bir yandan ekonominin büyümesi, hatta gündelik işlerin yürütülmesi için emek ithal etmek zorundadır. Ancak diğer yandan bu ‘emek ithali’ zorunluluğunun yarattığı sosyal gerginliklerin nasıl çözüleceği halen belirsizdir. Dahası, sosyal hakların günden güne gerilediği bir konjonktür, milliyetçi-muhafazakarların göçmen karşıtı propagandasıyla birleştiğinde patlayıcı sonuçlar ortaya çıkabiliyor.
Kısacası, çoklu kriz konjonktüründe Avrupa ülkelerinde merkez siyaset giderek güç kaybediyor. Bunun kökeninde neoliberal çerçevenin krizi var. Geçtiğimiz hafta kaldığım yere referans vererek tamamlarsam, sanayi politikalarının geri dönüşü tartışması, neoliberalizmin krizine merkez siyasetin getirdiği çözümlerden birisi. Ancak solun bir siyasi alternatif yaratamadığı mevcut siyasi düzlemde bu çözümün siyasi veçhesi, merkez sağ ile aşırı sağ arasında şekillendiriliyor.