Bilgisayar ve ağ temelli, yapay zekâlı/robotik üretim, biyoteknoloji, nanoteknoloji, siborg ve inorganik mühendisliği vb. alanlarındaki gelişmeler, ideolojik kültürel yaşamdaki mutasyonlar, haklı olarak toplumların ve “insan”ın geleceği üzerine tartışmaların yoğunlaşmasına yol açtı.
Egemen popüler söyleme göre, insan bir yandan kendisinden ilerisini yaratacak duruma geldiği için tanrılaşıyor; öte yandan, algoritmaların hükmettiği bir nesneye dönüşüyor. Öyle ya da böyle, iki durumda da bildiğimiz insanın sonuna işaret edilmiş oluyor.
Bu tartışmanın felsefi, ideolojik ve kültürel boyutları var. Bu yazıda, “transhümanizm” başlığı altında yürütülen tartışmaların insanın özneliğiyle ilgili yönü üzerine eleştirel bir özet yapmaya çalışacağım.(1)
Transhümanizmin içindeki farklı eğilimleri de kapsayan ana tezi, bilim ve teknolojinin sunduğu tüm olanaklardan yararlanarak insan türünün mükemmeleştirilmesinin, “yükseltilmesi” nin hem mümkün hem de arzu edilir bir amaç olduğu biçiminde özetlenebilir.
Devam etmek için gerekli bir soru: Toplumsal ilerlemenin aynı zamanda bir değişim süreci olduğu açıktır; peki her değişim ilerleme midir? Bu soruya, burada tartışmasına girmeden vereceğimiz yanıt kısa ve kesindir: Hayır, her değişim ilerleme değildir!
TRANSHÜMANİZM
Luc Ferry, insanı biyolojik ve toplumsal varoluşuyla uyumlu biçimde daha sağlıklı, daha iyi, daha ileri, daha yetkin bir konuma getirmek isteyen transhümanistlerle bir tür teknolojik operasyon mantığıyla onu bildiğimiz “insan” olmaktan çıkarmak isteyen transhümanistler arasında uzlaşmaz bir çatışma olduğunu belirtiyor.
İkinci eğilimi benimseyenlerin argümanları özetle şöyle: İnsanı, öteki canlılar ve makineler karşısında ayrıcalıklı bir varlık olarak gören hümanist yaklaşım doğru ve mantıklı değildir. İnsan, anlaşılması zor, karmaşık, köhne bir algoritmadır. Aşılması hem mümkün, hem gereklidir. Yapılması gereken, mevcut “malzemeyi” kullanarak, makineyle bütünleştirerek bugünkünden tümüyle farklı yeni/melez bir tür yaratmaktır. Bu, ‘insan sonrası’ yeni “üstün insan”a ulaşmayı olanaklı kılacağı için gerçek bir ilerleme olacaktır (!)
Bir de, insan bilincini salt “maddi” bir ürün olarak gören “maddeci” transhümanistler var. Onlara göre, makineler insanı kusursuz biçimde taklit edebildiğine, hatta mevcut insan kapasitesini aşabildiklerine göre kendilik bilincine de varabilirler. Bu görüştekilerin anlamadıkları, kendilik bilinci için duyguların, duyguların varlığı için de biyolojik bir bedenin gerekli olduğudur! Makineler, kendilik bilincine ve özgür iradeye sahip olamazlar. Güdü, amaç ve tercihlerimizin anlatımı olan özgür irade, tarihe ve biyolojik bedene sahip olan insana özgüdür. İnsan beyni de, canlı bir bedenin canlı organıdır!
Transhümanizmi (insanaşkıncılık), posthümanizme (insan sonrasıcılık) ve giderek antihümanizme götüren düşünce zincirinin halkaları böyle diziliyor.
Transhümanizm, insan türünün çok temel iki sorununa yanıt verme iddiasında olduğu için etkilidir. Bu iddialardan birincisine göre, DNA’ya müdahale ile insan bireyi “şanstan seçime” geçme olanağına kavuşmaktadır. İkincisi, sonsuz yaşam ya da ölümsüzlük özlemi artık mitoloji ve dinin değil bilim ve teknolojinin konusu haline gelmektedir. İnsan beyninin nöron ağlarıyla, bağlantılarıyla, belleğiyle kaydedilmesine, saklanmasına, böylece ölümsüzleştirilmesine az kaldı. Genetik cerrahideki gelişmeler sayesinde kusurlu genler onarılabilecek, organizmalarımıza yerleştirilen saç telinden binlerce kez küçük nano makineler bedenlerimizdeki her türlü hastalığı/bozulmayı anında giderebilecek, yapay organlar eskiyenlerle değiştirilecek, beynimize takılacak donanımlarla düşünme, depolama, işleme kapasitelerimiz artacak vb.
Daha da uzatılabilir; bu yazı için bu kadarı yeter.
Bilimdeki, teknolojideki, iletişim araçlarındaki gelişmelerin toplum ve insan yaşamında önemli ve olumlu değişiklik olanakları sunduğu doğru. Ama aynı gelişmelerin kapitalizmin boyunduruğundaki insanlığı gerçekten “yeni” ve dramatik sorunlarla yüz yüze getirdiği de açık.
Olanaklar ve sorunlar, günümüzde felsefi, ideolojik, kültürel ve siyasal boyutlarıyla son derece kapsamlı, akademik anlatımla “mülti-disipliner” tartışmaların konusudur. Konunun, teknoloji-toplum- insan ilişkilerini ilgilendiren genel ve evrensel bir çerçevesi var. Yineleyelim; bizi bu yazıda ilgilendiren, insanın özne ve fail olmaktan çıkmakta olduğu savı ve savunusudur. Temel sav, insanın tarihin ve kendi yaşamının öznesi olmadığı ya da artık olmaktan çıktığıdır.
Peki “insan”? İnsanın üzerinde anlaşacağımız bir tanımı var mı?
TÜRSEL BİR VARLIK OLARAK İNSAN
Bu soruya yanıtımız özetle şöyle: İnsan, belli güçleri ve gereksinimleri olan bir canlıdır. Doğal/biyolojik güç ve gereksinmeleri, öteki canlılarla aynıdır: Beslenmek, üremek, barınmak vb… İnsanı, bir “türsel varlık olarak” farklı kılan özellikler ise düşünme, konuşma, beyinle ellerin iş birliğiyle üretme kapasitesi olarak özetlenebilir. İnsan, doğduğu doğayı, çevresini değiştiren, doğayı ve çevreyi değiştirirken kendisi de değişen, önce düşünüp sonra eyleyen, dil aracılığıyla iletişim kuran, üretim ve dil yordamlarıyla toplumsallaşan bir varlıktır. Toplumsallık, türün maddi ve manevi gereksinmelerini, toplumsal ilişkiler aracılığıyla karşılaması ve yeniden üretmesi demektir. İnsan, tek toplumsal canlıdır. İnsana ilişkin temel kavram “birey” değil, “toplumsal birey”dir. Bu çerçevede yalnızca “birey” vurgusu, insanın bencilleşme anlamında bireycileşmesini, toplumdan soyutlanmasını, içine kapanmasını anlatmaktadır.
İnsanın türsel doğası üretim, toplumsallık ve bilinçli yaşam etkinliğidir.
Bu üçünü birleştiren birincil kurucu öğe, kavramla düşünmeyi, kavramları ve bilgiyi gelecek kuşaklara aktarmayı olanaklı kılan dil’dir.
‘YABANCILAŞMA’, ‘ŞEYLEŞME’ VE ‘META FETİŞİZMİ’
Marx’ın konumuzla ilgili olarak kullandığı yukarıdaki üç kavramın son derece güncel olduğunu düşünüyorum.
Yabancılaşmayı, insanı türsel özelliklerinden uzaklaştıran her şey olarak anlayabiliriz.
Marx, yabancılaşma teorisini, insanın doğayla, kendi üretici etkinliğiyle, ürünüyle, kendi türüyle ilişkileri üzerinden kurdu.
Yabancılaşmanın ve şeyleşmenin en önemli göstergesi, Marx’ın deyişiyle, her şeyin “insanlık dışı” bir gücün egemenliği altına girmesidir. Meta, para, sermaye, devlet, din, ataerki; şimdilerde oligopollerin elindeki enformasyon, büyük veri, yapay zekâ, “nesnelerin” ya da “şeyler”in interneti vb. insanlık dışı güçlerdir. Yabancılaşma, şeyleşme, fetişizm bu insanlık dışı güçlerin binlerce kılcal damarla tüm uygarlığı sarmasıyla en uç noktasına varmıştır.
“İnsani etkinlik” ten ve iletişim kurma kapasitesinden uzaklaşma yabancılaşmanın, şeyleşmenin, meta fetişizminin günümüzdeki uç göstergeleridir.
Aşırı uzmanlaşma ve iş bölümü, insani etkinlik ufkunu ve pratiğini daraltmış, insan insana ilişki ve iletişimin yerini ağa bağlı algoritmalar arası ilişki ve iletişimin alması sınıflı toplumlarla birlikte sürekli eksilen, yabancılaşan toplumsal bireyi yok olmanın eşiğine getirmiştir. İki yıl önce bu dünyadan göçen Marksist tarihçi/antropolog Neil Faulkner’e katılıyorum: Yabancılaşma “sınıflı topluma ve dolayısıyla insanlık tarihinin son beş bin yılına has bir toplumsal ilişki türü” dür.(2)
BURJUVA AYDINLANMACILIĞININ ‘İNSAN’I VE HÜMANİZMİ
Bu tartışmayı sağlıklı yürütebilmek için açıklığa kavuşturulması gereken bir sorunumuz var: Burjuva hümanizmi!
“İnsan” ve insancıllık (hümanizm), burjuva Aydınlanmacılığı kategorileridir. Tanrı, din ve hurafelerin yerine aklın ve bilimin, onun temsilcisi/taşıyıcısı olarak da insanın öne çıkarılması insan düşünce ve pratiğinde ileri bir adımdır. Aydınlanmanın insan kavramı, kendisinden önceki insan kavramını aşan, kendisi de aşılmış bir kavramdır. Kapitalizm, insan kavramını ayrıcalıklı ve ayrımcı bir içerikte yeniden inşa etti. Doğal kaynakların insan gereksinmeleri için sınırsızca tüketilmesi, hayvanların insan gereksinmelerini karşılayan nesne/araçlar olarak görülmesi, özellikle sanayi devrimi ve sonrasında insanla doğa arasındaki metabolik yarılmanın eko yıkıcı bir yolda baş döndürücü bir hızla ilerlemesi insan merkezli evren anlayışının ve burjuva hümanizminin yapı taşlarıdır. Dahası, burjuva hümanizmi, kendisinden önceki üretim biçimlerinde olduğu gibi tüm insanları “insan” tanımının içine almamıştır. “İnsan”, beyaz, erkek ve Batılı bireydir! “İnsan hakları” vb. de yalnızca bu “insanlar” için geçerlidir. Soykırımcı Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde ABD Kongresi’nde ayakta alkışlandığı sahne kapitalist hümanizmin geldiği yerin ibret belgesidir.
İnsan, dünyanın efendisi, varoluşsal bir kutsallık halesi değildir. İnsanın iyiliği ya da kötülüğü üzerine yapılan genellemelerin hiçbir bilimsel, teorik değeri, geçerliliği yoktur. Tarihteki tüm ilerlemeler, gerilemeler, iyilik ve kötülükler insan eseridir. Dünyayı doğayla, öteki canlılarla dost bir uygarlığa dönüştürecek olan da, yeryüzüne ekolojik yıkımı, ölümü indirecek olan da insandır. Kimileri haklı “antihümanist” argümanlar şu gerçeği değiştirmiyor: Dünyayı iyiye ya da kötüye doğru değiştirme kapasitesine sahip insandan başka bir özne yoktur!
TOPLUMSAL AKIL-TEKNOLOJİK AKIL
Uygarlığımızın en önemli sorunu, binlerce yılın kümülatif birikiminin ürünü olan bilimsel-teknolojik akılla toplumsal akıl, toplumsal bireyle şeyleşmiş parçalanmış birey arasındaki mesafenin uçurumlaşmasıdır.
Bu paradoksun farklı dışa vurumları, ara yüzleri, yarattığı olanak ve tehlikeler üzerine tartışmaya devam edeceğiz. İnsanlık olarak önümüzdeki almaşıklar toplumsal insanın özgürleşmesi/ “evrensel insan”a büyümesi ile barbarlığa/taş devrine dönüş olarak billurlaşıyor.
Bu yazının son sözü bugün yüz yüze olduğumuz paradoksu ve ondan çıkış adresini 168 yıl önce dile getiren Marx’ın olsun:
“Günümüzde her şey karşıtına gebe görünüyor: İnsan emeğini [emeğinin süresini-HY] kısaltma ve bereketlendirme harikulade gücüne sahip makinelere rağmen, insan yoksulluk içinde, gücünün ötesinde çalışıyor. Yeni zenginlik kaynakları, gizemli bir büyüyle yokluk kaynakları haline dönüşüyor. (…) İnsan doğayı egemenliği altına alırken, aynı hızla öteki insanların ya da kendi alçaklıklarının kölesi haline geliyor. Bilimin saf ışığı bile, cehaletin karanlık zemininden başka hiçbir şeyi aydınlatamıyor. Tüm buluş ve ilerlemelerimiz…insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırmaktan başka sonuç vermiyor.
Bir yanda modern sanayi ile bilim arasındaki bu karşıtlık, öte yanda modern sefalet ve çözülme; üretici güçler ile çağımızın toplumsal ilişkileri arasındaki bu karşıtlık elle tutulur, karşı konulamaz ve tartışılmayacak bir gerçektir.
Tüm bu çelişkilere damgasını vuran kurnaz ruh halini yanlış anlamıyoruz. Toplumun ortaya çıkan yeni güçlerinin iyi çalışmasının yalnızca ortaya yeni çıkmış olan işçi sınıfı tarafından yönetilmesine bağlı olduğunu biliyoruz. Onlar da makineler gibi modern zamanların icadıdır.”(3)
NOTLAR:
(1) Transhümanizm konusundaki farklı tezlerin derli toplu bir özeti için: Luc Ferry, Transhümanist Devrim, Çeviren: Kağan Kahveci, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İkinci Basım, İstanbul, Haziran 2023
(2) Neil Faulkner, Tırmanan Faşizmin Kitle Psikolojisi Marksist-Freudyen Bir Analiz, Çeviren: Utku Özmakas, Yordam Kitap, İstanbul, Nisan 2024, s. 18
(3) Karl Marx’ın 14 Nisan 1856’da Çartist Halkın Gazetesi’nin (People’s Paper) toplantısında yaptığı konuşmadan.