Milli futbolcu Merih Demiral’ın Avrupa Şampiyonası kapsamında Avusturya ile oynanan maçta bozkurt işareti yapması ve ardından UEFA tarafından iki maç ceza alması, Türkiye’de geniş bir tartışma yarattı. Dışişleri Bakanlığı bozkurt işaretini “tarihsel ve kültürel bir sembol” olarak tanımladı, başta İlber Ortaylı olmak üzere Türkiye’nin önde gelen kanaat teknisyenleri bozkurdun Türk milletinin ortak sembolü olduğuna dair açıklamalar yaptı. Birkaç gün içerisinde bozkurt işaretinin siyasetler üstü ulusal bir simge olduğuna ilişkin geniş bir konsensüs oluştu. Hatta İYİ Parti hızını alamayıp bozkurt işaretinin “Türklerin ulusal sembolü” olarak tanınması için bir yasa teklifi hazırladı.
Türkiye’de faşist hareketin sembol ve söylemlerinin ana akımlaşması aslında yeni değil. 1990’lı yılların başından itibaren ülkenin soy faşist geleneğinin temsilcisi MHP’nin saygın ve makbul bir siyasal parti, “merkez” bir siyasal eğilim olarak yeniden tarif edildiği bir süreç yaşandı. Bu süreç aslında sadece Türkiye’ye has bir gelişme değil. 1989’da “reel sosyalizmin” çözülüşünden sonra, başta İtalya olmak üzere bir dizi ülkede İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş antifaşist mutabakatta ciddi çatlaklar oluşmaya başladı. Faşizmi adeta siyasi bir günah addeden, dolayısıyla tarihsel faşizme referans veren siyasal akımları baştan gayrimeşru sayan siyasal geleneğin eski gücü ve inandırıcılığı aşınmaya başladı. Antifaşizmin toplumsal omurgasını oluşturmuş işçi hareketinin gerileyişi, devrimci ve radikal solun uzatmalı krizi ve dahası, faşizmi ve komünizmi iki “totalitarizm” olarak eşitleyen liberal antitotalitarizm eski antifaşist mutabakatın temellerini zayıflattı.
Faşizmi, bir rejim, bir politik hareket ve bir ideolojik çerçeve olarak değerlendiren neredeyse tüm antifaşist yorumlar “eski moda”, değişen tarihsel gerçekliği kavrayamayan “ideolojik” yaklaşımlar olarak damgalandı. Böylelikle klasik antifaşist yorumlar siyaseten ve entelektüel dünyada itibarsızlaştırılırken, Türkiye’de MHP, Fransa’da Le Front National (Milliyetçi Cephe) ya da İtalya’da Allianze Nationale (Ulusal İttifak) gibi hareketlerin artık yeni bir politik çerçeveyi ve örgütsel gerçekliği temsil ettiği ileri sürülerek bu hareketleri başka şekilde yorumlama gerekliliğinin altı çizildi. Elbette tüm bu akımlar 1930’lardaki klasik faşizmden, 1970’lerdeki yeni faşizm analizlerinin yapıldığı dönemdeki öncüllerinden belirli oranda farklılaşmış idiler. Ancak bu farklılaşma belirtilirken, bu hareketlerin artık “merkez sağın” meşru bir parçası olduğu ifade edilerek hem geçmişle süreklilikleri hem de mevcut politik momentte temsil ettikleri faşistleşme süreçlerinin önemi silikleştirildi. Neo ya da post faşist adı verilen bu akımların yükselişe geçtiği bu süreçte faşist geleneğe atıflar, faşist sembol ve pratikler gayrimeşru olmaktan çıkıp meşrulaşmaya, itibar kazanmaya başladılar.
Bu sürece faşizmin tarihsel suçlarını göreceli kılan, faşist terörle antifaşist direniş arasındaki farkı muğlaklaştıran, faşist şiddetle antifaşist direnişi ve özsavunmayı özdeş sayan yeni bir tarihsel okumanın giderek egemen olması eşlik etti. “Post-antifaşist”, yani antifaşizm sonrası paradigma olarak adlandırılan bu yaklaşım, antifaşizmi artık geçmişte kalması gereken ideolojik dogmatizmin bir yan ürünü addediyor, antifaşist “mitlerin” dağıtılması gerektiğini öne sürüyordu. Kapitalizmin ve faşizmin şiddeti ve bunun karşısındaki devrimci şiddetin tezahürlerine dair aslında çok daha geniş bir ideolojik ve politik tartışmanın parçası olan bu yaklaşımlar, her tür anti faşist direnişi öncelikle “suçları” ve yaydığı şiddetle anarak itibarsızlaştırma sürecini güçlendirdi. İtalya’da faşistlerin ve antifaşist direnişçilerin, Yunanistan’da Naziler ve işbirlikçilerinin terörüyle antifaşist mücadelenin, İspanya’da Frankocularla cumhuriyetçilerin silahlı mücadelesi birbirine eşitlendi, iki “tarafın” da “suçları” eşdeğer sayılmaya başlandı. Faşizm böylece “utanılacak” bir şey olmaktan çıktı, faşist geçmişe ilişkin sinizm ve görecelilik giderek yaygınlaştı.
Benzer bir süreç Türkiye’de de söz konusu oldu. 1960’ların sonundan başlayıp 1970’lerde yaygınlaşan faşist şiddetin bir “sağ-sol çatışması” şeklinde tanımlanması, özellikle 12 Eylül darbesinin ardından yerleşiklik kazandı. “Kandırılmış” ama “idealist” sağcı gençlerin de solcu gençlerin de aynı “karanlık odakların” kurbanı sayıldığı bu anlatının giderek popülerleşmesi MHP’nin ana akımlaştırılmasında temel bir rol oynadı. Post-antifaşist paradigma faşist şiddetin katlettiklerinin anısını depolitize etti, diğer yandansa faşistlerin makul ve meşru siyasal aktörler olarak yeniden tanımlanmasını kolaylaştırdı. 1990’ların devam eden Kürt savaşının güzergahlarında, devrimci şiddet ya da anti faşist şiddeti faşizmin şiddetiyle eşitlemek daha kolay bir hal aldı. Dahası, devletin Kürt savaşı bağlamında terör tanımını giderek genişlettiği bir dönemde, antifaşist mücadelenin meşruiyetini savunmak daha da zorlaştı.
Dolayısıyla, Türkiye’de Türkeş’in “bilge lider” ilan edilmesiyle İtalya’da Allianze Nationale lideri ve sonra dışişleri bakanı Gianfranco Fini’nin Mussolini’yi 20. yüzyılın en büyük lideri olarak anması aynı tarihsel dinamiğin parçalarıydı. Üstelik Türkiye örneğinde tarihsel olarak antifaşist konsensüsün dünyadaki başka örneklere göre daha zayıf olması, MHP’nin normalleştirilmesi sürecini çok daha etkili kıldı. Bu süreç ikili bir işlev gördü: Birincisi Komandolar adıyla örgütlenen ve özel harp aygıtının sivil kolu olarak iş gören Ülkü Ocakları’nın, özellikle 1977-1980 arasındaki sosyalist, devrimci kıyımı sürecinde vurucu güç olarak iş gördüğü gerçeği neredeyse siyaset alanının dışına çekilerek silikleştirildi. İkincisi de MHP’nin 1990’lar boyunca Kürt savaşının olabilecek en sert şekliyle sürmesini desteklediği ve olası en küçük bir diyalog, müzakere barış imkânını boğarak kendini konsolide ettiği gerçeğinin üstü örtüldü.
Ana akım medya, MHP’nin merkeze taarruzunu, “ürkütücülükten” sıyrılma hamlesini 1990’lı yıllardan itibaren istikrarlı bir biçimde ve hararetle destekledi. “Ülkücülüğün” ana akımlaşması sürecine iştah ve şevkle çanak tuttu. Medya organlarında Kürt meselesini bir “etnik iç savaşa” dönüştürmediği için MHP’ye teşekkür etmek gibi insanın kanını donduran yorumlar yaygınlaştı. Bu süreçte MHP’ye dönük ifade edilen her rezerv siyasal dogmatizm olarak mahkûm edildi. Bu durum, geçmişte faşist şiddetin hedef aldığı siyasi eğilimlerin dahi “ülkücülüğü”, onun simge ve söylemlerini meşru addedip içermeye çalıştığı bir sonuca yol açtı.
Öte yandan hem küresel düzeyde hem de Türkiye örneğinde tezahür eden faşizmin anaakımlaşması süreci bir tarihsel boşlukta ve hiç itiraz almadan cereyan etmedi. Örneğin, antifaşist hareketin politik gücünün ve tarihsel birikiminin güçlü olduğu Fransa’da, önce Jean Marie le Pen’in sonra da Marine le Pen’in sözcülüğünü yaptığı siyasi eğilimin klasik faşizmden farklı yeni bir sağı temsil ettiği tezlerine Fransız radikal solunun önemli bir kısmı “dédiabolisation” (şeytan olmaktan çıkarma) adını vererek şiddetle itiraz etti. Rassemblement National’in (Ulusal Birlik) son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aldığı %34 oyun değerlendirmesini yaparken pek çok Fransız sosyalisti, bu sonuçta son 25 yıldır çalışan dédiabolisation sürecinin tahrip edici etkisinin altını çizerek ihtiyacımız olan şeyin belki de yeni ve iyi tasarlanmış bir rédiabolisation (yeniden şeytanlaştırma) olduğunu ileri sürdüler. Neo ya da post faşist hareketlerin yeni sağ popülist hareketler veya aşırı sağ hareketler olarak tanımlanmasına itiraz ederek, şeyleri adıyla çağırmanın önemini vurguladılar ve RN’in faşist karakterinin altını çizdiler.
Futbolcu Merih Demiral’ın yaptığı bozkurt hareketi ve buna gelen “abartmayalım, ne de olsa bu hareket Türk milletinin ortak bir sembolüdür” diye özetlenebilecek yorumları, kabaca anlatmaya çalıştığımız faşizmin anaakımlaşması ve post-faşist çerçevenin tahkim edilmesinin bir parçası olarak görüyoruz. Bu konuyu ele alırken, neredeyse dalga geçilecek ölçüde bir ciddiyetsizliği bırakmalıyız diye öneriyoruz. Demiral bu hareketi, hem de göçmenlere karşı korkunç bir pogromun düzenlenmesinden bir gün sonra (ve Sivas katliamının yıldönümünde), milliyetçi, şoven bir sembolü kullanma arzusuyla yaptı. Buna verilecek cevap, zavallı bir laf cambazlığı ile bu hareketin aslında Türklerin ortak değeri olduğu olamaz.
Biz bozkurt işaretinden akan kanı görüyoruz. 1970’li yıllardan beri bu işareti yapanların devrimcileri, sosyalistleri, Alevileri, işçi önderlerini, kadınları, transları katledenler ve onların destekçileri olduğunu biliyoruz. Türkiye tarihinde MHP’nin ilk defa bu kadar uzun süredir iktidarda olmasının bir sonucu olarak bozkurt işareti yapmak giderek normalleşmiş ve yaygınlaşmış durumda. Dolayısıyla meseleyi kavramsal bir tartışma ya da bir sembolün tarihsel dolaşımı olarak konumlandırmak, içinden geçtiğimiz faşistleşme süreçlerinin ya ciddiyetini kavramamak ya da ona karşı verilmesi gereken mücadeleden kaçınmak anlamına geliyor.
Antifaşizmin gerileyişi, tarihsel faşizmin türlü türevlerinin siyasal merkezi kuşatması, faşizmin sembol ve ritüellerinin sıradanlaşması sonucunu yarattı. Bu kuşatmayı yarmak, faşizmin sıradanlaşmasına set çekebilmek için faşist sembollerin hangi kökten kaynaklandığı ya da ulusal semboller sayılıp sayılmaması gerektiği gibi beyhude tartışmaları bir kenara bırakmalıyız. İhtiyacımız olan, geçmişin antifaşist geleneklerinden ilham alan ama faşizmin güncel tezahürlerinin çoğulluğuna yanıt verebilecek esnekliğe de sahip olan bir antifaşist duruşu günümüzde inşa etmektir. Bu tartışma, ancak böylesi bir inşa sürecine katkısı olursa politik olarak anlamlı olacaktır.