Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüz, MELATYA!
Baf, Poli bölgesinde küçücük bir köy.
Melatya, Melandra, Istinco, Zaharga, Sarama, Evrettu, Tremitusa, Hirsofu, Pelatusa, Magunda.
Birbiriyle komşu Türk köyleri. Melatya anne ve babamın köklerinin geldiği köy.
Her yaz kırk günümüzü geçirdiğimiz köyümüz.
1968 yılına kadar yollar kapalıydı ya, o zamana kadar gidememiştik köye. Yollar açılınca 1968 yazında gittiğimizi hatırlıyorum. En son, 1973 yazında gidebilmiştik.
Meğer Melatya ’da son yaz tatilimizi geçirmişiz o yaz!
Bir yıl sonra, 1974 yılının 15 Temmuz’una denk gelen sıcak bir pazartesi gününe, siren sesleri ve bomba sesleri ile uyandık.
Radyolardan “Prosochí, Prosochí! Ellinokypriakós Laós, o Próedros Archiepískopos Makários, eínai nekrós” , (Dikkat dikkat, Kıbrıs Elen Halkı, Cumhurbaşkanı Baspiskopos Makaryos öldü) anonsu yayınlanıyordu.
Memleket karışmış, darbe olmuş, yönetime el konulmuş EOKA-B tarafından.
Ve endişe ve korku dolu bir bekleyiş ve belirsizlik!
Sonrası malum; yıllarca söylenen “Bekledim de Gelmedi” şarkısı geride kaldı ve bu yıl ki gibi bir cumartesi gününe denk gelen 20 Temmuz’da yeniden yazıldı adanın tarihi.
50 yıl önce, bu yıl ki gibi 15 Temmuz Pazartesi’yle başlayan hafta yaşananlarla adanın tarihi değişti. Ve artık o köye bir daha gidemedik, 30 yıl boyunca. Ta ki 2003’de barikatlar açılıncaya kadar.
2003 yılında barikatların açılmasıyla, 30 yıl sonra ilk kez gidebildik Melatya’ya. Bu defa tatil için değil, görmek için!
Sonrasında birkaç yıl arayla, birkaç kez daha yollara düştük, köyümüzü, çocukluğumuzdan geride kalanları görebilmek için.
Geçtiğimiz hafta sonu, Karpaz yarımadası gibi, Özel Çevre Koruma Alanı/Natura 2000 alanı olan, adanın batısındaki Akama bölgesine, Latçi’ye gittik, cümbür cemaat ailece, bakir sularda yüzebilmek, bozulmamış doğanın tadını çıkarabilmek, keyifli zaman geçirmek için.
Bölgeye gitmişken, Poli’den 15 – 20 dakikalık uzaklıkta olan köyümüze gidilmez mi? Hem de 2016 yazından sonra ilk kez!
Her gidişimizde, yüreğime bir sızı oturuyor.
Evimiz yazık ki köydeki başka evler gibi şanslı olanlardan değil. Kimseler yaşamıyor içinde, terkedilmiş, her gittiğimizde daha da kötü durumda buluyoruz.
10-15 yıl kadar önceki gidişlerimizin birinde ilk kez bahçesine ve evin içine girebilmiştik, bahçedeki otlar temizlenmiş ve evin kapısı açık olduğu için. Nasıl da heyecan sarmıştı beni, farkında olmadan.
İncir ağaçlarımız, zeytin ağaçlarımız duruyordu, biz yoktuk!
1974 öncesinde elektrik, su altyapısı yoktu, yollar asfalt değildi, Melatya ve diğer Türk köylerinde…
Bakmayın şimdi böyle özlemle söz ettiğime.
Aslında o zamanlarda köye gitmeyi, orada kırk gün geçirmeyi pek de istemezdik, özellikle de ben. Ne işimiz vardı, elektriği, suyu olmayan bu köyde, diye söylene söylene giderdik her yaz.
“Kör Ölür Badem Gözlü Olur” ya da “Kel Ölür Sırma Saçlı Olur” derler ya! Orada geçirdiğimiz zamanlar ne değerliymiş meğer! Yok olunca, erişilemez olunca daha da değer kazanıyor her şey.
O elektriksiz köyde, ne keyifli günler geçirdik.
Lefkoşa’dan akrabalar da geliyordu her yaz köye.
Damlarda lüks ışığında tarhana kesmeler, sucuk yapmak için üzümleri havuzlarda basmalar, kazanda kaynayan üzüm suyu ve beyaz toprakla hazırlanan paluzeye batırılan, önceden dizilmiş bademlerle sucuk yapmalar, her sabah ağacından taze incir toplamalar, sadece ateş böceklerinin sesinin duyulduğu, yıldızların göründüğü gecelerin sükûneti, köy çeşmesindeki buz gibi su, verimli topraklarında yetişen, ince beyaz kabuklu karpuzlar, pespembe çekirdeği az domatesler, şeker gibi fasulyeler, fırınlarında yapılan bol garacocolu mis gibi çörekler, peksimetler, Lefkoşa’dan gelen ve köydeki akraba kızlarının buluşmaları, çocuksu hallerimizle kahve falı bakmalar, bize çok uzun gelen, köyün bir başından öteki başına yaptığımız yürüyüşler, lüks ışığında kitap okumalar, değnek kebabı buluşmaları ve daha nice keyifler!
Tümü de öyle kazınmış ki hafızama, hala capcanlı!
O yüzden Melatya’ya her gidişimde hem mutluluk hissediyorum hem de yüreğime bir sızı oturuyor!
Öyle bir sızı ki bu, sadece kendi mülkümüz, köyümüz, anılarımız için değil, kuzeyden güneye, ya da güneyden kuzeye göç etmek, evinden, yerinden, işinden, kurulu düzeninden kopmak zorunda kalan herkesin, çok daha iyi anlayabildiğim sızılarıyla daha da ağırlaşıyor!
İster istemez, Kıbrıs müzakerelerindeki mülkiyet başlığı altındaki tartışmaları düşünürken buluyorum kendimi!
Müzakere sürecinde mülkiyet tartışmalarında, terkedilen konutların geri iadesi için “duygusal bağ” bir kriter olmalı mı olmamalı mı diye bin bir değerlendirme yapıldı!
Duygusal bağ kaç yaşından itibaren gelişir, böyle bir kriter olursa, 1974’de evini terk eden nüfusun ne kadarı hala hayatta ve bunların kaçı “duygusal bağı” hissettiği evine geri dönmek isteyebilir, bu tehdit olabilecek bir sayıda olabilir mi, diye bin bir hesaplamalar yapıldı…
Duygusal bağı belirleyen, insanın bir yerde, evde yaşadığı süre değilmiş aslında…
Melatya’ya her gittiğimizde hissettiğim duygular, orada geçirdiğimiz günlerle ilgili anıların yarattığı özlem, duygusal bağın yaşanan süre ile değil, yaşanmışlıklarla bağlantılı olduğunu gösterdi bana.
Düşünsenize, yolların açıldığı 1968 yılından, 1973 yılına kadar geçen beş yıllık sürede, her yaz kırk günümüzü geçirdiğimizi hesaba katarsak, aslında toplamda sadece 200 günlük bir süre bile bu kadar güçlü bir duygusal bağın oluşmasına yetebiliyorsa, tüm bir yaşamın geçirildiği konutlar için duygusal bağ çok, çok daha güçlüdür mutlaka…
Bu yakıcı gerçekle yüzleşmek gerekir!
Bu ellinci yılda sadece mülkiyet konusunda değil, 50 yılın ötesine kadar giden, 60 yılı aşan sürede yaşanmış her türlü şiddet, ayrışma, ötekileştirme, düşmanlaştırılma, kayıplar, bin bir çeşit insan hakkı ihlalleri ile ilgili gerçeklerin tümüyle yüzleşmek şart.
Yüzleşmek, kabul etmek, empati yapabilmek, karşılıklı olarak özür dilemek, affetmek, köprüler kurmak; ancak böyle yol kat edebiliriz barış inşası yolunda.