AP seçimlerinin tetiklediği Fransa yasama seçimlerine dair bizde de çok sayıda yazı yazıldı, değerlendirme yapıldı. Sanırım aşırı sağa dair ilginin yanı sıra ‘sol bir umuda dair derin özlem’i bir nebze olsun tatmin eden Fransız birleşik solunun (Yeni Halk Cephesi) ‘zafer’i, özellikle çok sayıda yeni nesil Frankofon araştırmacıyı iştahlandırdı. Ben de Fransa’yı dışarıdan takip eden biri olarak “yorgun” bir heyecanla süreci gözlemlemeye, anlamaya çalıştım, çalışıyorum. Zira son dönemde düzen yanlısı merkez sol hilafına gücünü arttıran radikal sola rağmen, Fransa uzun zamandır menfi bir olasılığa karşı (aşırı sağın iktidara gelmesi) süreklileşmiş amansız bir mücadele yürütüyor; fakat sanki giderek kaçınmaya çalıştığı sona daha fazla yaklaşıyor.
Öte yandan dış bir göz olmanın konforuna, avantajlarına, dezavantajlarına sahip olsam da zaman zaman kendimi aşina olduğum tartışmaları takip ederken buluyorum. Fransızların pek de yabancısı olmadığı bir mesele olsa da Macron’la birlikte yükselen otoriterleşme tartışmaları, son seçimle birlikte görünür olan sistemin demokratik olmadığına dair eleştiriler, neredeyse hiçbir kamuoyu araştırma şirketinin sonucu doğru tahmin edememesine bağlı olarak yaşanan manipülasyon yakınmaları, hakikati büken ve belli politik hareketlere yönlendiren son derece yanlı yayınlar adeta “anlatılan senin hikayendir” dedirtiyor. Yazının konusu değil ama bu ‘benzerlikler’in Fransız politik manzarasının son dönemdeki görünümüne, içine girdiği sancılı dönüşüme dair bir şeyler ifade ettiğini söylemekle yetinip asıl meselemize, seçim sonuçlarına döneyim…
Sonuçlara Dair Bazı Genel Çıkarımlar
Fransa’daki seçim sonuçları popüler düzeyde tartışılan birçok meseleyle birlikte ayrıntıda küresel ölçekte gözlemlenen belli marazlara da işaret ediyor. Örneğin seçkin okullara dair tartışmaların eksik olmadığı Fransa’da sonuçlar, Ulusal Meclisin de diğer birçok kurum gibi seçkin bir karaktere sahip olduğunu bir kez daha gösterdi. Mediapart’ın haberine göre entelektüellerin ve üst düzey pozisyona sahip meslekten gelenlerin (les cadres – les professions intellectuelles) yeni meclisteki temsil oranı %68 iken; nüfusun %44’ünü oluşturan çalışan kesimlerde bu oran %7’lerde kalıyor. Üstelik birçok ülkeye göre daha eşitlikçi gibi görünse de kadın temsil oranı %33.3’lerde.[1] Özellikle genç kadınların sola daha fazla meylettiği bir ülkede ekolojistler dışında kurumsal siyaset erkek kalmaya devam ediyor. Üstelik seçim sürecinde ve sonrasında ekolojist Marine Tondelier dışında öne çıkan bir kadın figürden de bahsetmek güç.
Görece müreffeh erkeklerin ağırlıkta olduğu meclis en genel düzeyde dengeli üç büyük bloktan oluşuyor: 182 temsilci elde eden sol birlik (Yeni Halk Cephesi-NFP), 168 sandalyede kalan Macroncu merkez ve küçük ortağıyla birlikte toplam 143 vekil sayısına ulaşan aşırı sağ (Ulusal Birlik-RN). Fakat gerçeklikte sonuçları bu gözle değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Zira aşırı sağ dışındaki aktörlere bakıldığında her biri, kendi içinde ittifaklardan oluşan ve çatışma-dağılma ihtimali yüksek bloklardan oluşuyor. Seçimi önde tamamlayan sol blok özellikle Melenchoncularla Sosyalistler arasındaki derin uyuşmazlıkla malul; Macron’un kontrolünün ve etkisinin aşındığı başkan yanlısı blokun bileşenleri ise parti dışı formları andıran birer kulüp görünümünde. Bunun tek istisnası aşırı sağ. Merkez sağ partinin sınırlı paydaşlığıyla birlikte (17 temsilci) Ulusal Birlik, liderin etkisinin belirleyici, seçmen bağlılığının yüksek olduğu oldukça disiplinli, homojen bir parti/hareket. Dolayısıyla sol ‘zafer’i ya da aşırı sağı değerlendirmek ya da olasılıkları tartmak için temel hareket noktasının bu görünüm olması gerekir.
Meclisin yeni dengeli-parçalı yapısı, çeşitli yorumcular tarafından seçmenin partileri birlikte çalışmaya zorlaması, koalisyonu arzulaması şeklinde değerlendirildi. Fakat bu durum, bir arzudan ziyade Fransız kurumsal siyasetinin sıkışmışlığının rastlantısal bir sonucu. Baştan beri aşırılıkları önlemek, yürütmeyi daha güçlü ve etkili kılmak için tasarlanan De Gaullecü Beşinci Cumhuriyet, üç kohabitasyon deneyiminden sonra istikrar adına yapılan yamayla (meclis süresiyle cumhurbaşkanlığı süresinin eşitlenmesi) neredeyse monarşik bir görünüme kavuştu. Seçimle gelen birer kralı andıran bu yapının sürdürücüsü iktidar elitleri, önceki yazımda da vurguladığım üzere, özellikle neoliberal ekonomik politikalarda ortaklaştılar. Bütün yetkileri kendilerinde toplayan teklerin hükümranlığı ve onların Macron’la birlikte katmerlenen neoliberal ekonomi politikaları karşısında kitleler 2017’den sonra daha da görünür olduğu üzere ya bütünüyle oyunun dışında kalarak ya da sistem karşıtı gördükleri uçlara meylederek tepkisini göstermeye çalıştı. Bu eğilim, sokağa da yansıdığı üzere Beşinci Cumhuriyet’in sınırlarını zorlayan (özellikle yarı başkanlığı sorgulatan) bir dizi krizin yaşanmasını beraberinde getiriyor. Son seçimler de bir süredir gözlemlendiği üzere bir türlü eskinin öl(e)mediği, yeninin de doğamadığı sürecin devam ettiğine işaret ediyor. Bu geçiş döneminin kaderini, politik aktörler düzeyinde, yavaş yavaş sıyrılsa da yalnızlığı/yalıtılmışlığı devam eden aşırı sağ ile Macron’la mantıki sonucuna ulaşan otoriter neoliberal merkez ve hakimiyeti sarsılmaya başlasa da radikal solun öncüsü olduğu sol blok arasındaki mücadelenin seyri (elbette bloklar içindeki mücadeleler de) belirleyecek. Bunun ilk sahnesini ise seçimden sonra kurulacak hükümete dair dönen tartışmalar, pozisyon almalar oluşturuyor.
Fırsattan Korkuya; Tekmili Birden İstikrarsızlığa…
Sonda söyleyeceğimi en başta söylersem, çokça vurgulandığı üzere, hükümet kurmayacağı kesin olan aşırı sağ dışındaki bütün olası senaryolar (uzmanlardan oluşan teknokrat hükümet, solun azınlık hükümeti kurarak yasa tekliflerinde destek araması, solun bazı Macroncuların desteğini kazanarak hükümet etmesi, merkez, merkez sol ve merkez sağın büyük bir koalisyon kurması vb.) bir istikrarsızlığa-tekinsizliğe işaret ediyor. Üstelik istikrarlı olsa dahi bu haliyle seçeneklerin Fransız sisteminin tıkanıklığını giderecek bir çözüm üretmesi çok zor. Macron’un ve birçoklarının gönlünde yatan; radikal solun ve aşırı sağın dışlanacağı bir hükümet (merkez, ılımlı sol/sağ ve ekolojistler) eskinin restorasyonu anlamına gelecektir. Esasen bu tarz bir koalisyon daha önce Valéry Giscard d’Estaing gibi politikacıların ve Maurice Duverger gibi entelektüellerin vurguladığı, Fransız siyasetinde her zaman hegemonik olan merkezciliğin neoliberal aşamayla sürdürülmesi anlamına gelecektir. Fransa’nın merkezden yönetimi her bir merkezin birbirinin aynısı olduğu anlamına gelmese de 19. yüzyılın ortalarında girilen, De Gaulle’le birlikte yol alan, son olarak Macron’la birlikte derinleşen bir patikaya işaret etmektedir: Alt sınıflar nasıl kontrol edilir, mevcut sınırlar dahilinde nasıl tutulur? Bunun kurumsal siyasetteki karşılığı (neo)liberal cumhuriyetçi merkez. Görünürde cumhuriyet için (ki bu cumhuriyet burjuva, milli ve erkektir) tehdit olarak görülen aşırılıkları oyun dışında tutma motivasyonuna sahip bu merkezin kendisi Macron’la daha da netleşeceği üzere bizatihi varsıl azınlık lehine işleyen bir aşırılığa denk düşmektedir. Bu açıdan böyle bir olasılık, rıza üretme kapasitesi neredeyse kalmadığı için, krizi daha da derinleştirebilir.
Ilımlı merkez cumhuriyet patikasından pek de sapmayacak teknokrat bir hükümet ise halkla bağı zayıflamış Fransız demokrasisini daha da sarsabilir ve 1 yıl sonra yeniden erken bir seçimi tetikleyerek aşırı sağa bu kez iktidarı getirebilir. Solun bütünlüğünü koruyarak azınlık hükümeti kurması durumunda ise (ki Boyun Eğmeyen Fransa’ya dair tereddüt bunu çok zorlaştırıyor) kurumsal siyasetin diğer aktörlerinden, sermaye çevrelerinden, eskinin organik aydınlarından, basın-medya üzerinden gelecek tazyik kısa sürede bir güvensizlik oyuyla sonuçlanabilir. Nitekim kendi içinde daha tutarlı bir görünüme sahip olan 30’ların Halk Cephesi bile sayısal üstünlüğüne, mevcut düzeni dönüştürme konusundaki görece kararlılığına rağmen iktidara gelir gelmez sermaye kaçışları gibi bir dizi sarsıcı meseleyle mücadele etmek zorunda kalmıştı. Solun bazı Macroncuların desteğini alarak hükümeti kurması ise (ki LFI varlığı bunu da çok zorlaştırmakta) Macronculuktan kopuş iradesini-iddiasını akamete uğratacak, ultra neoliberal iktidara yönelen memnuniyetsizliği henüz rüştünü ispatlayamayan sol bloğa yöneltecektir.
Yukarıda sıralanan bütün bu senaryolardaki asıl zorluk, azınlık hükümeti olmanın ötesinde, neredeyse her bir ihtimalin, hükümeti düşürecek karşı sayısal çoğunlukla (289 vekil) karşı karşıya kalacak olmasıdır. Nitekim Macron 2022 meclis seçimleri sonucunda mutlak çoğunluğu kaybetmiş olsa da kendisini düşürecek 289 vekilin bir araya gelememe ihtimaline (başarısızlıkla sonuçlanan bir dizi güvensizlik oylaması olacaktı) güvenmiş ve iktidarına taviz vermeden kaldığı yerden devam etmişti. Tam da bu yüzden emeklilik gibi kritik reformları meclis onayı olmadan (anayasanın 49.3 maddesine dayanarak) hayata geçirecekti. Şimdi olası bütün seçeneklerin tepesinde Demoklesin kılıcı olarak gensoru önergeleri salınacaktır. Bu yüzden seçim kararı açıklandıktan sonra genel hava seçimleri bütün ana akım politik aktörlerin bir fırsat olarak gördüğünü gösteriyorken; gelinen noktada aşırı sağ dışında neredeyse hiçbiri durumdan memnun değilmiş gibi görünüyor. Üstelik bu, sadece politik aktörler düzeyiyle de sınırlı değil. Yapılan anketlere göre Fransızların ağırlıklı kesimi sonuçlardan memnun değil ve ülkenin yönetilemez bir duruma gelebileceğinden korkuyor. Büyük, kitlesel mobilizasyonların gölgesinde birleşerek yeni bir umudu açığa çıkaran sol ise ikinci tur sonrasındaki hali pür melaliyle bu korkuyu büyüten ana aktöre dönüşmüş durumda.
Trajediden Kaçarken Komediye Tutulmak
Marx Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı esere, yeninin var edilmeye çalışılırken, bu yeniliği yüceltmek adına hep eskinin çağrıldığını, ancak böyle olduğu ölçüde de yeninin eskinin bir tür parodisine dönüşmekten kurtulamadığını anlatmak için, şu muazzam tespitle başlar: “Hegel, bir yerlerde, dünya tarihindeki tüm büyük olguların ve kişilerin, bir anlamda, iki kez ortaya çıktığını söyler. Şunu eklemeyi unutmuş: birinde trajedi, diğerinde komedi olarak.”[2] Trajedi de onun ardılı komedi de olağan akışı kesintiye uğratabilecek bir konjonktürün sonucunda gerçekleşir. Dolayısıyla toplumsal-politik mücadelelere bağlı olarak aksi de mümkündür… Nitekim başlangıçta her şey mümkünmüş hissi uyandırır.
Fransız solunun Halk Cephesi’ni kurarak girdiği 1936 seçimlerinin hemen sonrasında Le Populaire gazetesi Marceau Pivert imzasıyla şu başlığı atacaktı: Tout est possible (Her şey mümkün).[3] Faşist hareketlerin ivme kazandığı, ülkenin dört bir yanında grev dalgalarının yaşandığı bir atmosferde gazete sütunlarına kazınan bu yazı savaş, kriz ve faşizm anlamına gelen kapitalizm karşısında yeni dünyayı var etme arzusuna denk düşüyordu. Ancak Halk Cephesi hayata geçirdiği önemli reformlara rağmen hem süregelen sistemde radikal bir kesinti yaratamadı hem de kısa süren hükümet deneyimleri sınırlılığında tarihteki yerini aldı. 30’ların Halk Cephesi’nin trajedisi istikrarsız çok parçalı parlamentarizme, İspanyol iç savaşının yarattığı ayrışmaya, sermayenin düşmanca tutumuna, ekonomik sorunlara, toplumsal hareketlere ve bir dizi tazyike yanıt verecek tutarlı, etkili bir kollektif güç inşa edememesiydi. Yeni Halk Cephesi ise seçim sonrasında yarattığı heyecandan sonra bir komediye dönüşmek üzere. Oysa sol birlik 2022’de olduğu üzere bir kez daha neredeyse bütün parçalarına beklenenden daha fazla kazandırarak rüştünü ispatlamış, beklentilerin ötesinde bir umut yaratmıştı. Fransız solu bir şeylere karşı (Macronculuk, aşırı sağ) birleşmekte epey mahir olsa da sonrasında iş yönetmeye, inisiyatif almaya gelince bocalıyor. Dün aşamamıştı, bugün de henüz bu güçlüğü aşabilmiş değil.
2022 cumhurbaşkanı seçimlerinin hemen sonrasında yapılan yasama seçimlerinde sol partiler ve ekolojistler, her ne kadar başbakanlığı elde etmek gibi bir söyleme yaslansa da daha çok Macron’a mecliste mutlak çoğunluğu kaybettirmek için güç birliğine gitmiş (NUPES) ve başarılı olmuştu. Odakta olmayan aşırı sağ 8 temsilciden 89’a çıkarken, sol birlik NUPES’in 131 sandalye elde etmesiyle Macron 245 temsilcide kalmış, mutlak çoğunluğu kaybetmişti. Fakat o günden sonra işler kendileri için pek de iyi gitmedi. Hem önce mecliste farklı gruplar oluşturup kısa sürede birliği dağıttılar hem de mutlak çoğunluğu kaybetmiş olsa da Macron bırakın topal ördek olmayı güvensizlik oyuyla kendi hükümetini düşürecek bir meclis denkleminin oluşmamasına da güvenerek defalarca (18 ayda 20 kere) Meclisi devre dışı bırakarak istediği reformları hayata geçirdi.
Bu hikaye farklı şekillerde yeniden tekrarlanıyor izlenimi uyandırıyor. Nitekim 2024 erken seçiminde de 2022’de olduğu üzere ilk aşamayı ‘başarılı’ şekilde atlattı. Bu anlamda şayet sol açısından bir zaferden bahsedilecekse o da iktidarı aşırı sağı büyüterek iktidarı teslim etmekte olan Macron’a rağmen ve ironik şekilde Macron’la birlikte aşırı sağın iktidara ulaşmasını engelleyen temel aktör olmasıdır. Başarısız ve kitlesel desteği giderek eriyen merkez karşısında sol güç birliğiyle daha önce sandığa gitmemeyi tercih eden seçmeni, alternatif sunarak sandığa çekti. Yine de bu ‘başarı’ oldukça sallantıda ve konjonktürel bir sonuç. Üstelik solun umut yaratması açısından kitlelerin mobilizasyonuyla harmanlanmış olsa da ciddi bir sıçrama yarattığını söylemek güç. Bu oranlar aşırı sağ karşıtlığının yarattığı bir dalga… Birlik henüz seçmenin çoğunluğunu programına ve ittifaka ikna edememiş durumda. Sonrasındaki görüntü de hegemonik olma kapasitesinin iyice hırpalandığını gösteriyor.
Seçimlerin ikinci turuna gidilirken aşırı sağı engelleme motivasyonu sayesinde Komünistler, Sosyalistler, Antikapitalistler ultra neoliberal Macroncu adaylara oy verdi(rtti)ler; Macroncular da daha cılız da olsa aşırı sağ kadar tehdit gördükleri radikal sol adaylara rıza gösterip gönülsüzce bazı adaylarını geri çektiler. Seçim sonuçlandıktan, aşırı sağ püskürtüldükten sonra ise her şey eski ayarlarına geri döndü. Aşırı sağı engellemek temel motivasyonu muydu bilinmez fakat Macron’un cumhuriyetçi cepheye sarılmaktan başka çaresi yoktu. Bu yüzden belli ki savuşturmayı seçim sonrasına bırakacak şekilde aşırı sağla özdeşleştirdiği LFI ile bile mecburen işbirliği yapmak zorunda hissetti kendini. Nitekim beklenenin üzerinde temsilci elde ettikten sonra solun başarısını tanımamaya, yeniden radikal solu şeytanlaştırmaya (ekonomik politikalar kitlesel işsizliğe yol açacak, kamusal harcamalar bütçe açığını büyütecek, AB için riskli bir geri çekilme yaşanacak) girişti.
Marx Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 adlı eserinde mealen oy hakkının burjuvazinin işine yaradığı ölçüde makbul olduğunu; aksi durumda (halkı güçlendirdiği ölçüde) kaldırılmasının, sınırlandırılmasının olası olduğunu söyler: “Diktatörlüğümüz bugüne kadar varlığını halkın iradesi sayesinde korudu; şimdi halkın iradesine rağmen sağlamlaştırılması gerekiyor.”[4] Bu tespiti doğrularcasına-hatırlatırcasına Macron seçim sonrasında halka yazdığı mektupta seçimi kimsenin kazanmadığını vurguladı ve 1997’den beri en yüksek katılımın (%67,5) olduğu seçimlerde solun zaferini tanımadı. Üstelik Yeni Halk Cephesi’nin en büyük bileşeninin lideri Melenchon, sol programı uygulamak için başbakanlığın kendilerine verilmesi gerektiğini; gerekirse kararnamelerle reformları eksiksiz hayata geçirebileceklerini söylediğinde hep bir ağızdan solun ne kadar demokrasi karşıtı olduğu dillendirilmeye başlandı. Dolayısıyla, Macron’un defalarca yaptığı üzere, halkın hakları kısıtlanırken kararnamelere başvurmak meşruyken, halka dönük iyileştirmeler (asgari ücret artışı, emeklilik yaşının düşürülmesi, zenginlerin dayanışma vergisiyle vergilendirilmesi vb.) söz konusu olduğunda işin rengi değişmektedir. Halkı yoksullaştıran ve bu sonuçlara yol açan 40 yılı aşkın neoliberal ekonomik politikaların değil de daha adil bir bölüşüm için (sınırlı da olsa) önerilerde bulunan sol politikaların tehdit görülmesi ideolojik bir başarıdan kaynaklanıyor olsa gerek. Bu ideolojik kıskacı kırmak Fransız solunun öncelikli görevleri arasında. Fakat gelinen noktada hem Macron, ulusa yazdığı mektupta da açıkça görüldüğü üzere işbirliği yaptığı Halk Cephesi’nin Melenchoncu bileşenlerinin hükümette olmasına rıza gösterme niyetinde değil hem de kısa sürede bir araya gelen ve aşırı sağın püskürtülmesinin asıl mimarı olan Yeni Halk Cephesi kendi içinde kavgaya tutuşmuş durumda.
Seçim sonrası bocalama halinin birçok nedeni bulunsa da üç temel nedenden bahsedilebilir: 4 parçanın tümü arasında (kibrin de katladığı) aşılması zor çelişkilerin bulunması, sol birliğin iki büyük gücün (Melenchoncular ve Sosyalistler) solda hegemonik olmaya dair ciddi bir rekabetin içinde olması[5] ve ironik şekilde aşırı sağı engellediği için ne kadar etkili olduğuna vurgu yapılan cumhuriyetçi cephenin halkçı, kamucu bir yeniliğin açığa çıkmasına ket vurması. Özellikle birliğin bir türlü başbakan adayı üzerinde uzlaşamaması asıl politik muarızlara (Macron ve aşırı sağ) odaklanmaktan solu alıkoyuyor. İstifası kabul edilen başbakana rağmen görevde kalmaya devam eden Macroncu hükümet hiçbir şey olmamış gibi ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Birkaç günde sol birliği inşa eden 4 parti ise seçimden sonra bir hafta geçmesine rağmen hala başbakanlık için bir isim üzerinde bile uzlaşamadı. Önce Melenchoncuların, Komünistlerin, Ekolojistlerin uzlaşıp önerdiği adayı (Huguette Bello) Sosyalist Parti reddetti; ardından Komünistlerin, Sosyalistlerin, Ekolojistlerin önerdiği adayı (Laurence Tubiana) Melenchoncular reddetti. Le Figaro’da seçim sonucunda çizilen bir karikatürde başbakanlık için Macron’dan telefon bekleyen bir dizi isim resmedilmişti. Bu bile tek başına umuda dair başlangıçtaki enerjinin yitirilmekte olduğunu göstermesi açısından oldukça çarpıcı.
Bitirirken
Macron erken seçim kararı alarak 2027’ye kadar sorunsuz yönetebilecekken kendi gücünü de sınırlayan bir sonucu tetiklemiş oldu. Jüpiter 7 yıldan beri ilk kez yeryüzüne inmek zorunda kalacağa benziyor. Nitekim bırakın siyaseti tek başına domine eden gücünü, artık kendi partisi ve ortakları üzerindeki etkisi bile daha sınırlı. Avrupa en sıkı savunucularından birinin sesinin kısılmasıyla yüzleşmek durumunda. Fakat mesele Macron’dan çok daha öte. Süper başkanlıkla parlamentarizm arasında salınan Beşinci Cumhuriyet’in, istikrarsız bir parlamento, zayıflamış bir cumhurbaşkanıyla kuruluş mantığından sapıldığı için eskisi gibi yoluna devam etmesi zor. Kendisinden önceki cumhuriyet deneyimlerine tepki olarak yürütmede temerküz eden güçle öne çıkan De Gaullecü proje bugün en büyük meydan okumalarından biriyle karşı karşıya. Solun zafer görüntüsünün arkasında uzamış krizin bir semptomu olarak bu seçim sonuçları aşırı sağın iktidarı için bir manivela görevi görebilir.
2017 yılında 8 vekile sahipken bu sayıyı 143’e çıkaran aşırı sağın iktidarının şimdilik engellenmesi uzun süreli kutlamayı hak edecek bir hikâye ya da her şeye kadir bir teselli yaratacak bir durum değil. Kaldı ki bu tek başına cumhuriyetçi cephenin hanesine de yazılmamalı. Nitekim bir kısmı geri çekilen (Nazi kasketli kadın aday) bir kısmı da seçilen bir dizi ‘sorunlu’ adayla (kürtajı cinayet olarak tanımlayandan, antisemitik ve ırkçı adaya kadar) aşırı sağ kendi açısından iyi bir sınav vermedi. Üstelik, Rusya’nın sosyal medya üzerinden kendisine destek açıklaması da olumsuz bir etki uyandırdı. Yine de aşırı sağ sistem mağduru anlatısını da güçlendirecek sonuçla artık kemikleşmiş seçmenine yenilerini ekledi, 10 milyonun üzerine ulaştı. Evet aşırı sağ Fransız nüfusunun çoğunluğunun hala desteğine sahip değil. Fakat bu iktidara erişmesine engel de değil. Kaldı ki bırakın Fransa’yı dünyanın neresinde ülkeleri yönetenler nüfusun çoğunluğunun desteğine sahip? Önceleri fikirleri diğer politik aktörleri etkilemiş (örneğin son dönemde Macron’un hayata geçirdiği ayrılıkçılık yasası, yurttaşlık ve laiklik etrafında dönen tartışmalar), savunduğu temalar medyada halkın üzerine istikrarlı şekilde boca edilmiş, zamanla Fransız kurumsal siyasetinin meşru aktörü haline gelmiş, seçmen nazarında da (kendisine oy vermeyen önemli kesimler de dahil) normalleşmiş bir partiyle karşı karşıyayız. Bu yüzden seçim sonrasında Le Pen’in şu ifadeleri propagandadan öte bir anlam taşıyor: “Dalga yükselmeye devam ediyor; nihai zaferimiz sadece ertelendi”. Nitekim beklenenin ötesinde etkili olsa da cumhuriyetçi cephenin, son yılların da gösterdiği üzere istikrarsız bir bariyer olmasından dolayı, bu zaferi engelleme ihtimali çok daha zayıf.
Sonuç olarak seçim sonucunda karşılaşılan bu yeni karmaşa durumunda halkın ortak çıkarı için, birbiriyle ilişkili şu üç sorunun umudu büyütecek şekilde yanıt bulması gerekiyor: Hala etkili olduğu görülen cumhuriyetçi cepheye rağmen yükselişini sürdüren aşırı sağın ilerleyişi nasıl durdurulur? Macron’la özdeşleşen ve fakat esasen Fransız merkez sağının ve merkez solunun da ana damarını kapsayan otoriter neoliberal siyaset nasıl geriletilir? Etik-politik bir liderlik inşa edecek şekilde solun temel aktörleri bir aradalığını nasıl korur ve aşırı sağa alternatif sunarken Macroncu politikalardan kopuş ısrarını nasıl sürdürür? Öyle ya da böyle Fransızlar bir kez daha, belki de son kez, faşiste değil hırsıza oy verdiler. Fransız solu, sistem çatırdarken, yasal mekanizmaların dışında pratikte bir yeniliği inşa etmek zorunda. İçinde yaşanılan çağın devrimi geçmişten beslenemez, onun hayat pınarı gelecektedir. Fransa solunun önündeki temel mesele bu geleceği inşa etmekten geçiyor.
Kaynakça:
[1] https://www.mediapart.fr/journal/politique/100724/malgre-des-efforts-gauche-l-assemblee-reste-blanche-bourgeoise-et-eloignee-de-la-societe-mobilisee
[2] Marx, K. (2011). Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i. (T. Bora, Çev.) İstanbul: İletişim.
[3] https://www.marxists.org/francais/pivert/works/1936/05/pivert_19360527.htm
[4] Marx, K. (2016). Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850. (E. Özalp, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.
[5] Daha önceki bir yazımda NUPES’i değerlendirirken; Sosyalistlerin onca yıllık iktidar partisi deneyiminden ya da solda hemen her zaman yegâne güç olmasından sonra Melenchon’un liderliğini kabul etmekte ne kadar zorlanabilecekleri, bunu “onur zedeleyici” görebileceklerini vurgulamıştım. Bu pratik nedenin arkasında hem Macron sonrası siyasette merkez güç olma kaygısı hem de solun ana gövdesi kalma kaygısı yatıyor. Bu da açıkçası üstesinden gelmesi epey güç bir soruna işaret ediyor.