Lizbon çok güzel. Her yerde karşınıza tarihi bir doku ve özel mimari yapılar çıkıyor.
Sokak çalgıcıları her yerde. Bir sürü duvar resmi de görmek mümkün.
İnsanları rahat görünüyor.
Okyanustan gelen esinti ile mavi gökyüzü şehrin nefes almasını sağlıyor.
İşin ilginç yanı sokaklarda gezerken çiçek kokusu alıyor insan. O kadar temiz, o kadar derli toplu bir yer.
Hava çok geç kararsa da gece olmaya başlayınca sokaktaki insanlar gençleşiyor ve meydanlar eğlenceye dönüşüyor.
En kalabalık ortamlarda bile bir kavga gürültü ile karşılaşmadım.
Yollar kaldırım taşlarıyla kaplı, gençler dans halinde ve yaşlılar el ele. Şehirde gezerken karşınıza aniden bir sanat eseri, örneğin bir Botero heykeli çıkabiliyor. Sokaklar mis gibi ve etraf karnaval havasında.
Son derece mütevazı ama lezzetli sokak yemekleri köşede bucakta karşınıza çıkıyor.
Etrafta rahatsızlık edici hiçbir şeyle karşılaşmadım. İnsanların nasıl bu kadar kendi halinde kalabildiğini merak ettim ve biraz tarihine bakmak istedim.
Önemli bir liman kenti olan Lizbon 15. ve 16. yüzyıllarda büyük Portekiz İmparatorluğu tarafından yönetilir ve Asya, Güney Amerika, Afrika ve Atlantik adalarında koloniler kurar.
Günümüzdeki görkemli yapıların bu sömürülerden geldiğini düşünsek de aslında 1755’te büyük bir deprem ve ardından tsunami olduğunu öğrendim.
Tüm Lizbon yerle bir olmuş ve yeniden kurulmuş.
Çok tarihine girmek istemediğim için bağlamak istediğim yere geleyim; insanların bu rahatlığını ve kendi halindeliğini siyasi bir krizle boğuşmak zorunda kalmamalarına bağladım biraz.
Sokaklarda saatlerce gezmemize rağmen bir kere bile bir asker ve polis görmedik, iki kez siren sesi duyduk ve Filistin’i destekleyen pankartlar hariç hiçbir politik sloganla karşılaşmadık.
Festas de Lisboa (Geleneksel Lizbon Festivali) dönemine denk geldik.
Sokaklar cıvıl cıvıl ama yerlerde bir çöp yok ve insanlar birbirine karşı son derece saygılı. Zaten bu yıl itibariyle dünyanın en güvenli beşinci şehri konumuna yerleşmiş durumda. Üstelik 2024 kültür kenti olmuş.
Lizbon için sanat şehri demek zor belki ama mimari yapıların sanat eseri niteliğinde oluşu -ne de olsa Amanda Levete, Alvaro Seza gibi mimarların yarattığı mekanları görebiliyorsunuz- kendine özgü mozaikleri, müzeleri, sahilleri, ara sokakları, özgün dükkanları ve mis kokan deniz ürünleri kenti çok keyifli bir gezi alanına dönüştürüyor.
Bu arada ulaşım hem kolay hem de Avrupa ülkelerinin çoğuna göre daha ucuz.
Tepelik bir yer olduğu için dar sokaklarını yokuşları ine çıka keşfetmek bir kere çok keyifli. Yemekleri de çok güzel. Her sabah kahvenin yanında bir ‘pastel de nata’ yemek gerek.
Deniz mahsulleri de inanılmaz lezzetli. Özellikle de ‘Time out’ isimli eski balık pazarlarının (Mercado de Ribeira) içine kurulmuş ve dünyanın en ünlü şeflerinin yemek yaptığı restoranlardan birinde yemek yemek çok güzel olabilir.
Portekiz şarapları da çok ünlü anladığım kadarıyla.
Porto’ya doğru üç saatlik bir otobüs yolculuğu yapma fırsatımız oldu. Yol boyunca üzüm bağları görüp bu kültürün ne derece gelişmiş olabildiğini şaraptan anlamayan biri olarak kültürlerinin bir parçası olduğunu tahmin etmek pek zor olmadı.
Müzeler, ah o müzeler… sizi sizden alan eşsiz eserler…
Özellikle Çağdaş Sanat Müzesi’nde (Museum of Contemporary Art) Pablo Picasso, Salvador Dali, Marcel Duchamp, Piet Mondrian, Joan Miro, Max Ernst, Francis Bacon, Andy Warhol, Louise Bourgeois, Cindy Sherman gibi pek çok ünlü sanatçının işlerini görmeniz mümkün.
Şehirde başka müzeler de var tabii ama çağdaş sanata ilginiz varsa en çok burayı ziyaret etmenizi öneririm. Burası da Pazartesileri açık değil ama aklınızda olsun.
Denizciliğin gelişmiş olması nedeniyle -ne de olsa Vasco da Gama’nın çıktığı yer- balık, özellikle de sardalye kültürlerinin önemli bir parçası haline gelmiş. Nitekim, sokaklarda yürürken bunu hissedebiliyorsunuz.
Pek çok ilginç pazarlama tekniği kullanarak bu yönlerini ortaya çıkarabilmeyi başarmışlar.
Hazır denizden açılmışken, deniz sporları yapmayı seviyorsanız Lizbon’da sörf gibi dalga isteyen şeylerle de uğraşmak oldukça keyifli olabilir.
Diyeceğim o ki; pek çok Avrupa kentini ziyaret etme şansım oldu ama Lizbon’u bir başka sevdim.
Tabii ki tatillerde gittiğin, gördüğün şeylerden çok yaşadıkların tadı damağında kalır, ya da kalmaz. Belki ben sevgili dostlarımla gidebildiğim için çok zevk aldım.
Ama şunu da söylemem gerekir ki neredeyse kenti adım adım bilen, gezmeyi, gezdirmeyi seven bir dostla yeni yerler keşfetmek bir başka güzel.
Cüneytciğim ve sevgili dostlar, herşey için bir kez daha çok teşekkürler!