“Bir liberal dilenci gördüğünde
sistemin işlemediğini söyler.
Bir Marksist ise işlediğini!”[1]
Liberalizm, bir sınıf olarak burjuvazinin yükselişiyle ilişkili bir ideolojidir. İlk kuramcılarından biri, John Locke’un tanımıyla, insanların doğal olarak “herhangi başka bir bireyin iznine ya da iradesine tabi olmadan eylemlerini uygun gördükleri şekilde düzenleme hususunda noksansız özgürlük hâli”nde oldukları savına dayanır. İnsanın sınırsız bir “özgürlük (ve de eşitlik) hâli”nde yaşadığını ve bu özgürlüğün ancak meşru bir gerekçeyle (toplumsal sözleşme) sınırlandırılabileceğini varsayan Aydınlanma filozofları (Hobbes, Locke, Rousseau, Kant…) bu anlamda liberalizmin “kurucu ataları” arasında sayılmaktadır… Çoğunu bugünün standartları çerçevesinde “liberal” olarak nitelemek mümkün olmasa da… (Gaus, Courtland, ve Schmidtz 2020)
Liberalizmin Teorisi
“Yurttaşlığımız bir başka gurur vesilesidir!
Yoksullar için zenginlerin kudretini ve boşgezerliklerini
destekleme ve sürdürme uğraşıdır.
Bu görevlerini yasaların köprü altında uyumayı,
sokaklarda dilenmeyi, ekmeğini çalmayı
hem zenginler hem de yoksullar için yasaklayan
yasaların muhteşem eşitliği
zemininde yerine getirmelidirler.”[2]
Kapitalizmin şafağında, “özgürlük”ün iki toplumsal kesim için temel sorunsal hâline gelmesinin haklı gerekçeleri vardır.
- Geç feodalite sürecinde dikkate değer bir ekonomik güce dönüşen ve bu güçlerini siyasal etkiye tahvil etmek isteyen[3] kentli tacirler, serbest meslek sahipleri, imalatçılar, işletme sahipleri, tefeciler, bankerler, kentlere yerleşmiş çiftlik sahipleri vb. açısından özgürlük, bir “efendi”nin, hele ki Kilise ile ittifak hâlindeki (feodal bey ya da kral) mutlak ve keyfî iradesine tabi olmama anlamına gelmekteydi.
- Toprakta çalışan kırsal emekçiler, yani serfler için ise, özgürlük benliğiyle, bedeniyle bir “efendi”ye ait olmamak, örneğin bütün bir yıl çalışıp da ürününün sadece hayatta kalabileceği kadarını elinde tutup geri kalanını beye, rahibe, krala kaptırmamak, savaş zamanı zorla silah altına alınmamak, salınan keyfi vergi ve haraçlarla açlığa mahkûm kalmamak, angaryaya tabi tutulmamak demekti. Ortaçağ boyunca Avrupa’nın büyük bölümünü kasıp kavuran “köylü isyanları”nın temel talepleri bu mealdeydi… (bkz. Engels 2018)
Evet, kapitalizmin şafağında, iki toplumsal kesim, farklı “özgürlük” kavramları uğruna mücadele ediyordu; iktisadî faaliyetiyle kentsel mekânın denetimini büyük ölçüde ele geçirmiş olan burjuvazi, monarkın tasarruflarını keyfî ve mutlak olmaktan çıkartarak onu üzerinde uzlaşılmış, ortak, aklî bir zemine yerleştirmek… Ki bunun prototipi, İngiltere’de baronlarla Kral John arasındaki uzun ve yıpratıcı çatışmaların ardından, kralın tasarruflarının yasal temele dayanması gereğini kabul ettiği yolunda varılan bir dizi uzlaşma, Magna Carta’dır (1215) Magna Carta’yla birlikte uyruklar, yasaların koruması altındaki “yurttaşlar” statüsüne kavuşur. Monarkla burjuvazi arasında bir uzlaşmaya varmanın olanaksız olduğu durumlarda ise, hanedanlar devrilip, yerini Cumhuriyet rejimlerine bırakacaktır. Her durumda kentli varlıklı sınıf, burjuvazi için işin özü, ya da Gray’in ifadesiyle “tüm çeşitlemeleri içinde liberal devletin olmazsa olmaz koşulu, hükümet iktidar ve yetkesinin bireysel özgürlük ve yasanın egemenliği altında kişilerin eşitliğinin saygı gördüğü anayasal kural ve pratikler sistemi tarafından sınırlandırılmış olmasıdır.” (akt. Letseka, 2013: 68)
Bütün varyantlarıyla[4] liberalizm, nihayetinde, geç feodalite içinde kabuğunu çatlatarak boy veren, palazlanan burjuvazinin “özgürlük” tasarımından kaynaklanır. Ve bu “özgürlük”ün sınırları emekçilerin “özgürlük” talep ve mücadeleleriyle çizilmiştir.
Peki, nasıl bir özgürlüktür, liberalizmin öngördüğü?
Öncelikle bireyseldir. Bu, insanın liberalizmin Aydınlanma düşünürlerinden kalıttığı, toplumsal-öncesi doğal durumunda içkin olarak özgürlüğe sahip olduğuna ilişkin temel varsayımından kaynaklanır. Özgürlük, bireyin doğal hâlidir. Bu bakımdan, ancak kendi rızasıyla girdiği toplumsal sözleşme tarafından ve özüne dokunulamayacak şekilde kısıtlanabilir. Bireyin özgürlüğü, ancak bir başkasının özgürlüğünü ihlal etme olasılığı çerçevesinde sınırlandırılabilecektir. Bunun güvencesi ise, “toplumsal sözleşme” ya da Anayasa’dır.
Liberalizmin bireysel özgürlükleri, kamusal, siyasal, domestik, iktisadî… velhasıl toplumsal yaşamın bütün alanlarında Anayasa ve yasalarla güvence altına alınmalıdır. Kamusal alanda düşünce ve ifade, basın, inanç ve ibadet, örgütlenme, yaşayacağı yeri seçme, seyahat, işkence ve kötü muamele görmeme özgürlüğü, adil yargılanma hakkı… Siyasal alanda yöneticileri seçme ve seçilme hakkı, kamu görevlerine erişim hakkı… Kurumsal alanda sağlık, eğitim vb. hizmetlere erişim hakkı… domestik alanda eşini seçme özgürlüğü, domestik şiddete uğramama hakkı, cinsiyet temelli ayırımcılığa uğramama hakkı… Ve en kritik “özgürlükler” alanı: iktisadî özgürlükler… özel mülkiyet hakkı, ticaret özgürlüğü, girişim özgürlüğü, işgücünü serbestçe satabilme özgürlüğü, sendikal özgürlükler…
Kuşku yok ki liberalizmin kapsamı iki yüzyılı aşkın tarihi boyunca gelgitlerle de olsa genleşti. Bugün liberal doktrinlerin doğal kabul ettiği birçok “özgürlük” liberalizmin fikir babalarının tahayyül alanlarının dışındaydı: farklı cinsel yönelimler, domestik şiddetten arınma, hatta eşit ve genel oy (19. yüzyıl liberalleri için mülk sahiplerinin, eğitimlilerin ve erkeklerin oy hakkına sahip olması yeterliydi) sendikalaşma… İlginçtir, liberalizmin “özgürlükler” tahayyülünün genleşmesinde, bir başka deyişle özgürlüklerin genişlemesinde temel etken, emekçilerin mücadeleleri olmuştur.
Bir alan dışında: liberal doktrin(ler)in en kritik noktasını, iktisadî özgürlükler oluşturmaktadır; özellikle “özel mülkiyet” edinme özgürlüğü ve bununla bağlantılı olarak ticaret ve girişim özgürlüğü. Liberal kuramcılar genellikle özgürlüklerin en vazgeçilmezi olarak gördükleri özel mülkiyet edinme” özgürlüğü”nün[5] çoğunlukla mülk sahibi olmayanları “özgürlüksüz” bırakmasını sorunsallaştırmazlar. Ve de tüm bu özgürlüklerin gerçekleştiği zemin olan kapitalizmin mantığının, sürekli olarak bir avuç “mülk sahibi”nin, topumun geri kalanını mülksüzleştirmesine dayandığını görmezden gelirler. Marx ile Engels’in liberalizme yönelik eleştirilerinin özü, tam da budur.
Marx ile Engels’in dönemlerinin liberalizmine yönelttikleri eleştirilere geçmeden önce liberalizmin kendi vaatlerine ne denli bağlı olduklarına, bir başka deyişle “liberal pratiğe” bir göz atalım. Nimtz’in (2019) anlatımıyla, her ikisi de Marx ile Engels’in çağdaşı olan liberal doktrinin iki “ağır topu” Alexis de Tocqueville ve J. S. Mill bu bakımdan çarpıcı iki örnek oluşturuyor.
Pratiği: Liberaller nereye kadar “Liberal”? (Tocqueville Örneği)
“Demokratik kurumlar aklımı çeliyor ama içgüdüsel olarak aristokratım,
çünkü güruhlardan tiksiniyor ve korkuyorum.
En temel düzlemde, özgürlük, yasallık, haklara saygıya tutkunum, ama demokrasiye değil. (…)
Ne devrimci ne de muhafazakâr partiye aidim.
Ama son tahlilde, ilkindense ikinciye daha fazla eğilimliyim;
çünkü muhafazakârlarla amaçlar değil, araçlar konusunda ayrışıyoruz;
ama devrimcilerden hem araçlar hem de amaçlar konusunda farklı düşünüyorum.”[6]
Aristokrat kökenli, Fransız liberal düşünür ve siyasetçi Tocqueville’in (1805-1859) siyasal fikirleri, 1789 Devrimi’ni izleyen restorasyon yıllarında, özellikle de 1824’de tahta geçen Kral X. Charles’ın gerici yönetimi döneminde biçimlenmişe benzer. Tocqueville, 1830’daki, kralın devrilmesine ve yerine, yükselen burjuvazi tarafından desteklenen Bourbon hanedanından Louis Philippe’in geçmesine yol açan üç günlük halk ayaklanmasını alkışlarla karşılamıştır. Ancak bu, çalkantılı 19. yüzyıl Fransa siyasal tarihinde alkışladığı ilk ve son halk ayaklanması olacaktır… Entelektüel yaşamı, bundan böyle devrimlerden ve “ayak takımı”nın etkisinden arınmış bir demokrasinin mümkün olup olmadığı sorusunun yanıtını aramaya adanacaktı. Bunun yanıtına ise, dokuz ay boyunca yerinde inceleme olanağını bulduğu Amerikan demokrasisinde ulaşacaktı. Ve Tocqueville’e göre, Amerikan demokrasisini mümkün kılan, Hıristiyan eşitlikçiliğiydi: “Amerikalıların en önemli avantajı, demokratik bir devrime katlanmak zorunda kalmaksızın demokrasiye erişmiş olmalarıdır; sonradan eşit hâle gelmek yerine, öyle doğmuşlardır.” (akt. Nimtz, 2019: 19) Tocqueville’in “Amerikan demokrasisi” güzellemesinde ne yedi yıllık kanlı İç Savaş’ın rolüne yer verilir ne de siyahî ve yerlilere yönelik kronik ayırımcılık dikkate alınmaktadır. “Siyahîsiz ve yerlisiz” bir demokrasi, öyle görünüyor ki Tocqueville için yeterince “mutlak ve uçsuz bucaksız”dır…
“Ayak takımı”nın siyasal sahnede etkin bir rol üstlenmesine yol açan ayaklanma ve devrimler karşısındaki nefreti, bir parlamento üyesi olarak karşılaştığı 1848 “Avrupa Baharı”nda aldığı pozisyonda iyice açığa çıkacaktı. Bir parlamento üyesi olarak kaleme aldığı Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğini hararetle savunan raporun[7] “sabıkası”na eklenen “ayak takımı” nefreti…
1848 Devrimi’nde Tocqueville Fransa Dışişleri bakanı ve devrimi bastırmaya çalışan Milli Muhafızlar’ın subaylarındandı. Devrimin şafağında, 29 Ocak 1848’de Millet Meclisi kürsüsünden vekillere şöyle seslenecekti: “İşçi sınıfının tutkularının siyasaldan toplumsala kaydığının farkında değil misiniz? Yalnızca şu ya da bu yasayı, şu ya da bu bakanı, hatta şu ya da bu hükümeti değil de toplumu devirmeyi, üzerine yerleştiği temelleri yıkmayı savunan görüş ve fikirlerin saflarında yayılmakta olduğunu görmüyor musunuz? Bu gibi görüşler beraberinde eninde sonunda devrimlerin en dehşetlisini getirecektir” (Nimtz, 2019: 36)
Tocqueville’in korktuğunun başına gelmesi, -ya da en azından onun öyle sanması- uzun sürmeyecektir. 1848 Avrupa devrimlerinin ilk dalgası, Şubat ayında patlak verir. Karl Marx’ın “burjuvazinin egemenliğinin pekiştirilmesi” olarak gördüğü bu olay, Tocqueville için, sosyalist fikirlerin zaferidir. Ve bu devrim, ani ve şiddetli bir karşı harekâtla bastırılmalıdır!
İlk dalganın iktidara taşıdığı geçici liberal hükümetlerin kent yoksullarına istihdam sağlayan bayındırlık faaliyetlerini durdurma kararı, Fransa’da Haziran ayaklanmalarını tetikleyecektir. Paris proletaryasının Haziran ayaklanmasında uğradığı yenilgiyi Tocqueville, “Bu kader günleri Fransa’daki devrim ateşini söndüremese de, en azından bir süreliğine Şubat Devrimi’nin yaptıklarına son verdi. Ulusu Parisli işçilerin tahakkümünden kurtarıp, kendi yazgısının kontrolünü yeniden ona verdi.” (Nimtz, 2019: 47)
Ve Tocqueville Haziran ayaklanmasının bastırılmasında aktif bir rol üstlendi: Yalnızca “Cezayir Fatihi” Cavaignac’ın diktatörlüğünü hararetle desteklemekle kalmadı, Meclis’ten aldığı yetkiyle Paris’i sokak sokak dolaşıp Milli Muhafızları Cavaignac’ın yayınladığı kararnameler konusunda bilgilendirme görevini de üstlendi… İşçiler yenildiğinde 3.000 tutsağın katledilmesine ise bir itirazı olmadı…
Haziran sonrası, Tocqueville daha da muhafazakâr bir hatta doğru kayacak, iş gününün 10 saatle sınırlandırılması, tuz vergisinin kaldırılması, ikame yerine zorunlu askerliğin kabulü, tüm yurttaşlara eğitim, istihdam ve sosyal yardım hakkı tanınması gibi önerilere, “sosyalizme kapı araladığı” gerekçesiyle muhalefet edecekti.
Haziran ayaklanmasının bastırılması, hükümete demokratik alanı daraltma fırsatını vermişti – tüm siyasal kulüplerin kapatılması, basına sansür uygulanması ve sıkıyönetim: tüm bu antidemokratik tedbirler, Tocqueville tarafından hararetle destekleniyordu. “Özgürlüğü korumanın tek yolu, onu kısıtlamaktır,” sözleri ona aittir (Nimtz, 2019: 55). Tocqueville bununla da kalmadı – “Cumhuriyeti korumak” adına, Aralık 1851’de Louis Bonaparte’ın parlamentoyu lağvederek imparatorluğunu ilan etmesine giden yolun döşenmesine de, “yürütmenin güçlendirilmesi” adına destek verdi: 20. yüzyıl ortalarında “Bolşevizm tehdidi”ne karşı Hitler ve Mussolini’yi destekleyen (Pareto ve von Mises gibi) epigonlarının yolunu da böylece açmış oldu…
…Ve John Stuart Mill
“Ben soyut hakikâtten yanayım,
ne kadar soyut, o kadar iyi.”[8]
Klasik liberalizmin önde gelen kuramcılarından Britanyalı filozof John Stuart Mill, Fransa’da 1789 İhtilalinin ve 1830 devrimci dalgasının (St. Simoncuların yanında) destekçileri arasında yer alsa da, kendi ülkesinde devrimci çıkışları desteklemek bir yana, Lordlar Kamarası’nda oy hakkının genişletilmesi yönündeki önergeye karşı çıkması, Bristol bölgesinde patlak veren “devrimci durum” karşısında, “en iyisi sinip fırtınanın geçmesini beklemek” tutumuyla, ya da kendisinden destek isteyen Chartist harekete desteğini “sadece kitap bağışı”yla sınırlı tutmasıyla (Nimtz 2019: 78-80) temayüz etmektedir. Fransız “ülküdaşı” Tocqueville gibi 1848 devrimci dalgasının karşısında yer almamakla birlikte, yazılarında “komünizm tehdidi”ne karşı uyarmakta, ve bu tehdidin ancak işçilere istihdam ve doyurucu ücretler vererek bertaraf edilebileceği”ni savunmaktadır. Fransa’daki 1848 devrimci dalgasının sonunda bastırılması ise onu hoşnut etmiş gözükmektedir; özellikle “tek damla kan dökülmemesi”ni memnuniyetle karşılar. (Oysa “Cezayir Fatihi” Cavaignac, isyancı işçilere kendi mezarlarını kazdırıp sonra da topa tutmasıyla ünlenmiştir… Bu suretle en az 1.500 işçinin katledildiği Encyclopaedia Britannica’da kayıtlıdır.)[9] Louis Bonaparte’ın darbesinden ise, “plebisiti sorumlu tutmaktadır” (Nimtz, 2019: 81)
Mill’in liberalizmi iki alanda su götürmez biçimde tezahür eder: ABD’de köleciliğin ilgası için mücadeleye verdiği (gecikmeli de olsa) destek ve Amerikan İç Savaşı sırasında Britanya’nın köleci Güney’i desteklemekten vazgeçmesi için verdiği uğraş (Britanyalı tekstil sanayicileri, köleciliğin ilgasının pamuk fiyatlarını yükseltmesinden endişe etmektedir); ile kadınların oy hakkı mücadelesini (Süfrajet hareketi) sahiplenmesi…
Ancak, bu ikincisi, koşulludur. Mill, yalnızca eğitim görmüş kadınların oy hakkını savunur. Kadınları kapsasın kapsamasın, genel oya karşıdır: cahil güruhlar seçim sandığından uzak tutulmalı, “çoğunluğun tiranlığı”ndan kaçınılmalıdır. Bir başka deyişle Mill, köle ve kadın haklarına gösterdiği duyarlılığı işçi sınıfından esirgemektedir… Ona (ve çoğu klasik liberale) göre “alt sınıflar”ın orta sınıf entelektüellerinin yol göstericiliğine ihtiyacı vardır. Ve Engels’e yazdığı bir mektupta, uyarmaktadır Marx: “mürekkep yalamışlar, burjuva sınıfı mensupları ve yarı-aydınlar harekete dâhil olduğunda daha da dikkatli olmak gerek…” (Nimtz, 2019: 118)
- yüzyıl liberalizminin bu iki “klasik” örneği, Tocqueville ile Mill’in en belirgin yönü, görüldüğü üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri karşısında duydukları derin korkudur. “Liberalizm”lerinin, “demokratlık”larının sınırı – Tocqueville’in parlamenter kariyerinin bolca kanıtladığı üzere, budur; bir işçi sınıfı devrimi olasılığı karşısında tercihlerini otoriter rejimlerden yana kullanmak. Çünkü nihayetinde liberal düşüncenin olmazsa olmazı, “mülkiyet özgürlüğü”dür; bu “özgürlük” için tehdit oluşturan her şey, tüm diğer özgürlüklerden vazgeçmeye sevk eder.
Marx-Engels ve Liberalizm: Teorik Eleştiri
“İnsan dinden özgürleşmedi, din özgürlüğü elde etti.
Mülkiyetten özgürleşmedi, mülkiyet özgürlüğü elde etti.”[10]
Marx’ın (ve Engels’in) liberalizm karşısındaki tutumunu anlayabilmek için öncelikle, onun bu ideolojiye yönelik kuramsal eleştirilerine bakmak gerek.
Marx’ın eleşirileri, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (1843), ve burjuva “haklar” sorununu irdelediği Yahudi Sorunu (1845) başlıklı çalışmalarında yoğun biçimde ortaya çıkar.
Hegel’in devlet felsefesi, bireylerin kendi bencil çıkarlarının peşinde koştuğu, çelişki ve çatışmalarla yüklü bir “sivil toplum” ile bencilliklerini aşarak “kamusal yurttaşlar” olarak davrandıkları “siyasal toplum” arasındaki ayırımdan hareket eder. Hegel’e göre bu çelişki çözümsüz değildir; özel çıkarların azamîleştirilmesi çabası ile tarafsız ve kamusal yurttaşlık talepleri arasındaki çelişki, modern devletin yüce iradesi çerçevesinde çözümlenmektedir; tikel çıkarların üzerinde yer alan tarafsız ve üst bir irade olarak devlet (siyasi toplum) bireysel çıkarlar ile kamusal yükümlülükler arasındaki çelişkilerin çözümlendiği locus’dur. (Femia, 1992: 16)
Marx Hegel’in bu yaklaşımındaki idealizmi kıyasıya eleştirir. Ona göre, burjuva toplumunda yalnızca sivil topluma ait özel kişi, ya da “ekonomik insan” gerçek, somut varoluşa sahiptir. Yurttaş olarak bir soyutlamadan, siyasal cemaatten, insanın öz imgesinin kamusal bir varlık olarak fantastik bir yansıtmadan ibarettir. Bu bakımdan, Hegel’in siyasal tahlili amprik kurumları “İdea”nın, “tarihin özü”nün ya da “nihaî neden”in gelişiminden türetme yolundaki idealist girişimden malûldür: “En demokratik kisvesi altında dahi modern devlet, hiçbir şekilde toplumsal bölünmelerin üzerinde tarafsız bir hakem değildir. Sivil toplumun bölünmüşlüğünü aşmak şöyle dursun, özel varoluşun rekabetçiliğini ve mülkiyetin tahakkümünü güçlendirerek bu durumu süreğen kılar.” (akt. Femia 1992: 18)
Marx, Hegel’in hukuk felsefesi eleştirisinde, “siyasal toplum” görüsünün varsaydığı “yurttaş”ın bir soyutlamadan, bir imgelem ürününden ibaret olduğunu vurgularken, burjuva devletin bireyi (örneğin Antik Yunan’da olduğu üzere) cemaati ile ilişkilendirmek bir yana, onun “cemaatinden, giderek kendisinden ve diğer insanlardan ayrılmasını temsil ettiğini öne sürer. Şu hâlde liberal demokrasi, yabancılaşmayı üç bakımdan sergilemektedir:
“1) İnsanı siyasal yaşamı ‘aktüel bireyselliğinden uzak’ gören ‘tahayyül edilmiş bir egemenliğin tahayyül edilmiş bir üyesi’ kılarak toplumundan kopartır; 2) Bir ‘bellum omnium contra omnes’ (herkesin herkesle savaşı) alanı olan sivil toplumda insanın insanla mücadelesini hem yansıtır, hem de yaptırıma bağlar; 3) İnsan kişiliği içinde özel çıkarla komünal yükümlülük ya da bağlılık arasında bölünmeyi besler – kapitalizm koşullarında kaçınılmaz olarak bencillik lehine çözümlenen bir uyumsuzluktur bu. Şu hâlde burjuva toplumunda insanlar toplumsal doğalarına yabancılaşmış ve bu toplumun değer ve kurumları aracılığıyla, çatışkılı basınçlar tarafından parçalanmış ve hem kendi insanlıklarına, hem de diğer insanlara yabancılaşmış izole ‘monad’lara dönüşmüşlerdi.” (Femia 1992: 20-21) Yani kapitalist toplumun “birey”i, aslî özüne, toplumsallığa yabancılaşmış, soyut, izole, tekil bir monad’dır. Marx’ın insanın tanımlayıcı özelliği olarak gördüğü “türsel varlık”ın[11] uzağındadır.[12]
Bir kez daha vurgulamak gerek; Marx’a göre insan doğası, “toplumsal”dır. Bu nedenledir ki insanın “toplum-öncesi” durumundan kaynaklanan “doğal haklar” söylemi, ona yabancıdır. (Shoikhedbrod, 2017: 28) Bu nedenledir ki, “politik haklar” söylemine sahip çıktığı ölçüde, soyut olarak kurgulanmış “İnsan Hakları” söylemini eleştirir: “Sözde insan hakları”…
“Herşeyden önce, sözde insan haklarının, droits de citoyen’den (yurttaş hakları) farklı olarak droits de l’homme (insan hakları)’un, sivil toplum üyesinin haklarından, yani bencil insanın, öteki insanlardan, cemaatten ayrılmış insanın haklarından başka bir şey olmadığını kaydediyoruz. En radikal Anayasa’nın, 1793 Anayasası’nın sözleriyle:
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, Madde 2 – “Bu haklar vb. (doğal ve devredilmez haklar) eşitlik, özgürlük, güvenlik ve mülkiyettir.”
Peki, özgürlük nedir?
Madde 6- ‘Özgürlük insanın başkalarının haklarına zarar vermeyen herşeyi yapabilme yetisidir,’ ya da, 1791 İnsan Hakları Bildirgesi’ne göre, ‘Özgürlük, başkalarına zarar vermeyen herşeyi yapabilme yetisidir.’
(…) Herhangi birinin bir başkasına zarar vermeden eyleyebileceği sınırlar, yasayla tanımlanır (…) Bu izole bir monad olarak, içine çekilmiş bir insanın özgürlüğüdür. (…) Ama insanın özgürlük hakkı insanın insanla ilişkisi üzerine değil, insanın insandan ayrılması üzerine temellenir. (…)
İnsanın özgürlük hakkının pratik uygulaması, insanın özel mülkiyet edinme hakkıdır. (…) İnsanın özel mülkiyet (edinme) hakkı, bu nedenle kişinin kendi mülkiyetinden yararlanma ve onu dilediğince (a son gré), başkalarına kulak asmaksızın, toplumdan bağımsız olarak tasarruf edebilme, öz-çıkar hakkıdır. Bu bireysel özgürlük ve uygulaması, sivil toplumun temelini oluşturur. Her insanın, bir başkasında kendi özgürlüğünün gerçeklenmesini değil, ona ket vurulmasını görür…
Bu nedenle bu sözde insan haklarının hiçbiri, bencil insanın, sivil toplum üyesi olarak insanın, yani kendi içine, özel çıkarlarının, özel kaprisinin sınırları içine çekilmiş, cemaatinden ayrılmış bireyin ötesine geçemez. O, insan haklarında türsel bir varlık olarak kavranılmanın çok uzağındadır; tersine, türsel yaşamın kendisi, toplum, bireylere dışsal bir çerçeve, özgün bağımsızlıklarının bir sınırlaması olarak görünür. Onları bir arada tutan yegâne bağ, doğal zorunluluk, gereksinim ve özel çıkar, mülkiyetin ve bencil benliklerinin korunmasıdır.” (Marx, 1844)
Yahudi Sorunu ile Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Marx’ın Hegel’den hareketle benimsediği “sivil toplum/ siyasal toplum” ayırımı ile, Yahudi Sorunu’nda vurguladığı “sözde insan hakları”nın “soyut ve atomize bireye taalluk ettiği” saptaması birlikte ele alındığında, çarpıcı bir saptamaya ulaştırır bizi…
Marx’ın, Yahudi Sorunu’nda (siyasal alana tekabül eden) “yurttaş hakları” ile (sivil alana tekabül eden) “sözde insan hakları” arasında bir ayırım gözettiğini gördük. Yurttaş hakları (siyasal haklar), ancak başkalarıyla ilişki içerisinde gerçekleştirilebilecek haklara (oy hakkı, basın özgürlüğü, adil yargılanma hakkı vb.) tekabül ederken, Marx’ın deyişiyle “sözde insan hakları: eşitlik, özgürlük, güvenlik, mülkiyet) “bencil piyasa toplumunda atomistik bireyleri birbirinden ayıran sınır işaretleri”ne (Shoikhedbrod, 2019: 59) denk düşmektedir. “İnsan hakları”nın çerçevesini çizen Bildirgeler’e [1791 tarihli Déclaration des droits de l’homme et du citoyen ile 1793 tarihli Declaration of the Rights of Man and of the Citizen] göre her bir birey, (başkasına zarar vermeyeceği) kendi sınırları dâhilinde özgürdür…
Sorun şuradadır ki, burjuva liberalizmi siyasal alanda “eşitliği” varsayar ya da öngörürken, sivil alanda (iktisadî) eşitsizlik üzerinde temellenir. Çünkü “mülkiyet”i temel alan bir özgürlük, eşitliği zorunlu olarak dışlar. “Kapitalist piyasa içinde ‘yurttaşlık eşitliği’ olamaz.” (Femia, 1992: 41) Mülk sahibi olan ile olmayan, kâğıt üzerinde “eşit” haklara sahip olsa da “İnsan Hakları”nın güvence aldığı haklardan yararlanma olanakları eşit değildir. “Anatole France’ın deyişini biraz değiştirecek olursak, liberal mülkiyet hakları dilencilerle şirket yöneticilerinin her ikisinin de malikâne satın alma hakkına sahip olduğu anlamına gelir.” (McManus, 2020) Mülk sahibi olan/ zenginin güvenliğe, sağlığa, eğitime, siyasal karar alma mekanizmalarına, ikamete, “adil yargılanma”ya, düşüncelerini ifade araçlarına… ya da herhangi bir Anayasa ya da Temel Haklar Bildirgesi ile güvence altına alınmış her türlü hak ve özgürlüğe erişim olanağı, mülksüz/ yoksula göre elbette ki çok daha fazladır.
Marx’ın burjuva liberalizmine yönelik temel eleştirisi, budur: “politik alan” ile “sivil alan” arasındaki, mevcut sistem içerisinde çözülmesi olanaksız uyumsuzluk. Sivil toplum, yani somut bireylerin mülkiyet ilişkilerinin farklı taraflarında konumlandıkları gerçek yaşamdaki eşitsizlikler, siyasal alandaki “eşitlik” kurgusunu boşa çıkmaktadır. Bu konuda Marx, tikel ve evrensel çıkarların özdeşleşmesi, bir başka deyişle yabancılaşmanın ilgasıyla, insanın “türsel varlığı”na, “toplumsal öz”üne dönüşü veya “özel ile kamusal arasındaki liberal ayırımın ortadan kaldırılması” (Femia, 1992: 27) gereğinin altını çizmektedir.
Ne ki mevcut kapitalist toplumda bunun çözümlenemeyeceğinin bilincindedir. Çünkü kapitalist sistem, Marx’ın işaret ettiği “siyasal alan” ile “sivil alan” arasındaki çelişkiyi, kendisini yeniden üretecek şekilde temellük etmiştir. Politik alandaki “sözde eşitlik” (yasalar önünde eşitlik, eşit oy, “evrensel haklar”a erişimde eşitlik vb. sivil toplumdaki eşitsizlikleri (mülkiyet “özgürlüğü”nün yarattığı eşitsizlik) lağvetmek üzere değil, pekiştirecek tarzda işlemektedir: Tarih boyunca her bir üretim tarzı iktisaden başat sınıfın çıkarlarını kollayıp ilerletecek uygun siyasal örgütlenmeyi yaratagelmiştir. Modern kapitalizm açısından bu örgütlenme, demokratik cumhuriyettir. “Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınırsız despotizmi” (Marx, 1966); “bir sınıfın diğeri tarafından tahakkümü aracı” (Engels, 1967)… Hiç kimse, seçilmiş parlamenterlerin varlığından dolayı yanılgıya kapılmamalıdır, çünkü onlar da “ürkünç sınıf tahakkümü mekanizmasına içkindirler. Genel oy, güçlerin ‘gözbağı’dır ve halk tarafından parlamenter sınıf yönetimini birkaç yılda bir seçmek üzere başvurulur. Parlamenter ‘business’ ile birlikte seçimler, “uzak bir devlet parazitleri, iyi para kazanan dalkavuklar ve arpalıktan beslenenler takımı olan devlet bürokratlarının ve profesyonel siyasetçilerin kontrolü altındadır – bunlar cepleri kapitalist efendilerinden kopardıkları ganimetlerle dolu, halkın çalımlı efendileri geçinirler. Bu nedenledir ki, parlamenter demokrasi ezilenlerin kurtuluş aracı olması mümkün değildir.” (Fransa’da İç Savaş) (akt. Femia 1997: 46-47)
Bir başka deyişle, burjuva liberalizminin öngördüğü “sözde” eşitlik, siyasete katılımda “eşitlik”, örneğin herkes için eşit oy hakkı (ki liberalizmin buna ikna olması da pek kolay olmamıştır!) gerçek yaşamda eşitliği sağlamak bir yana, mülksüzlerde siyasete katılıyorlarmış” yanılsaması yaratarak eşitsizliğin sürdürülmesi mekanizmalarına destek olmalarını sağlar. “Demokrasinin hükümet açısından avantajlarından biri,” diyordu Bertrand Russel, “ortalama insanın hükümeti kendisine aitmiş gibi görmesini sağlayarak kandırılmaya daha yatkın kılmasıdır.” (akt.: Haque, 2011)
Öte yandan, burjuva liberalizmi “eşitlik”in kapsam ve eriminin gayet iyi farkındadır. Örneğin günümüzde bütün “liberal demokrasi”ler siyasal yöneticilerin yurttaşların eşit oyla katıldığı seçimlerle göreve gelip gitmesini öngörürken, liberalizmin şampiyonluğunu yapan hiçbir piyasa aktörü, diyelim ki şirket yönetimlerinin çalışanların eşit oy hakkına sahip olduğu bir seçimle iş başına gelmesini, bırakın dile getirmeyi, aklından dahi geçirmez!
Özetle, Marx ile Engels, kapitalist toplumda bireyin feodal ve teokratik boyunduruklardan kurtularak “özgürleşme”sine işaret eden burjuva “özgürlük” kavramının ve onunla bağlantılı “haklar” söyleminin, insanlığın kurtuluşuna vb. değil, bir başka boyunduruk sistemine, ücretli kölelik sistemine kapıyı açtığını vurgulamaktadırlar. Bu bakımdan liberalizmin “özgürlük” vaadi, ücretli kölelik sisteminin ilgasını içermediği sürece, yerine getiril(e)meyecek bir vaad olarak kalacaktır.[13] “Özgürlük”ün temeline mülkiyet edinme özgürlüğünü yerleştiren her vaad, her zaman boşa çıkmaya yazgılıdır. Çünkü “Marx’a göre liberal teori, “bireysel ve toplumsal özgürlükler ancak siyasal ve iktisadî adalet ve hakları birbiriyle ilişkin kılarak anlamlı bir tarzda bağlantılandıklarında gerçekleşebileceği için, başarısızdır.” (Martin E. ve M. Pimentel 2015.)
Bireysel ve toplumsal özgürlükler siyasal ve iktisadî hakları birbiriyle ilişkin kılarak bağlantılandıklarında, yani burjuva toplumuna özgü olan eşitlik ve adaletin iki farklı alanda iki farklı tezahüre bürünmesi (siyasal “eşitlik” ile iktisadî eşitsizlik) durumuna son verildiğinde ise “haklar” söylemi, yerini Marx’ın “herkesin yeteneğinden herkesin ihtiyacına” ilkesine bırakacaktır. Bu ise, liberal düşünceye içkin birey-toplum karşıtlığının ortadan kaldırılarak, her bir bireyin özgür gelişimini, herkesin gelişiminin bir unsuru kılınması anlamına gelir. (McManus 2020) Ya da, Marx’ın kendi sözleriyle, “insanın kurtuluşu, ancak gerçek, bireysel insan soyut yurttaşı kendinde massettiğinde, tekil bir insan olarak gündelik yaşamında, çalışmasında ve ilişkilerinde bir tür varlığı hâline geldiğinde, ve kendi kudretlerini (öz güçlerini) bu gücü siyasal erk olarak kendinden ayırmayacak şekilde toplumsal güçler olarak tanıdığında tam olacaktır.” (Marx, 1844)
Marx ve Engels: Demokrasi Mücadelesi
“İşçi sınıfı devriminde ilk adım, demokrasi mücadelesini
kazanmak için proletaryayı yönetici sınıf konumuna yükseltmektir.”[14]
Marx (ve Engels)’in liberalizme yönelik tüm eleştirileri, onların “anti-demokrat” oldukları anlamına gelmez. Nimtz (2019: 115) “demokratik mücadeleye katkıda Marx ve Engels’le yarışacak kişiler varsa, ondokuzuncu yüzyıl liberalizmi saflarında aramak nafiledir,” derken abartmamaktadır.
Marx ile Engels, liberal demokrasinin biçimlenişine tanık oldular. Komünistler ile liberallerin, ya da “radikal demokratlar” ile “liberal demokratlar”ın ayrıştığı 1848 devrimlerine dek, birçok alanda liberallerle birlikte yürüdüler. Örneğin Marx’ın ilk yazılarına sayfalarını açan, liberal bir yayın organı olan Rheinische Zeitung idi. Ancak basın özgürlüğünü savunmada liberallerin tutarlı yol arkadaşları olmadığını, Prusya despotizminin gazeteyi yasaklama kararına karşı gazete sahiplerinin ve liberal destekçilerinin hiç direnç göstermemesiyle anlayacaktı. Benzer “düşkırıklıkları” Marx ile yandaşlarının ısrarlı ve tutarlı savunucuları olduğu ve ilerletmek için uğraştıkları adil yargılanma hakkı, emekçilerin örgütlenme özgürlüğü, oy hakkının yaygınlaştırılması gibi alanlarda da yaşanacaktı. Bir başka deyişle, (zamanın tanımıyla) “radikal demokratlar”la liberallerin yol arkadaşlığı, sorunlu bir ilişkiydi. İki örnek üzerinden gidelim: Amerika kıtasında köleliğin ilgası ile Batı Avrupa’da genel oy hakkı mücadelesi…
- yüzyıl sonlarında Kuzey Amerika’yı sarsan ve ABD’nin biçimlenişine yol açan köleliğin ilga mücadelesi ve bunun yol açtığı iç savaş, Avrupa liberallerince “kayıtsızlıkla” karşılanmıştı. Özellikle İngiliz liberalleri, ucuz köle emeğinin devredışı kalmasının tekstil sanayiinin hammaddesinin maliyetini yükselteceği kaygısıyla, İç Savaş’a Britanya’nın Güney’in yanında müdahil olmasına (utangaç da olsa) destek vererek John Stuart Mill’i bu alanda yalnız bırakmışlardı[15].
Buna karşılık, “Marx’ın partisi”, Kuzey Amerika’daki radikal demokrat Alman göçmenler, ilk anından itibaren İç savaşta aktif biçimde ayrılıkçı Güney’e karşı Kuzey’in yanında yer aldılar, iç savaşa Kuzey saflarında katıldılar. Marx ise Avrupa’da erişebildiği yayın organlarında, köleliğin ilgası lehine ateşli bir propaganda sürdürüyordu.
Oy hakkının “mülksüz sınıflara, eğitimsizlere doğru genişlemesi talebi, Avrupalı liberaller ile radikal demokratlar (komünistler) arasındaki farklılıkların çok daha vurgulu hâle geldiği bir başka mücadele alanıydı.
Modern demokrasiler, kadınların oy hakkına sahip olmadıkları, kimlerin oy verebileceğinin, özgür yurttaş ve mülk sahibi olma ve/veya eğitim kriterlerine göre belirlendiği, antik Yunan demokrasisinden daha kapsayıcı olmayan yönetimlerdi. Örneğin Fransa’da 1792’de kabul edilen oy hakkı, yalnızca yetişkin erkekleri kapsıyordu; Almanya’da 1848’den itibaren yalnızca “yoksulluk yardımından yararlanmayan” yetişkin erkekler oy hakkına sahip olmuştu. Britanya’da oy hakkı çok daha gerilere gider. 1265 yılından itibaren mülk sahibi erkekler parlamento seçimlerinde oy kullanabiliyorlardı. Erkek oylarında mülkiyet kriteri 1918’de lağvedilecek, ve eşit ve evrensel oy hakkı (kadın ve erkekler için) ancak 1928’de kabul edilecekti. ABD’de ise eyaletlerin çoğunda yalnızca mülk sahibi, beyaz, yetişkin erkekler oy kullanabilmekteydi. “Irk” kriteri 1870’de, cinsiyet kriteri ise 1920’de kaldırıldı, vb.
İşin ilginç yanı şudur ki, liberal kalemlerden pek azı (bunlardan biri de Stuart Mill’dir) kadınlara oy hakkı tanınmasından yana tutum alırken, oy hakkının mülkiyet (ve eğitim) koşuluna bağlanmasına hiçbir 19. yüzyıl liberali karşı çıkmaz, hatta (Tocqueville örneğinde gördüğümüz gibi) bunu şiddetle savunur.[16]
Yine de radikal demokratlar, ya da komünistler, “nihai hedef” olarak görmeseler ve burjuva demokrasisinin sınırlarının bilincinde olsalar da, ırk, din, cinsiyet, mülkiyet, eğitim vb. kriterleriyle sınırlandırılmayan eşit ve genel oy hakkı talebiyle çıkmışlardır yola. Engels, Fransa’da “oy hakkının genişletilmesine yönelik kampanya üzerine Kasım 1847 tarihli bir makalesinde şöyle diyordu: “Yalnızca ‘Radikaller’ genel oyu ve Cumhuriyet hükümetini savunuyor, ve yalnızca tek bir gazete, Réforme salt emekçi sınıfları eskisi gibi sefil koşullarda bırakacak olan siyasal reformları değil, çok kesin bir dille ifade edien toplumsal reformları destekliyordu.” ( Engels, 1847)
Oysa burjuvazinin siyaset alanındaki temsilciliğini üstlenen liberaller açısından sorun, toprak sahibi aristokrasinin ayrıcalıklarını lağvetmek, ve otokratik yönetimlerin baskılarını azaltmaktan ibarettir. Ve Levin’in (1989: 12) de işaret ettiği üzere,
“Bu bakımdan iktidarı aşağıya doğru yayan bu çeşitli hareketlerin her biri ve hepsi, niyet itibariyle demokratik olarak nitelenebilir- monarşik iktidara karşı parlamenter iktidar, oy hakkının genişletilmesi, emekçilerin kolektif örgütlenme hakkı, liberalizm, sosyalizm, komünizm ve anarşizm mücadeleleri. 1844 Silezyalı Dokumacıların İsyanı, 1848 Frankfurt Parlamentosu, Britanya’da Chartism ve Owencilik, 1834 Lyons isyanları, 1847’de Paris’deki seçim reformu gösterileri- bunların tümü aynı kapsamlı ve tehditkâr demokratik eğilimin farklı yansımaları olarak görülebilir. Taktiksel farklılıklar, toplumsal kökenler ya da nihai hedefe ilişkin niyetler hareket içerisinde ciddi siyasal antagonizmalara yol açmıyordu. Restorasyon destekçilerinin kendilerine yakıştırdığı “düzen düşmanları” yaftası radikal hareketle bilinçli bir enternasyonalist özdeşleşimle eşleşiyordu. Eric Hobsbawm ‘belirli bir noktaya kadar tüm Avrupa ve Amerikan solu aynı düşmanlara karşı mücadele etmeyi, ortak özlemler beslemeyi ve ortak bir programa sahip olmayı sürdürdü… En bilinçli proleter komünistleri dahi kendilerini hâlâ genel radikal ve demokratik bir hareketin aşırı sol kanadı olarak görüyor ve normal olarak ‘burjuva-demokratik’ cumhuriyetin kazanımlarını sosyalizme doğru ilerletebilecek vazgeçilmez bir girizgâh addediyorlardı.”[17]
“Kopuş” 1848 devrimleriyle birlikte geldi… 1848 Baharı, Avrupa’nın pek çok ülkesinde liberalleri iktidara taşıdı. Alttan gelen ayaklanma tehdidiyle karşı karşıya kalan hanedanlar, burjuvaziyle uzlaşma yolunu seçecekti. Burjuvazi, özgürlükler alanının işçi sınıfına ve köylülere doğru genişletilmesinin yeni yeni yerleşmeye başladığı iktidarı için ne denli tehlikeli olabileceğini sezinlemişti. Bu bakımdan, iktidarı eski muarızlarla, aristokratlarla, kralcılarla, otokratlarla paylaşmak daha akıllıca bir iş gibi gözüküyordu. “Meşruti monarşiler” çağı başlamıştı. Burjuvazi, hedefine büyük ölçüde ulaşmış, ülkelerinin yönetiminde etkin pozisyonlara sahip olmuş, serfliği önemli ölçüde tasfiye etmiş, ticaret serbestliğini güvence altına almış, gümrük ve vergi politikalarında belirleyicilik kazanmıştı. Artık eşitlikçi özlemlerle sokaklara dökülen eski müttefiklerinin, işçilerin, köylülerin taleplerine sırt çevirebilirdi. “Tek bir bürokrat ya da subay görevden alınmadı,” diye yakınıyor, Engels. “Eski bürokratik idari sistemde en ufak bir değişiklik bile gerçekleştirilmedi.” (akt. Levin, 1989: 25)
“İdeolojik kopuş”u kısa sürede örgütsel ayrışma izleyecekti. “Hem Almanya hem de Fransa’da liberaller proletaryayı terk etti, bu ikinci de iltifatı iade etmekte gecikmeyecekti. Böylece, Nisan 1849’da Köln İşçi Derneği oybirliğiyle Almanya Demokratik Dernekler Birliği’nden çekilip Almanya İşçi Dernekleri Birliği’ne katılma kararı aldı. (Levin, 1989: 30) Bu örneği, Fransa ve İngiltere’deki işçi örgütleri izledi. İşçi sınıfı, burjuva liberalizmi ile yolları ayırıyordu…
1848 Avrupa devrimlerinin bastırılması ve izleyen baskı politikaları bu yarılmayı telafisi imkânsız hâle getirdi. Burjuvazinin kutsal “özel mülkiyet özgürlüğü”nü tehlikede gördüğü an, şeytanla işbirliği yapmaktan kaçınmayacağı net bir biçimde açığa çıkmıştı… Louis Bonaparte ya da Adolf Hitler… İşçi sınıfı kendi eşitlik ve özgürlük tanımıyla kendi rotasını çizmek, kendi bağımsız hattını oluşturmak zorundaydı. Bir sömürü ve tahakküm biçimini bir başkasıyla ikame etmeyi hedefleyen ve soyut “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” çağrısını somut bir sınıf tahakkümüyle boşa düşüren[18] bir “demokrasi” sevdasından, her türlü sömürü ve tahakkümün ortadan kalktığı, sınıfsız ve sınırsız bir dünya tahayyülüne…
1871 ve 1917 bu yolun ilk durakları olacaktı…
- İ. Lenin Dersleri
“Liberal burjuvazi bir eliyle reformları bahşederken,
öbür eliyle onları geri alır, hiçe indirger,
onları işçileri köleleştirmek, bölmek
ve ücretli köleliği sürekli kılmak için kullanır.”[19]
1917 Sovyet İhtilali, bir yanıyla da liberalizmle teorik olduğu kadar, pratik bir “kopuş” olmuştur. V. İ. Lenin ve Bolşeviklerin mücadelesi, Çarlık otokrasisine olduğu kadar, Rusya topraklarına kapitalizmi yerleştirmeye çalışan liberallere de karşıydı. Ve bunu her vesileyle ikircimsiz, net ve kesin bir dille ifade edegelmişlerdir:
“Varsın liberaller ve kafasızlaşmış entelektüeller, özgürlük uğruna ilk gerçekten kitlesel meydan savaşından sonra cesaretlerini yitirip, korkakça şöyle desinler: Bir kez yenildiğiniz yere gitmeyin, bu uğursuz yola tekrar ayak basmayın! Sınıf bilinçli proletarya onlara şu yanıtı verecektir: Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir,”[20] diyen V. İ. Lenin’in, “Bir liberalin genel olarak demokrasiden söz etmesi doğaldır. Bir Marksist ise, ‘Hangi sınıf için?’ diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır,”[21] eleştirisiyle müsemma liberalizm ile sosyalizm iki ayrı dünyadır.
Liberalizme/ liberallere karşı tavır konusunda, “Bir liberal kendisine kötü muamele edildiği zaman, tanrıya şükür dayak atmadılar diye düşünür. Dayak yediği zaman ise, öldürülmediği için tanrıya şükreder. Ve iş ölüme gelecek olursa, bu defa ölümsüz ruhu fani vücudundan kurtarıldığı için tanrıya şükredecektir,”[22] diye dalga geçen V. İ. Lenin’in tavrı nettir!
Hem de “Liberaller işçilere ‘Sizler toplumun sempatisini kazandığınızda güçlü olursunuz,’ derken Marksistler işçilere farklı bir şey söylerler, onlara şöyle derler: ‘Güçlü olduğunuzda toplumun sempatisini kazanırsınız’!”[23]
Bu kadar da değil; dahası da var: “Genel olarak liberal burjuvazi ve özel olarak liberal burjuva aydınları, özgürlük ve meşruiyet için mücadele ederler; çünkü bunlar olmaksızın burjuvazinin egemenliği tam, bütün ve güvenilir değildir. Ama burjuvazi gericilikten çok, yığınların hareketinden korkmaktadır. Liberallerin siyaset alanındaki çarpıcı, şaşırtıcı zayıflığı, mutlak iktidarsızlığı bu yüzdendir. Yığınların desteğini kazanabilmek için demokrasiye oynamak zorunda olan, ama aynı zamanda derinliğine anti-demokratik, yığınların hareketine, yığınların inisiyatifine, geçen yüzyılda Avrupa’da yer alan yığın hareketlerinden birini anlatırken Marx’ın söylediği gibi ‘yeri göğü sarsmalarına’ derinliğine düşman olan liberallerin bütün siyasetine egemen olan bitip tükenmez dalavereler, ikiyüzlülük, yalan ve korkakça kaçamaklar bu yüzdendir.”[24]
Evet, “Kapitalizm, ekonomik ve dolayısıyla toplumsal eşitsizlik ile biçimsel eşitliği birleştirir. Bu, kapitalizmin burjuvazinin yandaşlarınca, liberallerce, yalanlarla gizlenmeye çalışılan ve küçük-burjuva demokratlarca anlaşılmayan temel özelliklerinden biridir,” der ve yine ekler V. İ. Lenin (1970b: 73):
“Devrim bir kez başladıktan sonra, liberaller ve devrimin diğer düşmanları tarafından bile tanınır; ama çoğunlukla bunu, aldatmak ve ihanet etmek için yaparlar. Devrimciler ise devrimi, devrimden önce öngörürler, kaçınılmazlığını fark ederler ve kitlelere bunun gerekliliğini anlatırlar, yol ve yöntemlerini açıklarlar.”
Tüm bunlara karşın, “Marksizm, pek çok kavramını kendisinden önceki ekonomi politikçilerden dolayısıyla liberallerden devralmıştı. Ancak Marx, işçi sınıfının toplumu dönüştürücü gücünü görmüştü ve klasik ekonomi politiğin eleştirisini geliştirdi. Ancak bugün algılananın aksine Marx, kendi düşüncesini liberalizm karşıtlığı üzerinden kurmadı, o kapitalizmin işleyiş yasalarını ve bunun içinde işçi sınıfının bir toplumsal devrim aracılığıyla toplumu değiştirebileceğini gösteriyordu. Marx’tan sonraki Marksistler için de aynı durum geçerliydi. Örneğin; Lenin ve Bolşevikler belirli koşullar altında Rusya’daki Çarlık Rejimi’ne karşı liberallerle işbirliği yapmayı dahi uygun görüyorlardı. Ayrıca liberal demokrasilerin kendisinden daha gerici rejimlere karşı savunulması Marksistler açısından vazgeçilmez bir görevdi. (…) Sosyalistler bir yandan özgürlükler için gerekirse liberallerle de yan yana gelerek mücadele eder, bir yandan da somut bir gerçeklik olan neo-liberalizmin yıkımına karşı mücadele ederler çünkü kapitalizme karşı mücadele somut bir mücadeledir,” (Özinanır 2010) tarzı cümleler kurabilmek, “günü kurtarmak” adına Marx’ı, Lenin’i tahrif etmek değil midir? “Yetmez ama evet liberalizmi”yle Karl Marx’ı, V. İ. Lenin’i birlikte telaffuz etmek mümkün olabilir mi?
Eleştirel Değiniler
“Eleştirel düşünce yok olmaz.”[25]
Carl Edward Sagan’ın, “Eğer ki, bize bazı şeylerin doğru olduğunu iddia edenlere otorite sahiplerinden şüphe duymanızı sağlayan şüpheci sorular sorma becerisinde değilsek, bu durumda önümüze gelen ilk şarlatan politikacı veya dindara kanmaya açık oluruz,” uyarısı kapsamında ele alınması gereken liberalizm için Jean Paul Sartre’ın “Liberal iğrenç bir sözcüktür,” deyişi kadar ileri gitmeyeceğiz.
Ancak Murathan Mungan’ın ifadesiyle, “Pastörize edilmiş sağcılara liberal deniyor”ken; Noam Chomsky (2013: 135) de, “Burjuva liberalizm ekollerinin övdüğü bireyci, bencil, süfli ve uydurma özgürlük”e dikkat çeker!
Emile Zola’nın (1992: 48), “Bugün de burjuvazi, liberalizm çılgınlığıyla, yakıp yıkma hırsıyla, halka yaptığı dalkavuklukla aynı budalaca rolü oynuyor”; Friedrich Nietzsche’nin, “Liberalizm, insanın sürü hayvanına indirgenmesidir”; Yuval Noah Harari’nin (2017), “Çağımızın en yaygın dini olan liberalizm, bireylerin öznel hislerini kutsal olarak gördüğü gibi üstün otoritenin de kaynağı olarak kabul eder,” sözleri, liberalizmin yalnızca Marksistler nezdinde değil, geç modern çağ düşünürlerinin çoğu nezdinde hiç de muteber olmadığını gösteriyor!
Sahi Liberalizm Nedir?
“İnsan aklın
sınırlarını zorlamadıkça
Lewis Wolpert’in, “Doğru olduğu varsayımı herhangi bir temele dayanmıyorsa, bir önerme doğru kabul edilemez,” saptamasıyla örtüşen liberalizm nedir (mi)?
Serbest rekabetçiliğiyle, de facto toplumsal adaletsizliğe ve eşitsizliğe yol açan liberalizmin aç karnına savunulması mümkün değildir; o, tokların, sömürenlerin ideolojik hattıdır.
Paranın güç anlamına geldiği ideolojidir. Doğası gereği servetin belirli ellerde toplanması garantidir.
Michel Foucault’nun (2015: 266), “Kuşkusuz, liberalizmin kökeninde ekonomik analizden daha ziyade hukukî analiz de yatmıyor. Liberalizmi doğuran, sözleşmeye dayalı politik bir toplum fikri değil. Fakat liberal yönetim teknolojisi arayışı kapsamında, hukuki biçimli düzenlemenin yöneticilerin bilgeliğinden ya da makullüğünden çok daha etkili olduğu ortaya çıktı. (Fizyokratlarsa hukuka ve hukukî kurumlara şüpheyle yaklaştığından, bu düzenlemeyi kurumsal olarak yetkileri sınırsız olan despotun uymak zorunda olduğu apaçık bir hakikat olan ‘doğal’ ekonomik kanunlarda aramaya yönelmişti.) Liberalizm bu düzenlemeyi ‘kanunda’ aradı. Fakat bu kendi altyapısında hukukçuluk olduğundan değil, kanun, özel, bireysel ve istisnaî müdahaleleri ortadan kaldıran genel müdahale biçimleri belirlediği ve parlamenter düzende yönetilenlerin kanunun hazırlanmasına iştiraki en etkin yönetim ekonomisi olduğu için,” notunu düştüğü liberalizm kurtla kuzunun aynı ağıla konmalarını, herhangi birinin müdahalesi olmaksızın “özgürce” yaşamalarını savunan bir düşünme biçimidir.
Hatta kuzular güçlenmeye başladığı zaman ağıl sahibinin kurtlara yardım etmesinde bir soru(n) görmezler.
Teoride savundukları hiçbir zaman pratiğe uymamıştır. Görünürde devletin etkisine karşı çıkarlarken, dünyanın her yerinde sermaye sahiplerinin devleti etkilemesine, hatta bizzat devlet olmasına yolu açmışlardır. Kazançlarını artıracak yasalar çıkartırlar. Geriletilen işçi hakları, vergi indirimleri, teşvikler, ihaleler, batan bankalara yardımlar söz konusu olduğunda devlet müdahalesinden hiç rahatsız olmazlar. Devlet müdahalesine sadece alt ekonomik sınıflar için bir şey yapıldığında karşı çıkarlar.
Aynı muhafazakârlar gibi dünyayı yalnızca kendi pençelerinden görürler. Halkın yüzde 5’inin zenginliğini, dünyadaki 200 ülkeden taş çatlasa 5-10 tanesinin refahını kendi ekonomik sistemlerinin başarısı olarak görürler.
Dünyanın geri kalanındaki fakirlik ve ölümler pahasına var olan zenginliği, yeri geldiğinde kendi içinde Evanjelizm ve KKK, yeri geldiğinde de Taliban, El Kaide gibi oluşumların önünü açan devlet politikalarını özgürlük illüzyonuyla pazarlarlar.
Adam Smith, David Ricardo, John Locke, Thomas Hobbes, John Stuart Mill, Ludwig Von Mises, Friedrich August Von Hayek, Milton Friedman, Bryan Çaplan, Michael Huemer, Joseph Salerno, Robert Murphy, Murray Rothbard, Hans-Hermann Hoppe, Gordon Tüllock, Jeffrey Tucker, Anthony De Jasay, Edward Stringham, Walter Block gibi onlarca liberal teorisyen ve tilmizleri benzer kafadadırlar. Gerekli gördüklerinde ne Nazilerle işbirliği içine girmekten çekinmişlerdir, ne de Augusto Pinochet’yi desteklemekten!
Yeri geldi neo-liberal politikaların fikri babalarından Friedrich Hayek’in, Reagan iktidara geldikten sonra verdiği bir röportaja bakalım: 1981’de Şili’de yayımlanan ‘El Mercurio’ ile yaptığı röportajda “özgürlükçü” Hayek, Şili’de sosyalist Allende hükümetini deviren Pinochet darbesini şöyle savunuyordu:
“Şunu söyleyebilirim ki, uzun dönemli kurumlar olarak diktatörlüklere tamamıyla karşıyım. Fakat diktatörlük bir geçiş dönemi için zaruri bir sistem olabilir. Kimi zaman bir ülke için, şu veya bu biçimdeki bir diktacı gücün bir süreliğine mevcut olması zorunludur. Sizin de anlayacağınız üzere, bir diktatörün liberal yoldan yönetimde bulunması mümkündür. Aynı şekilde, bir demokrasinin de liberalizmden tamamıyla yoksun olarak yönetimde bulunması mümkündür. Şahsen ben, liberal bir diktatörü, liberalizmin olmadığı demokratik bir yönetime tercih ederim. Kişisel izlenimime göre – Güney Amerika için de geçerlidir bu – örneğin Şili’de, diktacı yönetimden liberal bir yönetime geçişe tanık olacağız. Bu geçiş dönemi boyunca belirli diktacı yetkilerin daimî olarak değil de, geçici bir düzenleme biçimi olarak muhafaza edilmeleri zorunlu olabilir.”[27]
Devam edelim: “Ortak çıkar, bireylerin insanlıklarına dayalı değildir; bencilliklerine dayalıdır. Akşam yemeğimizi soframızda bulmamızın sebebi, kasabın; biracının veya fırıncının cömertliğinden değil, onların kendi çıkarlarına olan düşkünlüğündendir,” diyen Adam Smith’in (1985) “gizli eli” ile kontrol edildiği “iddia” edilen liberal dictum, yani “serbest piyasa” mülkü olanı koruyup; parası ve gücü olanların önünü emekçileri rahatça sömürmesi için açacak doğrultuda çalışır.
Yani Friedman’ları, Hayek’leriyle Margaret Thatcher’ı yaratan liberal öğreti için “güçlü birey”, “zayıf devlet”, “hukukun üstünlüğü”, “kuvvetler ayrılığı”, “ifade özgürlüğü”, “din özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “mülkiyet hakkı”, “şeffaflık”, “hesap verebilirlik”, “tolerans”, “insan hakları”nın sınıfsal anlamı vardır; “genellemeleri” beyhude ve pazarlığa tabidir!
Kısaca büyük balığın küçük balığı yemesi demektir. Her koyun kendi bacağından asılır sistemidir.
Özetle sermayenin kendini koruma biçimlerinden birisidir liberalizm ve zenginler için özgürlüktür.
“Serbestliği özgürlük,” diye yutturma; güçlünün zayıfı yediği orman kanunlarını uygar göstermedir.
Zenginin daha da zenginleşmesi, yoksulun daha da yoksullaşması ve yoksunlaşmasıdır. Daha fazlası ya da azı değil!
Liberalizm, “Herkes kendinden sorumludur,” deyip; işin içinden çıkar. Hâlden anlamaz. “Özgürlük anlayışı” negatiftir.
Sosyal Darwinizmi savunur: Toplum koşullarına ayak uyduramayan bireyler, yok olurlar, bundan da kimseyi sorumlu tutamazlar. Bunun sorumlusu da sadece kendileridir.
Bunların yanında liberalizm her zaman muhafazakârlıkla el ele gitmiştir.
Margaret Thatcher partisi’nin adını nedir? Muhafazakâr Parti!
Ronald Regan hangi partiden seçildi? Muhafazakârların oy verdiği Cumhuriyetçi Parti’den!
“Yerli” versiyonlarında, Rasim Ozan Kütahyalı ile Nagehan Alçı liberaldir! Besim Tibuk, Cem Toker de öyle…
Ve Heywood C. Broun’a göre, “Liberal, kavga çıktığında sıvışan kimsedir.”
Bu coğrafyadaki epigonların bolca sergilediği üzere, Mehmet Barlas’lı, Engin Ardıç’lı, Atilla Yayla’lı omurgasız muğlaklıktır.
Yani “Liberallik nasıl bir şeydir”in tanımı çok geniştir!
Kimilerine göre de, nasıl tahayyül ediyorsa öyledir!
Bu tabloda “Gerçek liberalizm bu değil,” çırpınışları bir şey anlatmaz!
“Gerçek liberalizm şudur,” izahatları sadece zaman kaybıdır!
Özgürlük Değil; Serbesti!
“Dolar ile yaşam
karşı karşıya geldiler
“Görünmez -denilen- el”in kadife içindeki demir yumruğu/ veya ökçesi olarak liberalizm ekonomik olarak bireyin çıkarlarını önde tuttuğunu “iddia” ederse de; “Hangi bireyin çıkarı?” sorusuna yanıt veremez!
Bertolt Brecht’in, “Özgürlük neye yarar, yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar?” dizelerinden bihaber liberalizmde aslî özgürlük zenginin fakiri sömürme özgürlüğüdür.
İnsanlara aç kalma kaydıyla çalışmama özgürlüğü tanıyan liberalizm özgürlükten bahsedip durur da; özgürlüğün sınıfsal olduğunu “es” geçer.
Evet bireysel özgürlükten bahseder, ama toplumsal özgürlük en büyük düşmanıdır. Ekonomide devlet müdahalesini istemez; fakat her krizde sıkışınca devletten medet umar. Örneğin liberalizmin “mabedi” ABD’de devlet her yerdedir ve çıkarına/ bekasına uygun olmayan her şeye müdahale eder, özgürlükleri askıya alır.
Özetle “Liberalizm = özgürlükçülüktür” formülü, asılsız bir genellemedir.
Burada yeri gelmişken, İşaya Üşür’ün (2018: 4) önemli uyarısını aktaralım: “Liberty’nin karşılığı ‘serbestiyet’tir; ‘özgürlük’ değil.”
İfade edilen “serbestiye” de, insanlar için değil sermaye için öngörülen bir kavramdır. Liberalizmin temeli, toplum bireylerinin değil sermayenin önündeki engelleri kaldırarak yeni pazarlar yaratma düşüncesidir ki bunun da zaten insan özgürlüğüyle doğrudan bir ilgisi yoktur.
Ancak unutulmamalıdır: Sermaye özgürse, özgür birey yoktur; özgür olan sermaye sahipleri vardır; bir de özgür olamayan mülksüzler! Bireyin özgürlüğü toplumda iştigal ettiği yer ve konumla bağlantılıdır, buna da sınıfsal konum deniliyor.
John Locke, John Stuart Mill’iyle liberalizmin, “Ekonomide kişisel serbestlik ile bireysel davranışlarda özgürlüğü savunduğu” görüşü, yaygın ve kocaman bir yalandır. O özgürlük değil serbestlik vaat eder, gücü olana. Çünkü liberalizmin “zengin olabilme hakkı” denilen şeydir aslında.
Özel mülkiyet ile üretkenliği kutsayan serbest teşebbüsün liberalizmi sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğünden başka bir şey ol(a)madı, olamazdı da.
Kaldı ki tüm sosyal bağlardan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir mi? Evet, liberaller için özgürlük kocaman bir yalandan ibarettir.
Örneğin “Bağımsız ABD’nin ilk 36 yılının 34’ündeki başkanlar köle sahibiydi… Köle ticaretinden büyük servetler edinenlerin bir de liberalizm şampiyonu sayılmaları ne anlama gelebilirdi?”[29]
Özetle liberalizm, kapitalistlerin insanlara sunduğu sahte bir özgürlük vaadi, bir “Amerikan Rüyası”dır.
Bir şey daha: “Faşizm özüne indirgenmiş liberal devlettir,”[30] der François Chatelet ve “Neo-liberal faşistler”den[31] söz eder Komutan Yardımcısı Marcos da! “Neo-liberal sermaye birikim rejimi” ve “kapitalist devlet” şahsında liberalizm deyince bunlara da kafa yormak gerekmez mi?
Kapitalizmin tarihi, “serbest piyasa ekonomisi”nin işleyişinin tehlikeye düştüğü her momentte, “özgürlükçü”lükten vazgeçerek faşizm sopasına sarılan pek çok liberale tanıklık etti. Nihayetinde Marx zamanından bu yana, liberalizmin “özgürlükler” gündeminde sermayenin özgürlüğü birincil ve tek önceliği oluşturmuyor mu?
Bir başka deyişle, liberalizm ile faşizm arasındaki tarihsel bağ kapitalizmdir.
Coğrafyamızda, Son Yıllarda…
“Biz aykırıya,
ayrıntıya, ayrıksıya,
Ya coğrafyamızda mı? Hiç kuşku yok ki özellikle 12 Eylül darbesi “zor”uyla (neo-) liberal ekonomiye geçiş yaptığımızdan bu yana, liberalizmin kaypak dengelerini deneyimle olanağını fazlasıyla bulduk.
Yüzünü hep sağa dönerek “demokrasi” aramak!
Sonra “Elveda” çığırtkanlığı!
Ve “Yetmez ama evet” AKP’ciliği!
Yani Birikim Dergisi’nin AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002’de “Muhafazakâr demokrat inkılâp”[33] manşetiyle çıktığını; Ahmet İnsel’in (2002) de, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış kapısını araladı… 12 Eylül’den çıkışın, Türkiye cumhuriyet tarihinin başat kutuplaşmasının etkisini kaybetmesiyle, yerini daha olağan kutuplaşma ve çatışma dinamiklerine bırakmasıyla birlikte gerçekleşmesi, çok önemli bir dönüşüm eşiğidir,” saptamasını bilmeyen, duymayan var mı hâlâ?
Uzatmayıp, duralım burada!
Tarih 1 Nisan 2013’de AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu, “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak,” dedi ve bu bir işaret fişeğiydi.
2002-2015 kesitinde en parlak zamanlarını yaşayan liberaller ve kimi “muhafazakâr demokratlar”, 2015’ten sonra AKP’nin bir kenara itmesiyle sudan çıkmış balığa döndüler.
İzzet-i itibar, iktidar çevrelerinden peşi sıra gelen konuşma davetleri, STK’larına aktarılan kaynakları ile vb’leri bıçak gibi kesildi. Sonra da AKP iktidarına karşı kendilerini muhalefete eklemleme çabasına giriştiler. Bunun için özeleştiri yapma gereği de duymadılar. Onlara göre kendileri değil iktidar değişmişti; ne güzel “açıklama” değil mi?
Aslında soru(n) şuydu: Liberaller sadece AKP’ye mi destek verdi? Turgut Özal’a, Fetullah Gülen’e, tarikatlara verilen destek neydi?
Özetle, Türkiye “nihayet vesayet rejiminden kurtulup serbest piyasa ekonomisini kuruyoruz” sevincindeki liberallerin desteğiyle siyasal İslâmcı bir rejime yönelen ilk örnek olarak tarihe geçti!
Son Not
“Tutkularınızdan ve hayallerinizden
vazgeçmeyin. Eğer vazgeçerseniz,
bedeniniz bu dünyada var olsa da,
“Kimse özgür olduğunu sanan köleler kadar ümitsizce köleleştirilmemiştir,” der Johann Wolfgang von Goethe; ki liberallerin kapitalizm ile ilişkisi de bu kapsamda ele alınmalıdır…
Elbette aklın ve eleştirinin öne çıkması baskıcı kurumlarla çatışmayı zorunlu kılar. Ancak baskıcı kurumları var eden ekonomi-politiğe karşı mücadele pratiğiyle birlikte, elbette…
O hâlde kapitalist düzenin ekonomi-politiğine karşı radikal tavır almadıkça düzen-içi muhalefet ufkunun fevkalâde sınırlı olduğu, sosyalist muhalefetin de bu noktayı göz ardı etmemesi yaşamsal önemdir.
Yerküre ile coğrafyamızda yaşananlar, muhalefet açısından “gökkubbe altında kaos var, koşullar mükemmel” sözünü anımsatırken; cesaretin önemini bir kez daha vurguluyor.
Tam bu noktada liberaller gibi -olup olmayacağı da şaibeli!- erken seçim talebi yerine, kapitalist rejimde ortaya çıkan istikrarsızlığı, iç kavgayı; “Bütün peygamberler çobandı. Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mesulsünüz,”[35] diyen totaliterliği gözeten bir yerden ele almak gerekmiyor mu?
Gerçeğin ne olup olmadığının izahında ve olması gereken yolda değiş(tiril)mesi için görme ve gösterme praksisi olarak radikal sosyalizm açısından asılsız/imkânsız liberal demokrasi yaygaraları yerine Che Guevara’nın ifadesiyle, “Yapılacak başka bir devrim yoktur, devrim ya sosyalisttir ya da bir karikatürdür,” (Löwy 2004) duruşu biricik çözüm yoludur; Marx’dan, Lenin’den beri…
26 Ağustos 2021 11:59:32, İstanbul.
KAYNAKÇA
Başkaya, Fikret (2020) Eko-Sosyalist Paradigma- Komünist Topluma Giden Yol, Yordam Kitap, 2020.
Chomsky, Noam (2013). Anarşizm Üzerine, çev: Tamer Tosun, Agora Kitaplığı.
Duncan, G. (1973). Marx and Mill. Cambridge.
Engels, F. (1967) Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni. Sol Yayınları.
– (2018). Alman Köylü Savaşı. Yordam Kitap.
– (1847) “The Reform Movement in France, Collected Works, c.6.
Erkin, Aytunç (2021). “Erdoğan Karşıtı ‘Liberalin’ Tarihi”, Sözcü, 6 Mart 2021.
Femia, Joseph V. (1992). Marxism and Democracy, Clarendon Press.
Foucault, Michel (2015). Biyopolitikanın Doğuşu, çev: Alican Tayla, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2015
Gaus, Gerald, S. D. Courtland ve D. Schmidtz (2020). “Liberalism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy. Edward N. Zalta (ed.), https://plato.stanford.edu/archives/fall2020/entries/liberalism/.
Haque, M. Mohibul (2011). “Beyond Liberalism: Contemporary Relevance of Marxism”, Indian Journal of Political Science c. 45: 1-2.
Harari, Yuval Noah (2017). Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, çev: Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap.
Hayward, Jack (1991). After the French Revolution: Six Critics of Democracy and Nationalism (New York: New York U.P.)
İnsel, Ahmet (2002) “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafazakârlık”, Birikim Dergisi, No: 163-164, Kasım/Aralık 2002.
Lenin, V.I. (1913). “Marxism and Reformism”, Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moskova, c. 19, ss. 372-375.
– (1906). “The Government’s Falsification of the Duma and the Tasks of the Social-Democrats” içinde: Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1965, Moskova, C. 11: 383-388.
– (1995). Gericilik ve Yeniden Yükseliş Yılları (1908-1914), Seçme Eserler: Cilt: 4, çev: İsmail Yarkın, İnter Yay.
– (2013). Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay.
– (1970a). İşçi Sınıfı ve Köylülük, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay.
– (1970b). Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay.
Letseka, Moeketsi (2013). “Liberalism vs. Marxism-Leninism and the Future of Education in South Africa”. Mediterranean Journal of Social Sciences, Vol 4 No 3.
Levin, Michael (1989). Marx, Engels and Liberal Democracy, Palgrave, Macmillan.
Löwy, Michael (2004). Che Guevara’nın Düşüncesi: Devrimci Bir Hümanizm, çev: Aynur İlyasoğlu, Yazın Yay.
Martin E. ve M. Pimentel (2015). “Revisiting Marx and Liberalism“ https://www.counterpunch.org/2015/04/08/revisiting-marx-and-liberalism/
Marx, Karl (1844). “On the Jewish Question”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1844/jewish-question/
– (2005). 1844 El Yazmaları. Ekonomi Politik ve Felsefe. Sol Yayınları.
– (1966). Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i. Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Friedrich Engels, (1976). Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları.
McManus, Matt (2020). “What Karl Marx Really Thought about Liberalism” https://jacobinmag.com/2020/10/karl-marx-liberalism-rights-igor-shoikhedbrod-review
Nell, Edward J. (1967). “Economic Relationships in the Decline of Feudalism: an Examination of Economic Interdependence and Social Change.” History and Theory C. 6, No. 3: 313-350
Nimtz, August H. (2019). Marxism versus Liberalism, Comparative Real-Time Analysis, Palgrave-McMillan, 2019.
Özinanır, Can Irmak (2010). “Liberalizm Efsanesi”, https://www.sosyalistişçi.org/ındex.php/arşiv/76-402-12-kaşm-2010/907-liberalizm-efsanesi
Shoikhedbrod, Igor (2019). Revisiting Marx’s Critique of Liberalism. Rethinking Justice, Legality and Rights. Palgrave, MacMillan.
Smith, Adam (1985). Ulusların Zenginliği, çev: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan Yay.
Üşür, İşaya (2018). Ekonomi Politik Zarif Mezar Taşları: İşaya Üşür’e Armağan, Ahmet Arif Eren-Mesut Sert (der.), Siyasal Kitabevi.
Zola, Emile (1992). Germinal, çev: Adnan Cemgil, Engin Yayınevi, 1992.
[1] Bill Livant.
[2] Anatole France, The Red Lily
[3] “15. yüzyıl sonlarına doğru tüm Batı Avrupa’da çok farklı bir toplum biçimlenmişti. (…) Siyasal örgütlenme, etkili çıkarların eskiden olduğu gibi tümüyle toprak ve askeri gücü elinde tutan sınıfın elinde toplanmış olmaktansa, çok çeşitlenmiş olması açısından, çok daha karmaşıktı.(…) Değişim genel olarak şu terimlerle karakterize edilebilir: 11. yüzyılda tek bir başat elitin siyasal ve iktisadî konumu zor araçları üzerindeki denetiminden kaynaklanıyordu; 15. yüzyıl sonlarında ise, rakip farklı elitlerin iktisadî konumları ya üretimin şu ya da bu biçimi üzerindeki denetimleri, ya da ticaretteki başat konumlarına dayanmaktaydı ve askeri güç büyük ölçüde toprağın kontrolüne bağlı olmayan bir ekonomik kudretle ilişkilenmişti.” (Nell, 1967)
[4] Çünkü liberalizmin pek çok “varyant”ı vardır: klasik, eşitlikçi, etik, hümanist, deontolojik, mükemmeliyetçi, demokratik, kurumsal, iktisadî, sosyal, yeni… Öyle ki, yorumcuları “liberalizmler ailesi”nden (Simhony), “liberalizmler çoğulluğu”ndan (McKay), “çok sayıda liberalizm”den (Rawls) söz eder. (Letseka, 2013)
[5] “Klasik liberaller -‘eski’ liberaller- için özgürlük ve özel mülkiyet birbiriyle yakın bir ilişki içerisindedir. Onsekizinci yüzyıldan günümüze, klasik liberaller yalnızca özel mülkiyete dayalı bir iktisadî sistemin, herkesin -emeğini ve sermayesini kullanma dahil- yaşamını dilediği gibi yaşamasına olanak sağlamakla, bireysel özgürlükle bağdaştığını vurgulayagelmişlerdir. Gerçekte, klasik liberaller ve liberterler özgürlükle mülkiyetin gerçekte bir bakıma aynı şey olduğunu öne sürmüşlerdir; örneğin, özgürlük hakları dahil olmak üzere tüm hakların mülkiyet biçimleri olduğu öne sürülmüştür; başkaları bizatihi mülkiyetin bir özgürlük biçimi olduğunu savunmuştur. Böylece, özel mülkiyete dayalı bir piyasa düzeni, özgürlüğün ete kemiğe bürünmesi olarak görülmüştür. İnsanlar sözleşme yapıp işgüçlerini satamadıkça, gelirlerini diledikleri gibi tasarruf edip yatırıma dönüştüremedikçe ve sermaye oluşturdukları ölçüde girişim özgürlüğüne sahip olmadıkça, gerçekten özgür olamazlar.” (Gaus, Courtland, ve Schmidtz 2020)
[6] De Tocqueville, aktaran: Hayward (1991: 149).
[7] Fransız sömürgeciliğine karşı patlak veren isyanın lideri Abdül Kadir’in ayaklanmasına karşı uzlaşmasız bir savaş çağrısı yapılan rapor, şu cümleyle başlıyordu: “Afrika’daki tahakkümümüzün tavizsiz bir biçimde sürdürülmesi gerektiğini kabullenmeliyiz…” Raporda “yerli halkın fethedilmiş uyruklar muamelesi görmesi gerektiği ve kendilerine hiçbir şekilde ‘bizim yurttaşlarımız ve eşitlerimiz’ oldukları izlenimine kapılmalarına izin verilmemesi gerektiği konusunda çok netti. Tocqueville’in raporda demokrasiye çaktığı tek selam, Cezayir’deki Fransız yerleşimcilerin liberal demokratik haklarının savunusuydu.” (Nimtz, s. 22)
[9] https://www.britannica.com/place/France/The-Second-Republic-1848-52
[10] Karl Marx, Yahudi Sorunu, çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997.
[11] “İnsan, salt teori ve pratikte türü (kendisininki ve diğer şeylerinki) kendi nesnesi kabul ettiği için değil, aynı zamanda -ki bu, bunun başka tarzda ifade edilmesinden başka bir şey değildir- kendisine aktüel, canlı bir tür; evrensel, bu nedenle de özgür bir varlık muamelesi yaptığı için de böyledir. (Marx, 2005)
[12] “(…) böylelikle Marx’a göre gerçek insanlık, dayanışma yoluyla ötekilerle bağlılıktan geçer, yani ‘Gattungswesen’ ya da kendini tüm türle özdeşleştiren varlıktan.” ( Martin ve Pimentel, 2015)
[13] Marx, liberal Anayasalarda öngörülen “özgürlük” vaadlerinin her bir maddede, genel özgürlük vaadinin hemen ardından, nasıl “kamu güvenliği” gerekçesiyle lağvedildiğini, 1851’de Chartist’lerin Notes to the People dergisinde yayınlanan “4 Kasım 1848’de Kabul Edilen Fransız Cumhuriyeti Anayasası” başlıklı makalesinde gözler önüne seriyor. Böylelikle, örneğin kamu güvenliği çerçevesinde tanınan dernek kurma hakkı, hükümetin onaylamadığı derneklerin faaliyetlerini bir yıl boyunca yasaklama yetkisi veren yasayla sıfırlanır. Basın özgürlüğü, ‘devrimci basını tümüyle ortadan kaldıran utanç verici mali sınırlamalar çerçevesine yerleştirilir. (…) Eğitim bir haktır (madde 9), ama kimse ‘sivil ve ruhani yetkelerin izni olmaksızın öğretmenlik yapamaz’. Oy hakkı doğrudan ve geneldir (madde 24) ama 1850’de nüfusun üçte ikisini oy hakkından yoksun bırakan ikamet sınırlamaları getirilmiştir. Dahası, siyasal ya da adi suçlardan mahkûm olan kişilerin oy hakkı ellerinden alınmıştır. Temsilciler dokunulmazlığa sahiptir, (madde 33-8) ama borç nedeniyle vekillikten ihraç edilip tutuklanmalarını öngören bir yasa geçirilmiştir, böylelikle yalnızca alacaklılar dokunulmazlıktan yararlanabilecektir… (Levin, 1989: 60) “Fransız citoyen’in (yurttaş) mutlak hakkı ilan edilen her bir özgürlük için ‘başkalarının eşit haklarını ve kamu güvenliğini -yani Anayasa’nın öngördüğü hâliyle burjuvazinin güvenliğini- ihlal etmemesi kaydıyla’ kenar notu düşülmüştür. Anayasa kendi antitezini (…) içermektedir, yani genel bir cümleyle özgürlük, kenar notunda ise özgürlüğün yürürlükten kaldırılması.” (Marx, 2003: 26)
[14] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[15] Mill, yıllar sonra Otobiyografi’sinde şunları yazmıştı: “Ülkemin neredeyse tüm orta ve üst sınıflarının, hatta liberal geçinenlerin dahi, dehşet bir Güney-yandaşlığına kapılmaları beni şaşkınlığa uğrattı; bir tek işçi sınıfı ve bilim ve sanat adamlarından bazıları bu çılgınlığın dışında kalabilecekti.” (Akt. Nimtz, 2019: 91)
[16] “Eğitimli ile eğitimsiz arasındaki fark, kabaca zengin ile yoksul arasındaki farka tekabül eder, bunun sonucu ise, bir açıdan üstün bir liyakatın korunması gibi görünen şey, bir başka açıdan mülkiyetin savunusuna dönüşür.” (Duncan, 1973: 281.)
[17] “… Bu süreçte komünistler tüm pratik parti konularında demokratlar olarak sahaya çıkarlar. Bütün uygar ülkelerde, demokrasinin zorunlu sonucu, proletaryanın siyasi yönetimidir ve proletaryanın siyasi yönetimi komünist önlemlerin ilk koşuludur. Demokrasi elde edilmediği sürece komünistlerle demokratlar yan yana mücadele ederler ve demokratların çıkarlarıyla komünistlerinki aynıdır. O zamana dek, bu iki taraf arasındaki farklılıklar salt teorik düzlemdedir ve ortak eyleme herhangi bir zarar gelmeksizin, kuramsal bir düzlemde tartışılabilir.” (Engels’in Karl Heinzen’e yanıtı, akt. Levin, 1989: 20-21)
[18] “Liberalizm 400 yıllık varoluşu içinde zaman zaman değişime uğramış olsa da, her zaman içsel olarak kapitalizmle bağlantılı olmuştu. Liberalizm hiçbir zaman kapitalizmin meşum pençesinden ari olmamıştır. Gerçekte kapitalizm liberalizmin tüm üstyapısının üzerinde yükseldiği temeldir. Bu nedenle liberalizm kapitalizmden ayrı olarak anlaşılamaz.” (Haque, 2011)
[23] V. İ. Lenin, Collected Works, C. 18, Progress Publishers, Moskova, 1977.
[30] Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev: Cemal Süreya, Payel Yay., 1979.
[31] Komutan Yardımcısı Marcos, “Yeni Bir Sağın Doğuşu: Liberal Faşizm”, Birikim, No:139, Kasım 2000, s.51-59.
[33] Birikim Dergisi, No: 163-164, Kasım/Aralık 2002.
[35] Selda Güneysu, “Erdoğan: Hepiniz Çobansınız”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2021, s.5.