“Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değil, bildiğini sanmaktır.”
Stephen Hawking
AKP bildik bir siyasi parti değil. Rejimi dönüştürmek istiyor. Türkiye’yi bir “İslam Emirliği’ yapmak istiyor… Başlarda Fetullacı’larla adı konmamış bir koalisyondu. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra sadece MHP ile değil, tüm tarikat ve cemaatler koalisyonuna dönüştü… Eğer becerebilirlerse, ilelebet iktidarda kalacaklarını düşünüyorlar… Bunun için de rejimin çökertilmesi gerekiyor… Doğrusu çökertilmeyen pek bir şey de kalmadı… Lâkin yıkması kolaydır da yeniyi yapmak o kadar kolay değildir… Tarımı ve hayvancılığı çökertti, sanayinin temelini aşındırdı, sağlık ve eğitim yerlerde sürünüyor, Diyanet İşleri Başkanlığı (doğrusu bakanlığı) rejimin aslî kurumu mertebesine yükseltildi… Başkanlık sistemine geçildiği 2017’den beri artık anayasa yok, hukuk yok, yasa yok, kural yok… Hepsinden önemlisi etik yok… Etik sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… TBMM içi boş kabuk… TBMM’nin yerini Saray aldı ve varlık nedeni ortadan kalktı… Fakat olmayan birçok şey varmış gibi yapılıyor… Artık ikili ‘hukuk sistemi’ geçerli: AKP cenahı için ayrı, toplumun öteki büyük yarısı için ayrı hukuk işliyor. Daha doğrusu işlemiyor… Cumhur Başkanı ‘Cumhurun başkanı’ değil… Siz yemin ettiğine bakmayın… Muhalif belediyelerin hizmetlerini engellemek için her yola başvuruyor… Dünyada bunun bir benzeri var mıdır? Bir devlet kendi kurumların “düşman” sayar mı?
Esasen ‘Politik İslam’ın’ bir toplum projesi yoktur… Dünyayı anlamaktan acizdirler… Yönetme özürlüdürler… Çözümü geçmişte aramak gibi bir aymazlıkla malûldürler… Bildikleri, yapabildikleri yegâne şey ülkenin varını-yoğunu yağmalamak, yağmalatmak, talan etmektir… Doğrusu o konuda onlarla kimse yarışamaz… Geride kalan 22 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey bırakmadılar… Eğer vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak…
Dinci AKP’nin kurmak istediği rejim İngilizcedeki “Settler Colonialism”mi, Fransızca’daki “Colonie de peuplement”ı ima ediyor… Türkçede ‘Yerleşim Sömürgeciliği’ diyebileceğimiz durumda, sömürgeci ülkenin bir kısım halkı sömürgeye yerleşiyor ve ülkede ikili hukuk ve ırk ayrımcılığı geçerli oluyor… Cezayir’deki Fransızlar, Güney Afrika’daki Hollandalılar, Filistin’de Yahudiler gibi… Fakat TC’nin durumu farklı… Burada ayrımcılık dine dayanıyor… Elbette bu, nüfusun kompozisyonunu değiştirme hedefi yok demek değil… AKP cenahı ‘asıl Müslüman olanın’ kendileri olduğunu düşünüyor, toplumun geri kalanı ‘işgalci’ sayılıyor…
İyi de böyle bir durum karşısında ‘müesses nizamın muhalefeti’ ne yapıyor? AKP’yi kendileri gibi bir siyasi parti sayıyor ve öyle davranıyor… Bu aymazlık da dinci AKP’nin işini kolaylaştırıyor… AKP asla iktidarı bırakmak istemeyecektir… İktidarda kalmak için her yolu deneyecektir… Zira, iktidardan düştüğünde hesap verme riski büyük… Dolayısıyla ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denmiştir…
AKP ile sadece Meclis muhalefetiyle başa çıkmak mümkün değil… Meclis muhalefetinin hiçbir etkinliğinin olmaması bir yana, üstelik kepazeliği ‘meşrulaştırıyor’… O halde ne yapmak gerekiyor? Hiçbir reel karşılığı olmayan ‘seçim’ ve ‘temsil’ oyununun, ‘demokrasi retoriğinin’ dışına çıkmak gerekiyor… Zira, olup-bitenlerin ‘gerçek demokrasiyle’ uzaktan yakından bir ilgisi yok! Seçimler seyirciyi aldatmaya yarayan bir sirk oyunu olmanın ötesinde bir anlam ve değer taşımıyor… Seçilenler, ‘seçtiğini sananları’ temsil etmiyor… İnsanlar beş yılda bir sandığa gidip, tam birer şirkete benzeyen siyasi partilerin başkanları tarafından atananları onaylıyor… Kullandıkları oyun reel bir karşılığı yok… Jean Jacques Rousseau, zamanın İngiliz seçimleriyle ilgili olarak: “İngilizler sadece seçimlerde oy kullandıkları gün ‘özgür’” demişti…
Önemli bir sorun da Türkiye’nin içine sürüklendiği durumla ilgili… Zira, söz konusu olan ‘kriz’ değil, ‘çöküş’… Politik iddiası ve kaygıları olanların bu durumun bilincinde olmaları büyük önem taşıyor… Artık verili zemin üzerinde yol almak mümkün değil… Kriz, ‘normal durumdan’ bir sapma demeye gelir ama geri dönüşü de ima eder… İşte, ‘kriz geçirmiş’ denir… Oysa çöküş, ‘geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır’… Zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikte çöker…
Eğer bir rejim, bir sosyal formasyon, bir üretim tarzı, verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde, toplum çoğunluğunun ‘temel ihtiyaçlarını’, işte, beslenme (gıda), barınma (konut), sağlık, eğitim, güvenlik, ulaşım… asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse, orada artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekecektir… Türkiye’nin şimdilerde içine sürüklendiği durum bu…
Böyle bir durum söz konusu olduğunda, başka türlü söylersek, bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktığında da paradigmayı değiştirmek dışında bir seçenek yoktur… Paradigmayı değiştirmek de radikal bir ideolojik- entelektüel kopuşu, düşünce tarzını, üretim, tüketim ve yaşam tarzını değiştirmeyi varsayar…
Türkiye’de siyaset, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri (herkesin olanı veya hiç kimsenin olmayanı) yağmalamanın, yağmalatmanın, talan etmenin aracı… Kaşarlanmış profesyonel politikacıların işi… 30 yıl milletvekili olanlar var… Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişahların tahtta kalma aritmetik ortalaması 17 yıl 3 aydı… (Elbette bu başka yerlerde durumun matah olduğu anlamına gelmiyor, netice itibariyle söz konusu olan burjuva siyaseti olduğuna göre). Fakat, AKP iktidarı tüm rekorları kırdı… Nerdeyse yağmalanmamış, talan edilmemiş, özel mülk statüsüne indirgenmemiş, parayla alınıp-satılmayan, kâr aracına dönüştürülmeyen hiçbir şey bırakmadılar… Esasen kapitalizmin her ileri aşaması, daha çok paralılaşma, şeyleşme, metalaşma, özelleştirme, soysuzlaşma demektir… Artık Türkiye ‘Yeni Zenginler’ (nouveaux riches) ülkesi haline geldi… Her şey özelleştirildi, bir kâr aracına dönüştürüldü… Nerdeyse kamu hizmeti kavramı defterden silinmekte… Eğer vakitlice bu sefil tırmanış durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…
İşe, toplumdan çalınanı ona iade etmekle başlamak, müşterekleri ihya etmek, yenilerini hayata geçirmek, kamu hizmetleri alanını genişletmek gerekiyor. Zira, müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir. Müşterekler, toplumu, insanları bir arada tutan tutkaldır… Bu niteliği itibariyle de vazgeçilmezdir…
Doğa yağma ve talanı insan havsalasını zorlayacak bir utanmazlıkla yol alıyor… Yaşamın temeli hızla aşındırılıyor… Bu sefil tırmanışın acilen durdurulması hayatî önem taşıyor…
Artık ülkenin ve toplumun kaderini, burjuva siyasetçilerinin elinden alma zamanı gelmiş olmalıdır… Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan, sömürünün, yağma ve talanın devamını sağlayan burjuva siyasetinin dışına çıkmadan, paradigmayı değiştirmeden, şeylerin yoluna girmesi mümkün değil… Yönetenleri değil yönetimi (sistemi) değiştirmek gerekiyor. Bunun için de kapitalizmin ötesinde bir gelecek tasavvur edebilmek gerekiyor.
‘Büyüme saplantısından’ çıkmak, vakitlice ekonomik, sosyal, ekolojik planlamayı hayata geçirmek, sadece ülkenin içine sürüklendiği sefil durumdan çıkmanın değil, kapitalizmden çıkmanın, yeni bir uygarlığa giden yolu aralamanın da başlangıcı olabilir… Şeylerin seyrini değiştirmek insan iradesini aşan bir şey olmadığına göre…