Son yıllarda giderek şiddetlenerek, dünyanın sonunu tanımlamaya, oraya yakınlığımızı ölçmeye çalışıyoruz. İklim krizinin etkileri, sermayenin ivmesini hiç düşürmediği saldırıları ya da bir dünya savaşının ihtimali kafamızda ‘dünyanın sonu’ sahnesini her seferinde daha gerçekçi bir şekle bürüse de eşzamanlı olarak aynı senaryonun normalleştiğini hissediyoruz. ABD ve onun müttefiklerince sık sık kışkırtılan bir dünya savaşı ihtimali, nükleer bir felaketi dahi zikretse de yaşananlar, söylenenler gittikçe ‘sıradanlaşıyor’.
Peki böyle bir ihtimal var mı? Dünyanın sonuna mı gidiyoruz? İşte bu gibi sorular masaya konduğu zaman Hırvatistanlı yazar ve felsefeci Srećko Horvat’ın yazılarında ve kitaplarında bize farklı bir yanıt verdiğini görüyoruz. Dünyanın sonuna yaklaşmadığımızı, zaten orada olduğumuzu söyleyen Horvat’ın pek çok eseri dilimize çevrildi. Aynı zamanda Yanis Varufakis ile birlikte DiEM25’in (2025 Avrupa’da Demokrasi Hareketi) içerisinde bulunan Horvat’a aklımızdaki bu soruları yönelttik. Biraz da son dönem Avrupa’da ve dünyada yaşanan gelişmeleri değerlendirdik. Söz kendisinde…
YENİ BİR BAŞLANGIÇ GETİRMEYECEK BİR KIYAMET
Bugünlerin en popüler tartışmalarından biri olan ve sizin de sık sık işlediğiniz ‘dünyanın sonu’ meselesiyle söze başlamak isterim. Bu tartışma o kadar fazla tekrar ediliyor ki karanlık bir gelecek artık kabul edilmiş bir gerçek haline geliyor. Sizce durum nasıl? Dünyanın sonu geliyor mu yoksa çoktan geldi mi? Eğer öyleyse neden kendimizi uçurumun dibindense ucunda hayal etmeyi tercih ediyoruz? İnsani bir refleks yüzünden mi yoksa bilgisizliğimizden mi?
Seninle burada, ‘dünyanın sonunda’ -ya da adına ne derseniz deyin- konuşmaktan dolayı çok mutluyum. Senin de söylediğin gibi After The Apocalypse (Kıyamet’in Ardından) isminde bir kitap yayınladım.
Şansımıza Türkçeye de çevrilip basıldı, okuyucularınız da göz atabilirler. Kitabın üzerinde durduğu temel nokta ise şu: Biz kıyametin ardında yaşıyoruz. ‘Kıyamet’ derken kendi başına bir ‘son’dan bahsetmiyorum, bir keşiften bahsediyorum. Kelimenin etimolojik kökeni Antik Yunancadan geliyor. Fakat aynı zamanda çeşitli dini metinlerde bir tür sonun haberini veren anlamlar taşıdığını görüyoruz. Hıristiyanlık üzerinden gidecek olursak -ancak diğer dinler için de aynı şekilde- kıyamet aynı zamanda ‘yeni bir başlangıç’ demektir. Mutlu bir son yaşandıktan sonra, mesela ‘Tanrı’nın Krallığı’, ‘sosyalizm’, ‘tarihin sonu’ gibi bir sürece geçilir, adına ne diyeceğimizi sen seç…
Ancak Marksist ya da diğer devrimci hareketler de bir çeşit ‘seküler’ kıyamet yolundaydılar. Yani Karl Marx’ı ya da diğer devrimcileri okuduğunuzda ‘son’dan sonra -örneğin kapitalizmden kurtulduktan sonra- ütopya gelecek, yeni krallık gelecek düşüncesi hakimdi… Bence bu fikir biraz tehlikeli. Aynı zamanda çok naifçe. Ben Alman Filozof Günther Anders’e daha yakınım. Anders şunu öne sürüyordu: “Bizi bekleyen şey nihayetinde bir krallık değil; ‘krallıksız’ bir kıyamet. Buna ‘çıplak kıyamet’ adını veriyor.
Bugün biz iklim krizi zamanlarında yaşıyoruz, Hindistan’daki, Bangladeş’teki, Pasifik Adalarındaki insanlar çoktandır sınır hattında yer alıyor, deniz seviyesi yükseliyor. Ya da biz! Siz Türkiye’de ya da ben Hırvatistan’da. Adriyatik Denizi’ndeki bir ada olan Vis’te yaşıyorum. Ve sizin de bileceğiniz üzere kısa süre önce paylaşılan bir veriye göre Akdeniz, dünyanın geri kalanından çok daha hızlı bir şekilde ısınıyor. Küresel ısınma ortalamasından yüzde 20 daha fazla. Bunu bugünlerde Akdeniz’de gayet iyi bir şekilde görebiliriz. Türkiye’de durum bugünlerde nasıl bilmiyorum ama Hırvatistan’da yeniden bir sıcak hava dalgasıyla karşı karşıya geldik. Aslında Covid pandemisine benzer bir şekilde, o zaman da pandemi dalgalarıyla karşılaşıyorduk, şimdi de sıcak dalgalarımız var. Ancak bu sadece anlık bir ‘sıcak’ değil artık, daimi bir durum haline geldi. Şimdiden belirlenen öngörülere göre birkaç on yıl içinde Akdeniz 50 dereceyi aşarak kaynamaya başlayacak. Bu doğrultuda -Adriyatik Denizi’nde örneğin- pek çok işgalci canlı türü denizde kendine yer tutuyor. Çok fazla kontrol edilemeyen orman yangınıyla karşılaşıyoruz ki bu da bir açıdan iklim kriziyle ilişkili, diğer açıdan kapitalizmle.
Neden mi kapitalizm? Doğayı yok edip onun kökünü kuruttuğu için. Ancak aynı zamanda zenginlerin, yüzde 1’lik kesimin kibiri yüzünden. Kısa bir zaman önce Yunanistan’dan bir haber vardı: Bir grup zengin lüks bir yatta havai fişek patlatıyorlar. Düşünün, yatın üzerinde, kıyıda bir adaya bakarak atılan havai fişekler… Elbette kontrol edilemeyen bir orman yangınına sebep oldular. Görüldüğü üzere kapitalizm, iklim krizi ve insan davranışları birbiriyle son derece bağlantılı.
ANTROPOSEN VE KAPİTALOSEN
Bu konuda en az iki teori var. Bir tanesi, bugünlerde oldukça popüler olan insanlık ve gezegen olarak bulunduğumuz anı antroposen olarak tanımlıyor. Teorilerinde şunu savunuyorlar: İnsanlar ve insanların hareketleri dolayısıyla gezegenin jeolojisi değişiyor. Evet aslında bu doğru. Eğer gezegendeki insan hareketlerine bakacak olursanız bizim ilerleme ve gelişmemizdeki ekstraksiyonculuğumuz, bitmek bilmeyen genişlememiz hem gezegeni hem de geleceği yok ediyor.
Bir tane daha teori var, kapitalosen. İnsanların kendi doğasına bağlı olarak böyle davranmadığını ileri sürüyor, meselenin insanların yarattığı ve adına da kapitalizm denen belirli bir siyasi, ekonomik, toplumsal sistem sonucunda değerlendirilebileceğini savunuyor. Endüstri Devrimi sırasında ortaya çıkan ancak kolonyal emperyalizm ve ekstraktivizm ile de ilişkisi olan bir sistem var önümüzde ki gezegenin jeolojisini de değiştiren işte budur. Şimdi antroposen mi yoksa kapitalosen mi haklı diye başlarsak sonu gelmez bir tartışmaya girebiliriz. Ancak gerçek olan şu ki an itibariyle tüm zamanın bir çeşit sonunu yaşamaktayız.
Şimdi, sorunun başına gelecek olursak sana hak veriyorum, bu da benim antroposen teorisiyle olan problemim. Çünkü gezegenin bizimle, yani insanlarla birlikte yok olacağını düşünmenin bir açıdan oldukça narsistçe olduğu kanısındayım. Diğer yandan antroposenin siyasi olarak yeterince yeniden düşünülmüş olmadığını düşünüyorum. Gezegeni şu an yok etmekte olan sistemi hesaba katmıyorlar. Yani bizim bildiğimiz dünya kesinlikle sona geliyor, altıncı yok oluş ile karşı karşıyayız. Biz konuşurken diğer türler yok oluyor. Biyosfer değişiyor, jeoloji değişiyor, ekosistemler ölüyor…
Ama iyi bir haber var! En azından gezegen için bu bir son değil. Yani gezegen milyarlarca yıldır buradaydı, insanlar -ya da insan çeşitleri- yüzbinlerce yıldır buradaydı. Biz insan türü olarak yok olsak bile, yine de insan olmanın güzellikleri var; aşık olmak, arkadaşlar edinmek, çocuk yapmak, okumak, sanat yapmak, taş taşımak, yüzmek… Tüm bunlar ne kadar güzel olsa da gezegen için bizden sonra da bir gelecek olacağını düşünüyorum. Eğer gezegenin evrim tarihine bakacak olursanız -doğadaki diğer türler de dahil olmak üzere- insanlardan sonra da bir şeylerin olacağından emin olabilirsiniz. Tabii ki bu bizi rahatlatan ya da pasifleştiren bir şey değil. Sadece narsistçe yaklaşımları önlemek için düşünmeliyiz.
‘BARIŞ, SAVAŞIN ARA DÖNEMİNDEN İBARET’
Dünyanın sonu demişken, böyle bir sonu ‘savaşsız’ hayal etmek çok güç. ‘Sizce bir dünya savaşı geliyor mu’ sorusu, hepimizin merak ettiği bir soru ancak ben bu sorunun ‘normalleşmesine’ odaklanmak istiyorum. Nasıl oluyor da nükleer bir dünya savaşı ihtimalini konuşmak bize normal bir şey gibi gelebiliyor? Nasıl oluyor da savaş kışkırtıcısı politikalar bu kadar hızlı ivme kazanıyor? Nasıl oluyor da emekçi kitlelerin hiçbir çıkarı olmayan savaşlara tonlarca silah ve cephane göndermekte kimse bir sorun görmüyor? Savaş özelinde bu hissizleşme nasıl gerçekleşiyor?
Şunun kesinlikle söylenmesi gerekiyor ki bugün takip ettiğimiz şey savaşın yaygın bir şekilde normalleşmesi. Bunu görmek için bugünlerde haberleri okumak yeterli: Almanya yeniden zorunlu askerliği getirmeyi planlıyor. Diğer pek çok ülke aynı şekilde bunu zaten geri getirdi, ya da planlıyor. Son on yılda İskandinav ülkelerine bakacak olursak savaşı uzun zamandır normalleştiriyorlar, tüm yurttaşlarının adreslerine savaş hakkında bildiriler gönderiyorlar. Norveç ya da İsveç, hepsi bu yolu izliyor -hatta Ukrayna’da savaş çıkmadan önce de bunları yapıyorlardı.
Ancak bunun yeni bir şey olmadığını da söylemeliyim. Bunu uzun vadeli bir perspektif içerisinde değerlendirmeliyiz. Maalesef savaş insanlığın daimi bir durumu. Kabul etmemiz gerekir ki ‘barış’ dediğimiz şey savaşlar arasındaki küçük duraksamalardan ibaret. Ben Hırvatistan’dan konuşuyorum -ki eski sosyalist Yugoslavya’nın bir parçasıydı- ve ben bir tane savaş gördüm. Benden iki kat yaşlı olanlar -İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere- en az iki savaşa tanıklık ettiler. Birinci Dünya Savaşı’na tanıklık eden jenerasyon büyük ihtimalle artık aramızda değil ama gezegenimizde yaşayan pek çok insan bir ya da birkaç savaş gördü, bir şekilde ‘normal’ bir durum. Ya da Filistin halkı gibiler, onlar Nakba 1948’den beri daimi bir savaş halindeler. Savaş onlar için 7 Ekim’de başlamadı, on yıllardır devam ediyordu. Yani Filistin’deki, Gazze’deki insanlar için savaş demeden önce şunu düşünmek lazım, onlar barış ne görmediler ki? Benim ülkem geçmiş 30 yıl içinde barış içinde olduğu için ben şanslıyım. Bunca sürede en azından etrafta ölü bedenler görmedik, bodrumlarda saklanmıyoruz, günlük aktivitelerimizden dolayı endişelenmiyoruz. Bunlar bizim çocukluğumuzun bir parçası olsa da.
Şu an Avrupa Birliği’nde ve aynı zamanda dünyada yaşananlara gelecek olursak… AB diyorum çünkü ben buradayım, kaza eseri ya da değil her neyse. Ama bu küresel bir olgu. Sadece Pasifik’te ısınan çatışmaya bakalım: Görünen o ki NATO ve Çin arasında sıradaki cephe orası.
Normalizasyon dediğimiz zaman, bu yüzden anlamamız gerekiyor ve savaşın normalleştirilmesi hakkında konuşmamız gerekiyor. Bir açıdan bu yeni bir şey değil. Çocuklar mesela. Yugoslavya’da silahlarla oyun oynarken kimileri partizan olurdu kimileri Ustaşa(1), kimileri Çetnik(2). II. Dünya Savaşı’nın karakterleriyle oynuyorlardı. Çocuklara bakacak olursak felsefi ve pedagojik bakış açısı itibariyle çok ilginçtir. Çocuğun olsun olmasın… onlara bir bakın. Savaş bölgesinde olmamış çocuklar, plastikten, tahtadan, vb yapılmış silahlarla oynarlar. Savaş bizim kültürümüzün bir parçası.
SOYKIRIMI NORMALLEŞTİRMEK
Bir açıdan şunu tekrar söylememiz önemli: bugün karşımıza çıkan şey anlatı itibariyle benzeri görülmemiş bir şey değil. Eğer Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışına ya da İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışına bakacak olursak her zaman savaşa bir hazırlanma süreci olduğunu göreceğiz. Aynı şekilde eğer insanları nesneleştirirseniz, eğer onlara ‘hayvan’ derseniz, eğer onlara ‘kızıl’ derseniz işte o zaman bir soykırımı da normalleştirmiş oluyorsunuz.
Almanya’da yaşayan Yahudi bir Filolojist olan Victor Klemperer, çok güzel ve aynı zamanda ‘korkunç’ bir kitap yazdı, adı Lingua Tertii Imperii, Üçüncü İmparatorluğun Dili. Nazizmin, Üçüncü Reich’ın ideolojiden gerçeğe nasıl döndüğünü bir çeşit günlük stilinde yazıyor. Kelimelerle insanların zihinlerine nasıl işlediklerini vurguluyor. Bugünlerde belki anaakım medyada o kadar değil ancak sosyal ağlarda aynı şeyi görüyoruz. Yavaşça bu kelimeler fikirlere dönüşüyor ve bu kelimeler, bu anlatı insanları öldürmeyi de normalleştirebilir. Çünkü eğer insanları ‘yaşayacak kadar insan değil’ olarak değerlendirirsen, elbette onlara ‘hayvan’ muamelesi de yapabilirsin. Ki bildiğiniz üzere hayvanlara da ‘nesne’ muamelesi yapıyoruz. Yani kapitalizm, diğer türlerle basit ilişkilerimizi sorgulamadan yaşayış biçimimizi devam ettirmek için milyarlarca hayvanı mezbahalarda öldürüyor.
Fakat çok uzağa gidiyorum. Söylemek istediğim şey savaşın normalize edilmesi çok tehlikeli ve şunu da söylemem gerekir ki bir adım daha ileriye giderek savaşa ‘hazırlık’ sürecine girdik. Yugoslavya’nın çöküşünden bildiğim üzere ancak aynı zamanda savaş görmüş diğer insanların yazdıkları tarih kitaplarından bildiğim üzere bir kere başladıktan sonra bir daha durdurmak olanaksızdır. Yani çok tehlikeli bir zamanı yaşıyoruz. Anlatı itibariyle daha önce görülmemiş bir şey değil, tehdit açısından söz ediyoruz. Nükleer savaş tehdidi açısından ki böyle bir tehdit var, İkinci Dünya Savaşı sırasında yoktu. Hiroşima ve Nagazaki’den önce Stalin, Hitler ya da Roosvelt’in eğer ellerinde olsaydı nükleer bombayı kullanacaklarına eminim. Bereket versin ki o günlerde henüz ellerinde böyle bir bomba yoktu. Ancak artık elimizde olduğuna göre… İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yaşanan Hiroşima ve Nagazaki aynı zamanda Soğuk Savaş’ın başlangıcıydı.
Yani savaş durmadı, sadece biçim değiştirdi. Bugün gördüğümüz ise bir çeşit kombinasyon: Bir taraftan iklim krizi ile karşı karşıyayız: Gittikçe daha fazla gıda ve su kıtlığı dünyadaki tüm toplulukları etkiliyor. Güvencesizliğe, düşmanlığa ve hatta faşizme doğru yöneliyor -çünkü bir düşman bulmak zorundasın ve ‘iklim krizi’ hâlâ biraz soyut. Düşman olan iklim krizi ya da gezegen değil; kapitalizm.
Diğer taraftan savaş makinası kızışmıyor, ancak kendini kopyaladığını, tekrar ettiğini görüyoruz. Savaş makinası için, teknolojiyi kullandığın sürece kimi öldürdüğün önemli değildir. Ukrayna’da ya da Gazze’de kullanılan teknolojiler -drone savaşlarından, yapay zekanın savaşa uyarlanmasından, savaştaki makine öğreniminden vs. bahsediyorum- kendi deneyimlerimizden ve kendi tarihimizden bildiğimiz şeyler. Bu teknolojiler genelde savaşın olmadığı süreçleri akla getiriyor. Örneğin birkaç yıl önce Hamburg’da düzenlenen G20 protestolarında benzeri teknolojilere tanıklık ettiğimi hatırlıyorum. Diğer protestocular da bu tür gözetim yöntemleriyle savaşın olmadığı yerlerde karşı karşıya geldiler.
‘KESİN YENİLGİ YA DA KESİN ZAFER DİYE BİR ŞEY YOK’
Özellikle Avrupa ölçeğinde sıkça ‘aşırı sağın yükselişi’ konuşuluyor. Fakat bu yükselişin ‘düşüşü’ o kadar dikkat çekmiyor. En nihayetinde yükselen aşırı sağ bir boşluğa açılmıyor, diğer güçlerden birtakım mevziler kazanarak ilerliyor. Daha önce, örneğin 1930’larda Avrupa’da faşizm hız kazanırken, güçlü ve radikal bir sol akımın da varlığını gözlemleyebiliyoruz. Sizce bugünkü bu sağ yükselişin bir nedeni de radikal ve güçlü bir sol hattın eksikliği mi?
Alman Filozof Walter Benjamin bir keresinde şöyle diyor: “Her faşizm, başarısız bir devrimin sonucudur”. Bence bu yorum gerçekliğini koruyor. Eğer sol -ve aynı zamanda işçi sınıfı, sendikalar, çeşitli kaynaklara sahip aktivistler yatay-dikey, vs- yeterince örgütlenmezlerse ve faşistler daha iyi örgütlenirlerse, zaferi de faşistlerin kazanması son derece olağandır. Ancak aynı zamanda uzun soluklu perspektifi hesaba katmamız gerekiyor. Çünkü aynı zamanda yine Benjamin’in sözünü ettiği ‘sol kanat melankoli’ dediğimiz de bir şey var. Arap Baharı, Occupy Wall Street, SYRIZA, Podemos örneklerinden sonra şehvetli bir katman oluştu. Bu siyasi partilere, liderlere dair devasa bir umut oluştu. Onların statükoyu değiştirebileceği düşünüldü. Yapısal düzenlemelere mücadele edecekleri ya da onları ortadan kaldıracakları zannedildi. IMF ya da Blackrock vs -ki bu arada hepsi Ukrayna’yı destekliyor bugünlerde. Ve belki Gazze’yi ya da savaşın yaşandığı diğer yerleri de destekleyecekler, umarım böyle bir şey olmaz.
İşte burada bu hareketlerin değişime dair getirdiği bu büyük umudu görüyoruz. Daha sonrasında ise başta sol içerisinde olmak üzere pek çok insanın melankoliye, depresyona, acizliğe, tükenmişliğe battığına tanıklık ediyoruz. Çünkü günaşırı savaş görüntülerini izlemek ya da yardımcı olmayı deneyerek savaş bölgelerine seyahat etmek, organize olup bu değeri vermek kolay bir şey değil.
Olası devrimlere/yapısal değişikliklere ait protesto dalgalarını (yine dalgalanmalardan söz ediyoruz) düşünelim: Occupy Wall Street’ten sözde Arap Baharına, SYRIZA’dan Podemos’a… her ne kadar heterojen hareketler de olsalar şunu söyleyebiliriz ki bu enerji ortadan kayboldu, başarılı olamadılar. Elbette çok fazla yenilgi yaşandı. Ancak uzun vadede şunu hatırlamalıyız: Kesin yenilgi diye bir şey olmadığının farkına varmamız gerekiyor. Kesin zafer diye de bir şey yok. Bence bu, arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın sıkça unuttuğu bir şey; bir partinin ya da hareketin başarısız olması illa bir ‘yenilgi’ olarak değerlendirilebileceği anlamına gelmiyor.
Senin söylediğine gelecek olursak: Evet, birkaç hafta önce konuşsaydık Avrupa’da hayatın daha önce bundan daha kötü bir noktaya gelmemiş olduğu ilk söyleyeceğim şey olurdu. Bugün bile Almanya’ya bakacak olursan, bunun kesinlikle doğru olduğunu göreceksin. Eleştirilerimin çoğunu Yeşiller’e -özellikle de Alman Yeşillere- yöneltebilirim. Ancak bir de son haftalardaki gelişmelere bakalım. Ben öyle umudu seven biri falan değilim. Elbette kişisel hayatımda ‘umut ediyorum’ ancak umudun işlevli bir siyasi anlayış olduğunu düşünmüyorum. Bu anlamda “Fransa seçimleri bir devrimi getirecektir” gibi bir şey ummuyorum. Fransa’da insanlar çok zor bir örgütlenme üzerine çalışıyor ve ben umuttansa kararlılığa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Birkaç hafta önceye kadar umudum yoktu, ki zaten genelde umudum yoktur. Hâlâ yok. Ancak şunu da görüyorum ki durum oldukça ilginç ve pozitif bir yöne doğru dönüyor. Önce birkaç gün önce Julian Assange’ın zaferini gördü. Evet, tabii ki gazeteciliği kriminalize etme noktasında felaket bedeller ödedi. Ve bu Julian’ın suçu değildi; ABD Hükümetinin, Birleşik Krallık Hükümetinin ve Wikileaks’i 14 yıldır ezmek isteyen diğer herkesin suçuydu. Ama Julian artık özgür, Avustralya’da. Henüz kendisinden bir ses çıkmadı ancak geri dönecektir, bundan eminim.
Bu anlamda SYRIZA ya da Podemos’a dair söylediklerimizin tam tersi bir durum var. SYRIZA ya Podemos’ta Çipras’ın, Iglesias’ın -artık umudumuz kimdeyse- bize değişimi getirebileceğini umuyorduk. Ve elbette hepimiz çok büyük bir hayal kırıklığına uğradık ya da benim Yannis Varufakis ile yaptığım gibi [DiEM25] yeni hareketleri kurmaya giriştik. Fakat Julian Assange davasında dürüst olmak gerekirse son yıllarda benim hiçbir umudum yoktu, çoğu diğer aktivistin de yoktu. Yani aktivistler umuda karşı çalışıyordu: Protestolar organize ediyorlardı, Kongre Üyelerine mesajlar gönderiyorlardı, büyük etkinlikler düzenliyorlardı… Bunların bir yardımı dokunacağını umut etmeden. Ancak burada yaşanan SYRIZA ya da Podemos’un bir çeşit karşıtı. Milyonlarca kişi, milyonlarca isimsiz aktivist Julian Assange’ın sonunda serbest kalabileceği siyasi ve yasal durumu yaratmayı başardı. Ve eğer biz, sadece ABD hükümetine karşı da değil, CIA’den NSA’e karşı, istihbarat teşkilatlarına, bankaladan silah sanayisine karşı milyonlarca insan, bunu yapmayı başardıysak diğer konularda da başarılı olabileceğimizi düşünüyorum.
Elbette birkaç hafta önce Jeremy Corbyn yeniden seçildi, bunun Birleşik Krallık için harika bir haber olduğunu düşünüyorum. Tabii bir de Fransa’da Yeni Halk Cephesi’nin kazandığı seçim zaferi var. Burada dikkat çekici olan şey düşmanın nasıl çalıştığını anlayabilmek. Assange’da, Mélenchon’da, Corbyn’de… önce ‘karakter suikastı’ yapıldı. Az önce konuştuğumuz savaşın normalize edilmesi anlatısına benzer bir şekilde burada da seksten antisemitizme kadar karakter suikastının normalleştirilmesi durumu ile vücut buldu. İnsanları çekebilecek ve gerçekten bir değişim getirebilecek belirli bir kişi etrafında seks, vergi ya da -Mélenchon, Corbyn ve Julian örneğinde olduğu gibi, ki tamamıyla iftiradır- antisemitizm ile ilgili o kişinin ‘problemli’ olduğuna dair bir anlatı atmosferi yaratırsanız bir şekilde o insanların destek kaybettiği bir hava oluşturursunuz. Buna Brezilya’da Lula’yı da ekleyebiliriz. Julian’a benzer bir şekilde o da cezaevindeydi, neyse ki o kadar uzun süre kalmadı. Kendisi de karakter suikastına maruz kaldı ve şimdi Brezilya’nın lideri. Latin Amerika’dan daha fazla örnek verebiliriz: Kolombiya’da Gustavo Petro, Küba, vs…
Özetle kesin zafer ya da kesin yenilgi diye bir şey yok. Bu binlerce yıllık bir mücadele. Antik Mısır’dan, Antik Yunanların zamanına, Osmanlı İmparatorluğu’na, Moğol İmparatorluğuna ve şimdi solmakta olan ABD İmparatorluğuna. Ki belki ABD İmparatorluğu bir İç Savaş ile sonlanacak, son zamanlarda pek çok insan Capitol Hill’de yaşananların ABD’de yaşananları anlamak için iyi bir örnek olduğunu dile getiriyor. ABD Başkanlık Seçimi öncesinde Trump ve Biden arasındaki sahte tercih tartışmalarına bakacak olursanız ABD’yi kısa ve uzun vadede iyi hiçbir şeyin beklemediğini görebilirsiniz. s
NOTLAR:
(1) II. Dünya Savaşındaki Faşist Hırvat güçleri
(2) Benzeri şekilde, komünist partizanlara karşı çarpışmış Sırp güçleri