Çeşitli vesilelerle ve sık sık, içinden geçtiğimiz dönemin tuhaflıklarına değiniyorum. Tuhaflık, sadece karşılaşılan olayların şaşırtıcılığıyla ilgili değil. Yaşadığımız günler, “geçiş” (ya da ara) dönemi karakteri taşıdığı ve belirsizlik neredeyse tek sabit haline geldiği için, bu durum aslında kaçınılmaz. Gelişmeleri, olayları, hakim yapılanmaları, güçlü eğilimleri kategorize etme ve isimlendirme konusundaki zorluğu aşmak için, sorunlu kestirmelere müracaat ediliyor ya da hazır kalıplara sığıştırma zorlaması yapılıyor. Diğer yandan, “çağın ürettiği sorunlara cevap verememek” gibi keyfi bir varsayımla, temel çatışmaları açıklayan -yerli yerine oturtan- yöntemler geçersiz sayılıyor, itibarsızlaştırma aynı hızda devam ediyor. Sonunda, neredeyse bütün kavramların iğdiş edildiği bir karmaşanın ortasında kalınca da, “devir böyle” denip geçiliyor. Oysa mülkiyetin, devletin, sınıfların ortaya çıkışından itibaren “asli mesele” pek de değişmedi. Dünyayı yüzyıllardır kapitalizm ve emperyalizm şekillendiriyor. Araçları, tahakküm metotları, ortaya çıkardığı sonuçlar ve ürettiği krizler yepyeni görünümler kazanmış, karşısında yer alanlarla eşitsizlik büyümüş olsa da, temel çatışma hala aynı. Hatta artık çok daha baskın ve kontrolsüz. Pek güvendikleri balans işlemiyor ve buna da ihtiyaçları kalmamış gibi.
Böyle bir giriş yapmamın nedeni, gündelik tartışmalardaki -maksatlı- kavram istismarına biraz dikkat çekmek. Instagram yasağı, Paris Olimpiyatları, ekonomik tablo ya da İsrail meselesi hatta köpek katliamı yasası gibi pek çok konuda, temel kavramların -üstelik bunların artık bir şey açıklamadığı iddiasındaki kişilerce- çok acayip bağlamlarda kullanıldığına tanık oluyoruz. Erdoğan ise işler kötüye gittiğinden beri, bu konuda epey cüretkar hale geldi. “Dijital faşizm”, “ev zencisi” gibi kimi zamane uydurması ve kimi çeviri kokan sözleri dolaşıma sokuyor. Haklarında birkaç kütüphane dolduracak literatür bulunan, emperyalizm, faşizm veya kapitalizm kavramlarını, garip bağlamlarda, uluorta kullanıyor. Danışmanlar, metin yazarları, bağlamını zorlayarak bu kavramları olur olmaz yerlere yerleştiriyor. Elbette kavramların kullanımı özel izne tabi değil, bu izni verecek bir merci de yok. Fakat bu kuru gürültü çağında, kavramların gördüğü eziyet de öyle böyle değil. Sosyal medya ise galat-ı meşhur fabrikası gibi çalışıyor. Yanlış o kadar çabuk doğrunun yerini alıyor ki; doğruyu bilenler bile, yanlışı kullanmanın daha makbul olduğuna ikna oluveriyor. Bazen kalabalık tribünlerin çekiciliği, bazen “değişik” olmanın havası da teşvik edici unsur oluyor.
Gazze katliamı, İsrail’in ve arkasında hizalanan Batı’nın tutumu dolayısıyla, emperyalizm ve anti-emperyalizm meselesi çok revaçta. Aslında bu taraklarda pek bezi olmayanların, emperyalizmin ne fena bir şey olduğunu söylemekle yetinmeyip, birilerine bu konudaki eksiklerini hatırlatmaya kalktığına tanık oluyoruz. Her güncel kutuplaşmada önümüze gelen “… olurken neredeydiniz, hiç sesiniz çıkmadı” kalıbını çok sık işitiyoruz. Hassasiyet istismarı, “söz söyletme” veya “ses kısma” gerekçesi haline getiriliyor. İşte böyle noktalarda “bir dakika” demek gerekiyor. Ürküp geri basmak yerine “o kadar da değil” demek lazım. Her şeyden önce emperyalizm, haset ve hamaset konusu olacak bir ahlak sorunu gibi ele alınamaz. Özel bir husumet, düşmanlık ve çekememezlik hadisesi ise hiç değil. Bir sistem sorunu. “Haçlı zihniyeti”, “bizi kıskanıyorlar” veya “tarihsel düşmanlık” gibi tezler; kaynağı, gerekçesi ve varacağı nokta itibarıyla, anti-emperyalizmle -iltisaklı sayılsa bile- sorunlu bir ilişkiye sahip. Millete veya ümmete karşı özel düşmanlık besleyen hatta neredeyse varlık nedenleri bu olan ülke ve güçlerin varlığına inanç ve buna yaslanan ölçüsüz komplo zenginliği, aslında emperyalizmi yaratan dinamiklerle ve temel mantığıyla çok da ilgili değil. Hatta burada biraz “bana dokunmayan yılan” diyalektiği işliyor. Kutuplaştırma ihtiyaçlarına verdiği cevap nedeniyle başvurulan göstermelik çıkışlar ise giderek daha karikatürize hal alıyor. Aslında Erdoğan’ın dış politika macerası ve bunu iç politika aracı olarak kullanması, kendisi açısından “başarılı” sonuçlar vermiş olabilir ama ölçüsüz pragmatizmin ifşası bakımından da önemli ve verimli. Hitap ettiği ve etkileyebildiği kitleyle kolay paylaşabildiği riya, diplomatik kabalık cesareti olarak tezahür ediyor. Zaten kimse artık incelik derdinde değil.
Belirli bir tarihsel kesitte, belirli bir coğrafyada ve belirli bir durumda, ülkelerin veya yöneticilerinin niyet ve sicillerinin uygun olup olmadığına bakılmaksızın bazı pozisyonlar ortaya çıkabilir. Bazen aktörler, tercihlerinden bağımsız ve hatta tercihleri hilafına roller edinir, üstlenir, “..mış gibi” yapar. Özel olarak emperyalizmle meselesi olmayan hatta bizzat onun imalatı olanlar bile, saldırı altında kalabilir veya öyle görünebilir. Bu saldırı karşısında geliştirilen tepki, ulusal özgürlük mücadelesi, milliyetçi direniş veya yurtseverlik olarak karşımıza çıkabildiği gibi, meşruiyet sağlayan kıyıcı bir karşı şiddet ya da istismar edilen “herkes bir biz tek” yaygaracılığı da olabilir. Desteklenen veya siyasi-kültürel aileden sayılanlara yönelmiş acil tehlike hissi veya hassasiyet, geniş kullanım alanları açabilir, ucuz hamasete zemin sağlar. One minute” ile -aksine onlarca hamleye rağmen- senelerce idare etmek veya Maduro gibi aktörlerle aynı kareye girmek gibi. Sadece retoriğe bindirilmiş, siyasi illüzyon gösterileriyle idare edenlere kolay mevkiler kazandırabilir. Fakat şu ya da bu nedenle emperyalistlerle itişiyor görünmek, tek başına anti-emperyalist etiketini sağlamaz. Duyarlılık anlarını siyaseten iyi değerlendirmek, zamanında “verimli” yerde pozisyon almanın tutarlı tutum sayılması için daha fazlasına ihtiyaç var. Musk veya Trump ile ahbap olup, işgal edilecek ülkenin başkentinde namaz kılma hevesiyle kapılar aşındırıp, anti-emperyalist unvanı alamazsınız, ders filan veremezsiniz.
Türk sağındaki anti-emperyalist potansiyel, kavramsallaştırmanın niyetinin ve ruhunun epey uzağında, “düşman” tehdidi üzerinden biçimleniyor ve araçsal (kompleksli) bir batı karşıtlığıyla bağlanıyor. Dışa dönük, “bağımsızlıkçı” özünden kopmuş bir milliyetçiliğe ve kültürel-dini kimliklere sığınıyor. Özellikle soğuk savaş döneminde, sağ siyaset çok ve agresif biçimde kapitalist Batı’dan yana saf tuttu. 6. Filo’yu protesto edenlere saldırıdan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasına (Bu konuda T24’’de Murat Bjeduğ’un yazısına ve Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin’in Filistin’deki fotoğrafına bir göz atın.), 70’li yıllardaki çatışma döneminden 80’lerin neoliberal saldırısına kadar çok meselede bu tavır belirleyici oldu. NATO gibi Batı ile en kritik anlaşmalar, sağ iktidarlarca zafer havasında yapıldı, emperyalizm emrinde Kore’ye kahramanlığa gidildi. Türkiye sağının işler sarpa sardığında anti-emperyalizmi hatırladığı ve genellikle kendi savunmasını genişletmek için başvurduğu bir argüman olduğu söylenebilir. Hatta anti-emperyalizm şeklinde telaffuzundan da pek hoşlanılmıyor aslında. Böylesi yakıştırmalar, genellikle sol kavramları kullanarak iktidarları desteklemeye çalışan kalemlerden geliyor. Özetle ne fikri, ne zikri, ne de eylemi anti-emperyalizmle uzaktan yakından ilgili olmayanlara paye vermek ve onların söylediklerine -kullanmasına izin vermemek için bile- savunma geliştirmek aşırı lüzumsuz. Emperyalizmle mücadeleye zerre katkısı olmadığı gibi, emperyalistlerin umurunda değil zaten.