Geçtiğimiz Ekim ayında, “Sanatta Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi (1923-2023)” konulu akademik bir konferans için sunum hazırlarken, bu konuda incelediğim romanlardan biri Ahmet Yorulmaz’ın “Savaşın Çocukları” romanıydı.
Ahmet Yorulmaz Türk gazeteci, yazar ve çevirmendir.
Lozan Antlaşması‘nda kararlaştırılan Yunan/Türk nüfus mübadelesinin bir sonucu olarak Türkiye‘ye sürgün edilen bir Giritli Türk ailenin çocuğu olarak Ayvalık‘ta doğdu.
Kitabın başkahramanı Hasanakis, Giritli Türklerin anadilleri olması gereken Türkçeyi bilmediklerini, bunun kendisini her zaman üzdüğünü ve bunun suçlusunun da onları oraya atan ama dillerini ve geleceklerini sağlamayan Osmanlı yetkilileri olduğunu en başından beri okuyucuya bildiriyor.
Belki de bu gerçekte doğru olabilir, ancak Hanya’ya geldiğim günden beri, yerel halkın diline Türkçe olduğunu bile bilmeden yerleşmiş Türkçe kelimeler duyuyorum, örneğin “buzi” (buz), “tsiftes” (çift) ve “dusundizo” (düşünüyorum).
Öte yandan, kendilerine karşı bireysel ya da toplu cinayetler işlendiğinde yıkılmamalarını sağlayan şeyin dini duyguları olduğunu vurguluyor. Yunancayı ana dilleri yapmış olabilirler ama dinleri sayesinde Türk kimliklerini asla unutmadılar.
Bugün Hanya‘da hala birçok cami bulunmaktadır; en ünlüsü, 17. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen ve Hanya’nın ilk koruyucusu Küçük Hasan’ın onuruna inşa edilen, İslam sanatının bir eseri olarak kabul edilen Küçük Hasan Paşa Camii ya da bilinen diğer adlarıyla Yalı Camii, İskele Camii, Yeniçeri Camii’dir.
Hanya şehrinin Venedik limanında bulunan bu tarihî Osmanlı camisi Ermeni bir mimar tarafından yaptırılan ve Girit’te inşa edilen ilk camidir.
Caminin minaresi yıkılmıştır ve bugün sadece temel kısmı korunmaktadır. Cami birkaç yıl boyunca Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış, günümüzde ise Belediye Liman İdaresi tarafından kültürel etkinlikler için bir mekân olarak kullanılmaktadır.
Hasanakis 1923’e kadar yaşadığı Hanya’nın merkezinde bulunan Splantzia Meydanı’nı anlatırken Hristiyan ve Müslümanların, zengin ve fakirlerin, ancak çoğunluğun Türk olduğunu ve bu durum, orada bulunan dokuz büyük kahvehanenin hepsinin sahibinin Türk olmasıyla kanıtlandığını belirtiyor.
Girit’in Osmanlı hakimiyetinde olduğu zamanlarda Müslümanların en yoğun yaşadığı bölge burasıymış (150 Yunan mahallesi, 780 Türk mahallesi). Meydanın doğusunda, 1320’den kısa bir süre önce Venedikliler döneminde Dominiken rahipler tarikatına ait bir manastır olarak inşa edilmiş olması gereken Agios Nikolaos Kilisesi bulunmaktadır.
Türkler 1645’te Hanya’ya hâkim olduktan sonra kilise camiye dönüştürülmüş ve Osmanlı Sultan İbrahim’in onuruna Hünkâr Camisi olarak adlandırılmıştır.
Binanın sol tarafındaki çan kulesi ve sağ tarafındaki minare halen ayakta durmaktadır.
Hanyalı arkadaşlarımdan, bu meydanın uzun yıllar boyunca yoksulların ve dışlanmışların zaman geçirdiği bir yer olduğunu, hemen yanındaki genelevlerin de bunun bir kanıtı olduğunu öğreniyorum.
Bugün Splantzia meydanında hem yerel halk hem de ziyaretçiler oturup diğer şeylerin yanı sıra tsikudia (Girit’in geleneksel içkisi) içme ve dakos (Girit’in geleneksel yemeği) yeme fırsatına sahiptir.
Meydanın ortasında büyük bir çınar ağacı bulunmaktadır. Çınar ağacının altında sadece devlet görevlileri ile önde gelen beyler ve ağaların oturup kahve keyfi yapma hakkına sahip olduğu sekizgen bir Arap çardağı bulunurdu.
Osmanlı yönetimi sırasında meydandaki asırlık çınar ağacında, “Girit’in özgürlüğü” için mücadele eden Rum Hıristiyanlar asılmış, idam edilmiş ve işkence görmüşlerdir bu yüzden meydanda onların anısına bir anıt bulunmaktadır. Ben ise aynı ağacın altında yerinden edilmiş Giritli Türkleri düşünüyorum.
Konakladığım ev Pasakaki bölgesinde bulunuyor. Bu bölge, eskiden bir paşaya aitmiş ve bu yüzden Pasakaki olarak adlandırıldı. Beni misafir eden ve üyeleri farklı nesillere ait olan aileyle yemek yerken dayanamayıp onlara Hanyalı Türkleri soruyorum.
Büyükbaba biz Kıbrıslı Rumların işgal altındaki bölgelere gidip paramızı Türklere vermemize duyduğu öfkeyi dile getirdi. Onun Türk ismini bile duymak istemezken çocukları daha hoşgörülü bir şekilde konuştular.
Torunları ise bana Türk unsurunun kendilerine çok yabancı olduğunu ve adadaki Türk anıtlarının Türklerin bir zamanlar Girit’i fethettiğini gösterdiğini, başka bir şey göstermediğini söylediler.
Adada 400 yıl boyunca birkaç kuşak Türk’ün doğup büyüdüğünü fark ettiklerinde şaşırdılar. Birlikte bölgede bir yürüyüş yaptık ve bana Küçük Asya’dan Yunanlılar tarafından alınan birkaç evin Türklere ait olduğunu anlattılar.
Sokaklar Küçük Asya’daki şehirlerin isimlerini taşıyor, örneğin Makris Sokağı. Evlerden birinin üzerinde Osmanlı Türkçesinde yazılan bir kitabe halen duruyor.
Hem Yunanistan hem de Türkiye, bir zamanlar “öteki”nin memleketi olan kasaba ve köylerle doludur. Onlar için geri dönüş yok.
Bu toprakların hafızasından silinmeye mahkumlar. Kıbrıs’ta ise bir arada yaşama için hala umut var.
Ada yeniden hepimizin evi olacak mı yoksa bir zamanlar orada olduğumuzu hatırlatacak bazı anıtlar mı kalacak?