Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombasıyla 1945’te sebep olduğu mahşeri yıkım, her yıl Ağustos ayında Japonya’da anılıyor. Normal şartlarda bu anmaların haberleri ya önümüze düşmez, ya da görsek bile fazla ilgimizi çekmez, ansiklopedik bir bilgiyi çağrıştırır çoğu insana. Japonya’ya 1945’te felaketi yaşatan ABD, Hiroşima’dan bugüne kadar nükleer tehdidini her geçen gün şiddetlendirerek masaya sürüyor. Ancak buna rağmen ‘atom bombası’ ya da ‘nükleer savaş’ güncel değil de ‘tarihi’ bir gelişme gibi gelir insana.
Doğruya doğru, gerçeklikten/güncellikten yalıtılmış bir anma haberi ilgi çekici değildir. Fakat bu yıl Hiroşima’da düzenlenen anmada yaşanan korkunç gelişmeler bizi sarsarak gerçeği gösterdi. Hiroşima’daki anmalara İsrailli temsilcilerin katılışı hem ülke içerisinde hem de ülke dışında protesto edildi. Öte yandan Nagazaki’deki anmaya ‘protestolarla sekteye uğrayabileceği’ gerekçe gösterilerek İsrail davet edilmeyince ABD ve İngiltere bu durumu ‘protesto’ etti.
Bu haberi nereden isterseniz oradan okuyun: “Gazze’de yaptığı korkunç katliamın vitesini arttıran İsrail’in böylesi bir anmada ne gibi bir yeri olabilir?” ya da “Hiroşima ve Nagazaki’de yaşanan eşsiz kasaplığın müsebbibi olan bir ülkenin, başka bir katile arka çıkarak ‘protesto’ etmeye ne gibi bir hakkı var?” diye düşünebiliriz. Her ikisi de insana saç baş yolduracak sorular.
Fakat bir de üçüncüsü var: “Dünyada bugün ABD’nin kışkırtmasıyla ‘nükleer’ bir felaket hâlâ dile getirilebiliyor, hatta bu ‘sıradan’ bir tehdit haline gelebiliyorsa bu düzen nasıl bir düzendir? Kimin eseridir?” İşte tüm bu sorulara yanıtlar ararken Hiroşima’da Ağustos 1945’te yaşanan cehenneme geri gitmemiz gerekiyor.
RAKAMLARIN ÖTESİ
Kısaca çoğumuzun bildiği olayı usulen de olsa hatırlayarak başlayalım:
ABD’nin ‘B-29’ tipi uçağı, 6 Ağustos 1945’te, ‘küçük çocuk’ (little boy) isimli bombayı 255 bin kişinin yaşadığı Hiroşima’ya bırakır. Hiroşima’nın yüzde 70’ini yok eden 13 bin TNT kuvvetindeki uranyum katkılı bomba, 1,5 kilometre çapındaki alanda her yeri dümdüz eder. Şehirdeki 90 bin binanın 60 binden fazlası yerle bir olur. Bombanın merkezinde 3 bin santigrat derece ısı oluşurken ilk aşamada 80 bin, 1945 yılının sonuna doğru ise 200 bin insan ölür. Çok sayıda kişi tıbbi destek alamadan hayatını kaybeder. Hiroşima’ya yardıma gidenler de patlama sebebiyle oluşan radyoaktif yağmura maruz kalarak yaşamını yitirir. Bombanın yaydığı radyasyon sebebiyle sonraki yıllarda da ölümler devam eder ve atom bombasının etkileri uzun yıllar sürer. ABD, Hiroşima’dan 3 gün sonra, 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye de ‘şişman adam’ (fat man) isimli bombayı atar. O dönem nüfusu 240 bin olan Nagazaki’de 74 bin kişi ölür, şehirdeki binaların yüzde 36’sı tamamen yok olur. Böylece ABD, dünyada atom bombası kullanan ilk ve tek ülke olarak tarihteki kayıtlara geçer.
Fakat bir olayı gerçekten anlamak, neler yaşandığını gerçekten öğrenmek istiyorsak eğer rakamlar pek bir şey ifade etmiyor. Toplumsal mücadeleler tarihini anlamlandırmak için rakamlardan ziyade kelimelere ihtiyacımız var.
İkinci Dünya Savaşı’nın taraflarından Japonya’ya atılan atom bombasının ardından Washington cephesi pek çok ‘gerekçe’ öne sürer: “Japonya pes etmiyordu”, “Sovyetler Birliği’ne gözdağı verilmesi gerekiyordu”, “Yoksa daha çok insan ölürdü”… Oysa ABD’nin çaldığı minare için dikilen tüm bu kılıflar, Hiroşima’da yaşanan gerçeğin yanında komik kalıyor.
Bu doğrultuda göz atabileceğimiz harika bir kaynak var: ABD’li gazeteci John Hersey’in Hiroşima(1) isimli kitabı. Dünyaya Hiroşima’da yaşanan yıkımın boyutunu tüm çıplaklığıyla anlatan ilk isimlerden biri Pulitzer ödüllü Hersey’dir. Atom bombasının atılmasından kısa bir süre sonra Japonya’ya gider. Kaldığı bir aylık süre boyunca altı farklı kişinin hikayesini The New Yorker dergisi için derler.
Kitap hakkında sunumda şöyle bir ifade yer alıyor: “Atom bombası hakkında -güvenlik kaygılarının dışına çıkmadan- sürüyle yazı yayınlanmıştır. Ama bu yazıda anlatılan şey ne bilimin zaferi, ne karışık birtakım makinelerin işleyişi, ne yeni bulunmuş elementler, ne de matematik formülleridir; burada bombanın etkisi anlatılmaktadır, hem de bu etkinin altında kalanların gözüyle, dünyanın en öldürücü deneyini geçirip sağ kalanların gözüyle.”
Hikayesinin kahramanları Hiroşima’daki patlamadan -hayatlarının devamında türlü sağlık sorunlarıyla karşılaşmış olmalarına karşın- sağ kurtulmuş kişilerdir. Rahip, doktor, tek başına üç çocukla yaşayan bir kadın gibi toplumun çeşitli kesimlerden gelen Hiroşimalıların patlama anından itibaren yaşadıklarına kulak veriyoruz bu eserde. Tomris Uyar’ın Türkçeye çevirdiği kitapta Hersey yaşananları acındırmadan, olduğu haliyle aktarır. Bir rakamların ve ansiklopedilerin dünyasından uzaklaşıp Hiroşimalılara kulak verelim.
MOLOTOF ÇİÇEK SEPETİ
Hiroşima’da yaşanan patlama anı, herkes için beklenmedik bir gelişmedir. Savaş nedeniyle sık sık Amerikan bombardıman uçaklarının gelişini haber veren sirenler çalmaktadır. Hatta alarmlar gündelik hayatın bir parçasıdır o günlerde. Ancak patlama günü gelen uçakların az sayıda oluşu, çoğu kişinin bu uçakları ‘keşif filosu’ olarak yorumlamasına sebep olur.
Bombanın düştüğü yerden nispeten uzakta olanlar, o an yaşananları daha sonra Hersey’e anlatır. Patlama anını kimisi bir fotoğraf flaşına benzetir, kimisi güneşten bir parçaya. Kimisi toz bulutunu hatırlar, kimisi ışığın ardından gelen yıkıcı dalgayla birlikte dayak yemiş gibi uçup kiremitler ve kalaslar altında kalışını. Ancak kimse sesi hatırlamaz. Şoku atlatanlar, kendi şehirlerinin baştan aşağı yerle bir olduğunu öğrenince ikinci bir şok yaşarlar:
“Bütün Hiroşima’yı gören bir tepecik vardı. Koşarak geri döndü. Tepeden gördüklerine inanamadı. Sandığı gibi yalnız Koi’nin bir bölümü değil, göz alabildiğine bütün Hiroşima, bulutlarla kaplı göğe doğru korkunç, mikrop yüklü, kalın bir hava tabakası püskürtüyordu.” Çığlıklar, dumanlar, alevler… Bir anne çocuklarını enkazdan çıkartıp yola düşer. Bu sırada neş yaşındaki çocuğu kendisine “Neden gece oldu? Evimiz neden yıkıldı? Ne oldu?” diye sorar. O an fark eder ki kendi de aynı soruları sormaktadır.
Patlamadan sonra çıkan yangın ve yangının boyutuna göre şaşırtıcı derecede fazla görünen ciltlerdeki yanıklar sebebiyle atılan bomba kentte ‘molotoffano hanakago’ yani Molotof çiçek sepeti olarak anılacaktır.
BİR ŞEHRİ YOK ETMEK
Bir şehri göz açıp kapayınca yok etmenin ne kadar canice bir şey olduğunu sadece o anda öldürdüğü insanların sivil oluşuyla açıklamak yeterli değil. Bir şehri yok etmek, aynı zamanda yaralılara yaşam sansı vermemek demektir. Onları sonu kesin ölüm olduğu bilinen bir yolda yavaş yavaş, acılı bir ölüme sürüklemektir. Bunu ‘atom bombası’ gibi şeytani bir şekilde yapmak ise sadece yaralılara değil; orada kim var kim yoksa herkese bir şekilde ölüm sıçratmaktır. Anında ölüm ya da yavaş ölüm, eriyerek ölüm ya da kusarak ölüm… herkese ama herkese köküne kadar bilinçli bir şekilde ölümü tattırmak demektir. Dolayısıyla sık sık Birinci Paylaşım Savaşı için kullanılan ‘kasaplık’ yakıştırması, Hiroşima için hafif kalır. Kentte çoğu yaralı olmak üzere sağ kalan, bir avuç doktorun yaşadıkları bu anlamda çarpıcıdır:
“Şehirdeki yüz elli doktordan, altmış beşi ölü, geriye kalanların çoğu da yaralıydı. 1.780 hastabakıcıdan 164’ü ya ölü ya da çalışamayacak kadar ağır yaralıydı. (…) Dr. Sasaki yöntemsiz bir çalışma düzenine kapılmıştı, en yakınında kim varsa onun yarasına bakıyordu, birden, koridorun gittikçe kalabalıklaştığını ayırt etti. Hastanedeki hastaların çoğunda yaralar, sıyrıklar vardı, oysa şimdi korkunç yanıklar geliyordu önüne. O anda, dışarıda durmadan hastaların akın etmekte olduğunu anladı.”
Hastaların çoğu atom bombasının etkisiyle kusmaktadır. Kimileri ancak sürünerek kendini hastaneye atabilir. Yaralı selinin göğüslendiği bu ilk anlarda doktorlar hafif yaralıları atlayıp ağır yaralılara öncelik vereceklerdir. Ancak durumun vahameti belli olduğunda, insanlar eriyerek öyle ya da böyle ölmeye başladığında tam tersi bir tutum takınılacak ve yaşama ihtimali daha fazla olan ‘hafif yaralı’ hastalarla ilgilenilecektir. Böylece hastanelerde ya da sahra hastanelerinde bir köşede üst üste binmiş irinli, çürümüş insan bedenleri ve onun hemen yanında ölülerden fark edilmesi mümkün olmayan insan birikintileri ‘sabit’ hale gelir:
“Yolda şehirden kaçmakta olan yüzlerce yaralı insan çıktı karşısına, her birinin bir yeri ağrıyordu. Bazılarının kaşları yanmıştı; yüzlerinin, ellerinin derileri sarkıyordu. Bazıları acıya dayanamayarak, bir şeyi taşıyormuşçasına yukarı kaldırmışlardı ellerini. Bir kısmı, yürürken bir yandan da kusuyordu. Çoğu çıplaktı, ya da paçavralara sarınmıştı. Çıplak gövdelerin bazılarında yanıklar askı izleri bırakmıştı. Bazı kadınların gövdelerinde giydikleri kimonolardaki çiçeklerin izleri vardı. Beyaz giysiler, bombadan gelen ısıyı yalıtmış, siyahlarsa emmiş, deriye geçirmişti. Yaralılar, daha ağır yaralı sayılabilecek akrabalarını taşıyorlardı. Hepsinin başları eğikti, ileri doğru bakıyor, duygularını belli etmiyorlardı.”
‘BUNLAR İNSAN’ DİYORDU KENDİ KENDİNE’
Bu sırada başta doktorlar durumun ne olduğunu fark edebilmiş değildir. Sadece tek başına ‘molotof çiçek sepetinin’ bunu yapamayacağından ciddi şüpheleri vardır. Meselenin aslı günler sonra ortaya çıkacaktır. “İnsanlar kaldırımlarda oturuyor, yatıyor, kusuyor, ölümü bekliyor, ölüyordu. (…) Hepsi çok susamışlardı, bol bol içtiler ırmaktan. Çok geçmeden mideleri bulandı, bütün gün öğürdüler. (…) [Bir kadın] akşama doğru gözle görünür bir yarası yokken birden ölüverdi.”
Ağzına kadar hasta ve cesetle dolmuş hastaneler, durumun vahametini gösteren tek yerler değildir. Kumsallarca uzanan insanlar yavaşça, çürüyerek ölmeyi beklemektedir:
“Bay Tanimoto kumsalda kadınlı-erkekli yirmi kişilik bir kalabalık buldu. Sandalı kıyıya yanaştırdı, atlamalarını söyledi. Kıpırdayan çıkmayınca, yerlerinden kalkamayacak kadar bitkin olduklarını anladı. Uzandı, bir kadını ellerinden yakaladı, ama kadının derisi bir eldiven gibi çıktı elinden. (…) önceleri sarı olan bu yanıklar sonra kızarıp şişmiş, üstlerindeki deri yüzülmüş, akşamüstü iltihaplanmış, kokmaya başlamıştı. (…) Durmadan ‘bunlar insan’ diyordu kendi kendine. (…) Çalıları aralayınca yirmi kadar adam gördü; hepsi korkunç durumdaydılar: yüzleri bütünüyle yanmıştı, göz çukurları boştu, akmış gözlerinden sızan su yanaklarını ıslatmıştı (Bomba patladığı sırada yüzleri havaya dönüktü herhalde; belki de uçaksavarın başındaydılar) ağızlarının yerinde şişmiş irin kaplı yaralar vardı, çaydanlığın ağzını sokabilecek kadar bile aralayamıyorlardı bu yaraları.”
Hiroşima’dan birkaç gün sonra bir başka bomba da Nagazaki’ye atılır. Ardından Japonya ‘teslim olur’. Japon uzmanlar meselenin ‘aslını’ yani atılan bombanın içeriğini tanımlamıştır ancak bu sahada pek bir şey değiştirmez, ölüm hâlâ kol gezmektedir. ‘Radyasyon hastalıkları’ adıyla türlü hastalıklar baş gösterir. Günün birinde saçları dökülenler, minik sıyrıklardan büyüyen hastalıklar, akyuvarların tükenmesi gibi: “Işınlar gözlerini yakmış, bebeklerini çürütmüş, pınarlarını yok etmişti. Hemen ölmeyenler de bulantıdan baş ağrısından, ishalden, kırıklıktan ve günlerce süren ateşten yakınıyorlardı. (…) İkinci dönem bombadan on ya da on beş gün sonra başlıyordu. En belirgin özelliği saç dökülmesiydi. Arkasından ishal bazen de 41 dereceye kadar yükselen ateş geliyordu. Patlamadan 25-30 gün içinde kan bozuklukları ortaya çıkıyordu: diş etleri kanıyor, akyuvar sayısı birden düşüyor, deride ve mukozada petechiae(2) beliriyordu.”
‘BOMBAYI KULLANANLARI ASMALILAR’
Hersey’in aktarımlarından dikkatimizi çeken bir diğer şey de insanların ne olup bittiğini çok da önemsememeleri. İnsanlar yaşanan kıyımın yarattığı faciayla öylesine boğuşmaktadırlar ki şehirlerine atılan bombanın atom bombası olup olmadığını pek de merak etmezler. Fakat çok iyi bildikleri bir şey vardır, bombayı atan Washington’dur:
“Gerçeği, yani atom gücünün ilk deneyinde kendilerinin kurban edildiklerini öğrenseydiler bile olayı kavrayamayacak kadar yorgun ve hastaydılar. (…) O zamana kadar Bayan Nakamura’yla akrabaları atom bombası sorununu ahlaksal açıdan ele almakla oldukça çekimser davranmışlar, alın yazısına boyun eğmişlerdi, ama söylenenlerden sonra Amerika’ya karşı bütün savaş boyunca duymadıkları bir kin, bir tiksinti duydular.”
Japonya’nın teslimiyle birlikte ülkeyi işgal eden Amerikan güçleri yaptıkları kıyım yetmezmiş gibi bir de atom bombası hakkında konuşulmasını ‘yasaklar’. Şöyle yazıyor Hersey: “General MacArthur karargahı Japonca bilim yayımlarında bombadan söz açılmasını kesinlikle yasaklamıştı. (…) Hiroşima halkının şaşırtıcı çoğunluğu, bomba kullanılmasının ahlaksal yönüne kayıtsız. Belki de düşünmek istemeyecek kadar korkuyorlar bu konudan. Çoğu bombanın nasıl yapıldığını merak bile etmemiş. (…) Yine de sürüyle Hiroşimalı hiçbir olayın silemeyeceği bir kin duymaya başlamış Amerikalılara. Dr. Saksak, ‘Tokyo’da harp suçlularını yargılıyorlarmış şimdi,’ demişti bir keresinde, ‘Bence asıl bombayı kullanmayı kararlaştıranları yargılayıp hepsini asmalılar’”.
GEREKÇELERE VEDA
Hiçbir katliam yok ki müsebbipleri kendilerini haklı gösteren bir gerekçe sunmasın. Hiroşima’ya atılan atom bombası insanlık tarihinin en vahşi hamlelerinden biri olmasına karşın, yazının başında da belirttiğimiz bir dizi ‘gerekçe’ özellikle de ABD cephesinden bugün hâlâ dile getirilebiliyor. Bugünkü anlamına geçmeden önce teker teker bu anlamsız gerekçeleri çürüterek toparlayalım.
“Japonya teslim olmuyordu, savaşı bitirmek için gerekliydi” söylemi son derece zayıf bir gerekçedir. Zira eğer konu ‘teslim olmaya zorlamak’ ise, çok daha küçük bir yerleşim de hedef olarak tercih edilebilirdi (saldıran tarafın gözüyle bunu söylüyoruz tabii ki). Bomba aynı bomba olacağı için Japonya’nın savaş sahasında kabul edeceği Amerikan ‘üstünlüğü’ de aynı olacaktır. Görüldüğü üzere insani ve siyasi yanıtlardan önce sadece stratejik olarak bile büyük boşlukları olan bir gerekçe bu. İkinci popüler gerekçe “Sovyetler Birliği’ne göz dağı vermek” de aynı şekilde. Diyelim yüzbinlerce insanın çürüyerek ve eriyerek ölmesi bir ‘gözdağı’ için kabul edilebilir bir bedel. Yine de aynı gözdağı çok daha farklı şekillerde verilebilirdi.
Öte yandan bu minare kılıfçılarının üzerinde durmadığı yerler var: İkinci bomba neden Hiroşima’dan günler sonra Nagazaki’ye atıldı? Tek bomba ‘gözdağı’ ya da ‘teslimiyet’ için yeterli değil miydi? Amerika’nın niyeti neden Japonya’ya önceden duyurulmadı? Japonya zaten gelecek olanı durduracak gücü kendinde bulamazdı. Asıl bombayı kullanmadan, önemli zararlara yol açmayacak bir gösteri bombasını düşmanın görebileceği uzak bir bölgede patlatarak Japon halkını gerçek bombaya karşı uyarmak imkansız mıydı?
İşte bu yüzden birbiri ardına gelen çeşitli senaryolardan oluşan merdivene fazla tırmanırsak gerçekten tehlikeli bir şekilde uzaklaşabiliriz. “Şöyle olsaydı, böyle olsaydı” derken meselenin aslına yabancılaşırız. Böylece sorun, insanın yabancılaştığı bir hal alır. Bu demek değil ki meseleyi ‘siyasi’ bağlamından uzaklaştıralım. Tam tersine, siyasileştirmek gerek. Kaçınmamız gereken ‘uluslararası ilişkiler analizi’ gibi algılamak. Yoksa tabii ki şu soruları soracağız: ABD neden bunu yaptı? ABD neden dünyayı nükleer bir savaş iklimine soktu? ABD neden düşman olarak gördüğü Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra hâlâ nükleer tehdidi masada tutuyor? ABD neden hangi ülkelerin nükleer güce sahip olabileceğini, hangilerinin olamayacağını söyleyen bir noter konumunda?
TEKNO-YOKULUŞ
Savaşlarda havacılığın etkisini arttırmasıyla birlikte sıkça ‘asker-sivil’ ayrımının ortadan kalktığından söz edilir. Birinci Paylaşım Savaşı’nda bu durum sınırlı bir şekilde gözlemlenir. Ancak 1940’lara gelindiğinde, artık cephe hattının sadece yatay değil aynı zamanda dikey olarak da yayılabileceği ortaya çıkar. Yani savaş artık hendeklerle sınırlı değildir, bir uçak hendekleri bypass ederek cephe gerisindeki şehirlere kolaylıkla saldırabilir. Hiroşima’da yaşanan ise bu ‘teknolojik ilerlemenin’ getirdiği yeni katliam yöntemlerinin en fantastik örneğidir. Öyle ki ABD, cepheyle alakası olmayan bir şehrin saniyeler içerisinde yok edilebilecek olduğu gerçeğini insanlığa armağan eder.
Ne garip ki toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak sadece ham haliyle ‘teknolojinin’ insanlığa uygarlık ve ilerleme getireceğini düşünen tekno fetişistlerin sesleri Hiroşima gibi bir örnekten sonra bile hâlâ duyuluyor. Görünüşe göre bir değil bin Hiroşima bile olsa, insanlığa insansız bir dünyadan başka hiçbir vaadi olamayanların dümen suyundan ilerlemeye devam edecekler. Dünyaya daha farklı bir alternatif sunanlar, o alternatifi düşleyenler ve o alternatif için kavga edenler içinse Hiroşima’yı hatırlamak hiçbir zaman ansiklopedik bir anma olmayacaktır.
NOTLAR:
(1) Hiroşima, John Hersey, Çeviren: Tomris Uyar, (De Yayınevi)
(2) Peteşi (Cilt altındaki kanamalardan kaynaklanan morluklar)