Sabah akşam aynı çağrı: “Rumlar, KKTC’de yatırım yapanlar için tutuklama kararları alıyor, hükümet ne yapıyor? Tatar ne yapıyor? Adım atın!”
O değil de bu çağrıları yapanlar sadece Kıbrıs sorununun mülkiyet başlığını bilmeyenler değil, bildiğini sandığımız kimi muhalif çevrelerdir de!
Bu son yazdığımı kaba ve haddini aşmış bulabilirsiniz ama inanın bana değil.
Neden?
Çünkü esasında istenilen şey, tamamen uluslararası hukuk hilafına, yerinden edilmiş 200 bin Rum’un malı üzerine kurulmuş KKTC devletinin kapasitesinin dışında bir şeydir.
Son AB kararlarında da yer verildiği üzere KKTC’nin tanımı “yasa dışı ayrılıkçı entite/yapı” şeklindedir.
İnsanın içinden KKTC’ci olmayı geçiren bu manidar tanımlama esasında içinde bulunduğumuz durumu özetleyen bir tanımlamadır.
O zaman sabah akşam Başbakana ya da Ersin Tatar’a çağrı yapanlar, nasıl bir karşı hamle ya da mütekabiliyet bekliyor?
Mesela Bayındırlık Bakanı Erhan Arıklı “biz de güneydeki Rum mallarını yasa dışı şekilde ellerinde tutanları tutuklayalım” şeklinde bir fikir ortaya atmıştır. Tabii uluslararası hukuk kavramına “lalletayn” bir olaymış gibi bakan Erhan Arıklı’dan gerçekçi bir fikir beklemek mümkün değildi, nitekim beni yanıltmadı. Zira kendisinin de çok iyi bildiği ama söylemediği şekliyle, güneydeki Türk mallarına ‘cevizcinin çuvalından dağıtırmış gibi’ tapu verilmedi ve mallar el değiştirmedi.
Bunun yerine tüm taşınmazlar vasilik yasası altında toplandı ve çeşitli şekillerde kullanıma sunuldu.
Ha bu kullanımlar konusunda sıkıntılar, adam kayırmalar, yolsuzluklar ve haksızlıklar oldu mu?
Tabii ki oldu.
Ama Ahmet’in, Mehmet’in malını durup da Yanni’ye, ondan da John’a ya da Ivan’a satmak gibi parlak fikirler hiç olmadı!
Bizdeki mantığınsa “Rum’un malı da benim malım, benim malım da benim malım” şeklinde olduğu, son 50 yılda yapılan uygulamalar ve yenilen davalarla tescil edildi.
Bu noktada, 2008 yılında kurulan ve yukarıda saydığım alengirli işleri engelleyecek tek mekanizma olan ancak gelinen noktada işlevsel olmaktan çok uzakta bir pozisyona sürüklenen Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK) işine de bakmalıyız.
Bu sürüklenmenin sebebiyse elbette o tarihten beri KKTC’de hükümet edenlerin tümünün vizyonsuz ve öngörüsüz olmasından başka bir şey değildir.
Hele de UBP.
UBP, TMK yasasını Anayasa Mahkemesine taşıyacak kadar bilinçsiz hareketler içinde olan bir partidir. Dolayısıyla geçen yılbaşından beri (Kıbrıslı Türk avukatın İtalya’da tutuklanması olayı) TMK iş işten geçince değere binmiş durumdadır.
Yahu Allah aşkına, TMK ilk kurulduğunda, ki o zamanki papaz Hrisostomos bunu “malların Türkifikasyonu” (Türkleştirilmesi) olarak niteleyip, Rum hükümeti de gelip başvuranları tehdit ederken aklınız neredeydi kuzum sizin?!
İşte bu satırların yazarının bu komikliklere karnı toktur.
Niye?
Çünkü TMK’nın ganimetçi çevrelerdeki karşılığının “Rum’un malı da benim malım, benim malım da benim malım” kafasına ek, “ben niye Rum’a para ödeyeyim yahu?” şeklinde olduğunu bilmektedir.
Dolayısıyla ilk başlarda çalıştırılan TMK, 2013’lerden sonra varılan anlaşmalardaki tazminatları ödemekten vazgeçerek, konuyu sallamış ve nihayetinde “iç hukuku tüketen” Kıbrıslı Rum hak sahipleri tekrardan AİHM’in yolunu tutmuştur.
İşte gelinen noktada, TMK’nın bir mekanizma olarak ‘kadük’ olmasını sağlayacak bir takım kritik kararlar gündemdedir ve bunlar Eylül ayı içinde sonuca bağlanacak gibidir.
Sonucu ne olur bilmem ama TMK’nın kadük olması demek, AİHM’de Türkiye’ye karşı açılacak binlerce mülkiyet davası demektir.
Bugün gelinen noktada okunan hikayeler, uluslararası hukuk karşısında gerekçe olmaktan çok uzaktır.
Tek bir durum hariç: müzakere masası.
Zaten bu son açılan davaların sebebi, Türkiye ve buradaki adamı Ersin Tatar’ın son 4 yıldır hiçbir işe yaramayan ‘iki devletli çözüm’ siyasetinden başka bir şey değildir.
Çünkü eğer müzakere ya da onun sonucunda bir çözüm olabilseydi, mesela Crans Montana’da, bugün bu konuları hiçbir şekilde konuşmuyor olurduk.
Çözümü geçiyorum, varılır varılmaz bilemiyorum ama şu anda gelinen nokta, masaya dönmekten başka herhangi bir çare bırakmamaktadır.
İyi bir şey, benim şikayetim yok ancak girişte yazdığım gibi, siyasi çevrelerde ve basında yapılan kimi çağrılar, konuya ne kadar ‘Fransız’ olunduğunun emaresinden başka bir şey değildir.
Adım atılsınmış!
Ne mesela? Erhan beyin dediği gibi ‘tutuklama’ mı yapılsın? Nasıl ve ne hakla?
Güneyden, kuzeye akan bu derece yüksek kapasiteli bir ekonomi varken, ilgili ilgisiz herkesi tutuklayın bakalım ne oluyor! Ben size söyleyeyim: İlk isyanı çarşı esnafı, marketler ve tabii ki casinolar çıkarır!
Ha bir başka fikre göre, Maraş açılımı sürdürülüp, orada bulunan otel ve diğer taşınmazlara inşaat ve çalıştırma izni verilsinmiş!
Yahu arkadaşlar bu olabilseydi, 2020’den beri olmaz mıydı sanıyorsunuz?
O günlerde, şimdilerde de yaptığı gibi, Türkiye’de şehir şehir gezip “gelin Maraş’ta yatırım yapın” diye boş beleş konuşan Tatar’ı dinleyen insanlar çıkmaz mıydı sanıyorsunuz?
Maraş hakkında alınan iki uluslararası karar varken (550 ve 789), bu konu gündeme geldiğinde, tekrardan revize edilen, güncellenen 2620 sayılı BM güvenlik Konseyi kararı varken, siz neyin hayalini kuruyorsunuz?
KKTC belki uluslararası hukukun dışında olduğu için pek hissetmiyorsunuz ama Türkiye her ne kadar ayak sürse de o hukukun içindedir.
İşte Maraş açılımının durmak zorunda kaldığı nokta da tam orasıdır.
Bu bağlamda geçen gün bir de üst düzey toplantı yapıldı, konu masaya yatırıldı.
Sonuç? Sonuç tabii ki yoktur. Olsa bile uluslararası hukuka eşdeğer bir şey değildir.
Ama dediğim gibi bu işin tek çözümü var, o da müzakere masasına dönüp, soruna siyasi bir çözüm aramaktır. Gerisi mahkeme köşelerinde adalet dilenmek ve bulamamaktır.
Loizidu, Orams gibi davalar mülkiyet sorununun çözümünün siyasi olması gerektiğini bir tamam ispat etmiştir.
Buna rağmen ısrarla olmayacak hayaller ve olmayacak işler peşinde koşup duran bir anlayışla devam ediliyor.
O çok kötülenen, ‘bizi Rum’a satıyorlar’ diye yaygara kopartılan Guterres Belgesinin ilgili maddesi yeni bir mülkiyet rejimi çözümü önermektedir.
Ve bu çözüm modeli Kıbrıslı Türklerin kazanımıdır. O kazanım da ‘duygusal bağ’ denilen kriterdir.
Bu kriter diyor ki “anlaşma sonucunda Kıbrıslı Rumlara bırakılacak taşınmazlarda ilk söz hakkı malın ilk sahibinde; bırakılmayacak olan taşınmazlarda ise malın şu anki kullanıcısındadır” şeklindedir.
Sabah akşam “Crans Montana’dan kaldığımız yerden, Guterres belgesinden yola devam edelim” diyen Nikos Hristodulidis’in “ancak mülkiyet başlığını tekrar görüşmek isterim” hezeyanı da bundandır.
Niye peki? Çünkü bu başlık Kıbrıslı Türklerin lehine sonuçları olacak bir başlıktır da ondan.
Ama maalesef akıl bu toprakları çoktan terk etti o yüzden de bunu anlamaktan uzak davranılıyor.
Ha bu arada, bir de biz federal çözüm isteyenleri ırkçı apartehid ilan eden pek duygusal arkadaşlar vardır ki bunlar da duygusal bağ konusunu “işgalciyle duygusal bağ mı kurulur?” şeklinde aşağılayarak yaklaşmaktadır.
Bu arkadaşlara bir miktar tarih, siyaset, AB hukuku, ikinci dünya savaşı sonrası Avurpa’nın çeşitli yerlerinde yaşanan mülkiyet durumlarını incelemelerini önermekten başka çarem yoktur.
Nihayetinde 1974’te ortaya çıkan bölünme sonrası, karşılıklı olarak kullanılmak zorunda olan taşınmazlar vardır.
Aradan geçen 50 yılın ardından bunlarda ortaya çıkan sadece duygusal bağ değil, sosyo-ekonomik durumları da göz ardı etmek mümkün değildir. Kaldı ki bu formül uluslararası hukuka uygun, örnekler ve yaşanmışlıklar üzerinden inşa edilmiştir.
Bunu göz ardı etmek, Zorlu Töre gibi simgesel çözüm karşıtlarının elinde harita köy köy gezip “200 bin Rum içimize gelecek” şeklinde yaptığı gerçek dışı söyleme anti-tez üretmekten başka bir işe yaramaz.
Yani orta yolu bulmaktan başka çare yoktur.
Yoksa bugün mülkiyetle başlayan planlı ve organize saldırı, yarın Kıbrıslı Türklerin AB vatandaşlığı gibi hayati konularına kadar varacaktır. Nitekim Rum Dışişleri Bakanının son açıklamaları da buna işarettir.
Dolayısıyla masaya dönün, çünkü bu işin başka çaresi yoktur.
Gerisi laf-ı güzaftır…