Hükümetin sokak hayvanlarına “ötanazi” gibi bu mevzu için irrasyonel bir kavramı kullanarak başlattığı tartışma, yasalaşıp Resmi Gazete’de yayınlanır yayınlanmaz Türkiye’nin dört yanından katliam haberleri gelmeye başladı. İşkenceyle öldürülmüş köpeklere ve kedilere dair görüntüler kan dondurucu. Daha da ürkütücü olan bu sahnelerin ardındaki toplumsal rıza ve zaman içinde yol açabilecekleri. Konuyu psikiyatrist ve psikanalist Uzm. Dr. Didem Aksüt ile konuştuk, çünkü buna ihtiyacımız var.
Hayvanları çeşitli biçimlerde sömüren bir uygarlığız ama bu son hamleyi başka bir yere koymak gerekiyor. En dolaysız biçimde sorarsak, bir başka canlının hayatına böyle kolayca ve gördüğümüz gibi işkence yöntemleriyle son vermenin toplum ruh sağlığına etkisi nedir?
Sanırım bu en çok adalet ve güvende olma duygusunu baltalayacaktır. Anadolu insanı, İstanbul’u da dahil ederek konuşuyorum, kedi ve köpeklerle çok dolaşık, iç içe bir yaşam sürüyor yüz yıllardır. Bunun nimetlerinden de bazı kritik dönemlerde hayli faydalanmış. Avrupa cadı avları sırasında sadece bilge kadınları değil, kedileri de katlettiği için en büyükleri, 1300’lerde ve 1600’lerde olmak üzere irili ufaklı bir sürü veba salgınında nüfusunun önemli bir kısmını kaybediyor. Osmanlı’da bu salgınlar Avrupa gibi yıkıcı sonuçlar doğurmuyor çünkü kediler Yersinia Pestis taşıyan pireli farelerin popülasyonunu düzenli olarak sınırlıyor. Sokakta olduklarını bildiğimiz, geçerken selamlaştığımız, bebekliklerinden itibaren büyümelerini gözlediğimiz, başlarının üzerinde bir çatı olmasa da komşularımız olan canlıların nedensizce katledildiğini görmek elbette ruhsal kimyamızı bozacaktır. Sağduyunun bozulduğu, yaşama saygı duyulmadığı duygusunu yaratan bu tutum bir gün bir nedenle bizim de onlar gibi alınıp götürülebileceğimize dair bir tekinsizlik hissi yaratacaktır. Yaşam dürtümüzü (libido) sindirecek, ölüm dürtümüzü coşturacaktır. Oysa yaratıcılık için, yeni bir şeyler üretmek, sevmek için, hatta ilerleme kelimesini hiç sevmiyorum ama birçok kişi için anlamlı bir kavram olduğu için kullanıyorum ekonomik olarak ilerleyebilmek, toplumsal refahı arttırmak için libidomuza ihtiyacımız var. Ölüm dürtüsü ağır basan bir toplumda yaşamak çok zordur.
Bu idari uygulamaya toplumun bir kesiminin rızasının olması nasıl bir ruhsal kırılma yaratır? Bu duruma itiraz edenler için bu o kadar kabul edilemez, dehşet uyandırıcı bir rıza ki, birlikte yaşama duygusu nasıl sürdürülebilir?
Split diye bir savunma mekanizması var. İyi ve kötüyü birbirinden, her iki tarafta diğerinden tek bir parça kalmamacasına ayırmak demek. Arkaik bir mekanizmadır. Yani nispeten iyi bir çocukluk geçirmiş, yeterince iyi bir çevre içinde büyümüş insanlar bu şansı yakalayamamış olanlara göre daha az kullanırlar. Fakat ruhsal açıdan daha sağlıklı olan kişiler bile travmatik deneyimler yaşadıklarında dış dünyanın tekinsizliği arttığında split’e başvururlar. “Yarılma” anlamına geliyor. Biz çoğunlukla “Bölme” diye çeviriyoruz. Türkiye’de hayli uzun zamandır kullanıldığına en çok tanık olduğumuz savunma mekanizması olsa gerek split; “Benden olmayan kötüdür ve bana benzer hiçbir şey taşımaz”. Ruhsal ekonomi açısından hayli maliyetli olmakla birlikte, bir kenarı çürümüş bir meyvenin tümünü çöpe atmak gibi, daha iyi yapılanmış savunma mekanizmalarını kullanma yetisine sahip olmayan kişiler için vazgeçilmezdir. İşte “kırılgan ama direngen” yoldaşlarımızın aramızdan alınıp katledileceğini bilmek split’i arttıracaktır. İnsanları birbirinden uzaklaştıracaktır. Nefreti besleyecektir. Nefret de yine ölüm dürtüsünün görünme biçimlerinden biridir.
Bu sahnelere tanık olmanın, bunların olabilirliğini görmenin şiddet eğilimli kişilerde nasıl sonuçlara yol açma ihtimali var? Çocuklara, kadınlara, başka insanlara ve hayvanlara yönelik şiddet eğilimlerini nasıl besler?
Antisosyal (sosyopat) insanlar için bulunmaz bir fırsat sunduğunu düşünüyorum bu yasanın. Vicdan aparatı gelişmemiş ama süperegosu hayli katı olabilen bir kişilik bozukluğu türü. Ceza almayacağına emin olduğunda “kötülük” yapma kapasitesi hayli yüksektir. Sadistik eğilimleri olan insanlar için de geçerli bu söylediğim. Kötülük aslında etik, felsefi ya da dini bir kavram. Fakat son yıllarda biz de dünyadaki tüm psikanalistler olarak kötülük üzerine kafa patlatır olduk. Micheal Stone diye bir psikiyatrist var. O kötülüğün psikiyatri bilimindeki izdüşümünü şöyle şematize etmiş; bir Venn şeması düşünün. Dört dairenin kesişme noktasına kötülüğü yerleştirmiş. Her bir daire şu ruhsal patolojileri tarif ediyor; Antisosyal Kişilik, Psikopatoloji, Şizoid Kişilik, Sadistik Kişilik. Kieślowski’nin “Öldürme Üzerine Kısa bir Film” isimli harika bir filmi var. Orada avukatlık sınavına giren bir avukat adayı bir soruya şöyle cevap veriyor: Ceza suçu işleyene verilmez sadece, daha çok toplumun gözünü korkutmaya ve suç işlemekten uzaklaştırmaya yarar. Bir canlıya zarar vermek suç olmadığında kötülük yapmak isteyeni kim tutabilir?
Bu süreçte hızla, köpek seven, besleyen, kollayan kişilere yönelik bir nefret halesi oluştu. Onlara yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet haberleri duyuyoruz. Nefret duygusu böyle bulaşarak, sıçrayarak, yeni hedef özneler yaratarak nasıl yol alır?
Az önce bahsettiğim split tam da bu. Çok baş belası bir durum gerçekten. Onunla başa çıkabilmek için güvenli bir çevre gerekiyor fakat bu koşullarda bu duyguyu sağlamak da hayli zor. Umut verici olan, hayvanları seven ya da en azından öldürülmelerini hoş karşılamayan insan sayısının onları ortadan kaldırmaya niyetli olan gruptan fazla sayıda olması. Sosyokültürel düzeyinden bağımsız olarak bu toplum gerçekten seviyor kedi ve köpekleri diye düşünüyorum.
Böyle açıklayanlar oluyor, genel olarak köpek ya da hayvan korkusu nasıl temellendirilebilir, kaynağında ne vardır? Bireyleri bu korkudan özgür kılmak için nasıl bir yol izlenir?
Fobi düzeyindeki korkular için davranışçı terapiler işe yarayabilir. Orada korkulan nesne daha çok sembolik bir anlam taşır. Kabaca açıklayacak olursam, örümcekten korkan biri aslında ölümden korkuyordur. Fakat daha hafif sayılabilecek korkular aslında yeterince tanımamaktan ya da geçmişte travmatik bir deneyim yaşamaktan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Eskiden çalıştığım yerin bulunduğu binanın girişinde dev büyüklükte bir köpek yaşardı. Hayli yaşlı ve mahallelinin de göz bebeği olan biriydi. Çoğu zaman binaya girebilmek için onun üzerinden atlamak gerekiyordu, bazı hastalarım köpeklerden korkuyorlardı fakat seanslara gelip giderken onu sevmeye başladılar. Orada çalıştığım sürece köpekten korkan tüm hastalarım bu korkularını alt etmekte hayli yol katetti. Şafii mezhebinde köpek kirli kabul edilir. O yüzden sanırım çocukluktan itibaren köpeklerden mümkün olduğunca uzak duruyorlar, korkuyorlar. Bir tanışıklık olmadığında sevmek mümkün olmuyor, korku ise katlanarak büyüyor. Mümkünse sakin ve küçük bir köpeği, yanlarında güvendikleri birisiyle önce uzaktan, sonra giderek yaklaşarak sevmeye çalışmak korkunun hızla kaybolmasına neden olabilir sanırım.
Siz ruh sağlığı çalışanları olarak bu yasayı nasıl yorumluyor, mesleki sorumluluğunuzla ne öneriyorsuz?
Suçun pasif bir izleyicisi olmak da bir nevi suç işlemektir. Yanılmıyorsam Hanna Arendt söylüyor bunu. Pasif konumda olmak tedirginliği aslında arttırır. Suça engel olmak için bir şeyler yapabiliyorsanız daha güvende hissedebilirsiniz. Ölüme değil yaşama yatırım yapmak insana her zaman iyi gelir. Küçük de olsa bir ses çıkarmak doğruya ve adaletli olana duyduğumuz güveni arttırabilir. Split’ten ne pahasına olursa olsun uzak durmak gerekir. “Onlar” ve “biz” diye başladığımız her cümle çözüm olasılıklarını baştan kaybetmiştir. Mümkün olduğunca “Ben şöyle şöyle hissediyorum. Senin de içinde bir yerlerde böyle bir duygu olduğuna eminim” tarzı bir yaklaşımı benimsemek gerek kanımca.